Havz-û Kevserî: İmam Matûrîdî İmitasyonundan Reformist Medet

Yazan: 28 Şubat 2021 4615

Gaflet halinin belki de insana en büyük tesiri onu olmadık ruhî sıkıntılara sokmasıdır. İnsan bu belalı halin mengenesindeyse eğer, aslî sıkıntısını idrak edemez. Parmağı kırılan adam misali her dokunduğu yerde acının girdabında boğulur fakat bu acının sebebini bilmediği için dokunduğu her yere bir hastalık izafe eder. Nihayet ağzından çıkacak cümle bellidir:

“Her yanım ağrıyor.”

İşte gafletin tesiri de böyledir. Gafletle perdeli insan için her renk, her doku, her tını ayrı bir müşküldür, velev ki bu insan zevkten kahkaha attığı bir halde olsa bile... Ruhtaki o hakikat açlığı ince bir sızı gibi kalbin kapısına sokulacak ve bu sokuluş insana gülerken bile acı çekmenin ne demek olduğunu tecrübe ettirecektir.

Yaşayanı bilir...

Eğer ruhtaki bu açlığa istediği verilmez, verilemez ise insan gaflet haliyle bu acının kaynağını fark edemediğinden dolayıdır ki acının sebebini başka yerlerde arayacaktır. Bu arayış eğer bulmakla sonuçlanmaz ise sonbaharda dalından kopan bir yaprağın yere süzülüşünden bile acı çekip hüngür hüngür ağlamaya başlanabilir... Düşünün, en tabii oluşa kadar hassaslaşan bir yapıya erişebilinir fakat yine manaya eremediği takdirde sadece acı çekmekle kalınır.

Misalimiz her ne kadar metafizik buhranlar yaşayan insanlara işaret etse de bu hal günübirlik faaliyetlerde kendini daha çok gösterir. Her dinlediği türkünün his rengine bürünenler misal, hakikatin kulakla duyulmaz o bestesinde süzülemedikleri için kendilerine bu işkenceyi reva görmektedir. İmam Kelabazi’den (rh) ilhamla söyleyelim ki zaten bu tınılar manen muhkem olanlara işlemez, sadece cılız olanların hislerine bu denli tecavüz edilebilir. Gözlerimiz, böyle türküler vesilesiyle olmayan sevdalara dökülen yaşlara şahitlik etmiştir. Hani büyü desek yeri...

İşte dünyaya meyille yaşayan insan kendisini bu tarz tesirlerin ruhî işkence kuyusuna attığı zaman ruhunu doyurma yoluna giden mesafeleri iyice açıyor. Müzik üzerinden verdiğimiz örnek yanıltmasın sakın... İnsana tesir etme kabiliyetinde olan çok şey vardır. Yeter ki hakikatin tınısı onu muhafaza etmiyor olsun... Uçan kuş, düşen yaprak, yerdeki toprak... Her şey insanı kendine esir edebilir. Yıkadıkları halılara aşkla bağlanan halı yıkamacıları hatırlayın mesela... Düşünüldüğü zaman hallerine şaşırılacak bir durum yok ortada aslında... İnsanın, iştigal ettiğine böylesi meyli normaldir. Tasavvuftaki zikir derslerinin bir disiplin ve dikkat içinde yapılmasının sebeplerinden biri de zaten budur.

İşte biz de “Havz-û Kevserî” diye adlandırdığımız bu yazı dizisinden bir murad elde etmeye çalışıyoruz. Akademik bulantılardan, nefsanî kaygılardan, bilme ve yazmış olma hevasından kaçmak isteyen ruhumuza bir alan açmaya niyet edip bu meşguliyetimizin verimini Allah’tan dileniyoruz. Umarız ki Rabbim, keyfiyetini yine Allah’a havale ettiğimiz bu işe harcadığımız emekten dolayı nefsimizin vurduğu prangaları sökmekte bize kolaylık sağlar ve biz bu bahis konusu ettiğimiz allamelerin hakikat bestesinde bir ömür süzülerek can emanetini teslim ederiz.

Can emaneti demişken aklımıza gelen bir hatırayı aktarıp öyle geçelim...

* * *

Ankara’da bulunan fikir mektebimizdeyiz... Gönüldaş sofrası kurulmuş, Servet Reis cömert ağa vasfıyla fikir ziyafeti veriyor. Herkes pür dikkat dinliyor. Reis sanki konuşmuyor da hasretini çektiğimiz memleketimize dair bir gurbet türküsü tüttürüyor. Gönüldaşlarda öyle bir hal var. Herkes mesrur ama sıla özlemi de içlerini yakıyor. Reis, hep düşünü kurduğumuz vatanımızdan geriye sanki de son kalan insan ve Anadolu çocuklarının “Hele anlat Reis! Bizim eller nasıl?” diye sorular sorarak aslını talim ettiği bir ata yadigarı vasfında... Böyle bir ortam... Tabi o zamanlar “nasıl olacak bu işler, nasıl olacak da hakikatin bayrağını göndere dikeceğiz, olacak mı olmayacak mı, ne olacak, ne bitecek” soruları en azından bizim aklımızda fikir mesaimizi detone edici bir rahatsızlıkla dolaşıyor. Bunların farkında olacak ki sohbetin bir yerinde hatırladığımız kadarıyla şu ifadeleri kullanıyor:

         “Çok çalışacağız, çok gayret edeceğiz, yorulacağız ve sonunda...

Sonunda bir şey olacağı yok...

Öleceğiz işte...

Bu kadar.”

İtiraf etmeliyiz ki hayatımızda bizi bu kadar rahatlatan başka bir ifade hatırlamıyoruz. O güne dair zaten hatırladığımız, bir bu ifadeler ve bir de o müthiş rahatlık hissi...

Mademki öleceğiz, o halde Bismillah deyip başlayalım...

* * *

Ruha Bigâne Çeviri, Tahriftir

“Dilini kaybeden, dinini kaybeder.” deyişi tecrit melekesi zihne tatbik edildiğinde, ne de şümullü bir arıza ihtarıdır. Dil meselesine dair problemler yaygın olarak yabancı lisanlardan gelen köksüz ve milli hançereden geçmeyen tabirlerin istilasını ifade etmek bağlamında ele alınır. Buna matuf olarak, milletlerin dil konusundaki hassasiyeti zayıf olduğunda yozlaşacağı söylenir. Bu hususta eleştiri okları genelde gençlerin Afrika’nın güneyindeki Hotanto kabilesinin lisanını dahi belagat yönünden aratacak şekilde konuşmaları yahut dükkânlardaki çarpık İngilizce tabirleri hedefler. Bize kalırsa eleştiriye maruz kalan bu kesimler dil meselesindeki illetin belki de en masum muhataplarıdır.

Mevzumuzun ana konusu olmadığından dolayı bu meseleyi uzunca irdeleyecek değiliz fakat hedefe giderken yanımıza kâfi miktarda almamız gereken bir azık olması bakımından bahsetmek şart.

Malumunuz, yakın tarihte tabirin mecaz veya yan anlamına hiç tevessül etmeden tam anlamıyla bir “dil devrimine” maruz kaldık. Dil devrimi, tarihi seyre bakılınca aslında bir sonuçtu fakat birçok devrimin de sebebi olan bir mahiyet arz ediyordu. Tanzimat ile birlikte sistematik hale gelen zihnî müstemlekeleşme seyrimizin nihaî sonuçlarından biri olmak bakımından bir sonuç, sonraki dönemde ise zihnî esaretimizi garanti altına alan birçok şeyin ise sebebiydi. Velinin, Kemalizm’in en çok buğz edilmesi gereken tarafının idrakleri iğdiş etmesi olduğuna dair deyişini hatırlayalım... Bu idrak ediş ameliyesinin usturası işte, dili devirmedir.

hk1

Düşünün, on dört asrın ilmî bakiyesini kendi bünyesinde kıvama erdirmiş bir millet var. Bu bakiye ile yaşamış, bu bakiyeyi muhafaza etmek için can vermiş yine bu bakiyeyi katlayarak gitmiş ve birden, bir rakamının ardındaki milyon adetteki sıfır ile ilintisini keser gibi bir hamleyle bu ilmî bakiyeyle aradaki ilinti kesilivermiş. Sonuç, milyonlar adedinde sıfırdan ibaret kalmış bir millet... O “bir” ile ilintisi bir şekilde kurulmadıkça yıllar boyunca istenirse bin sıfır eklensin...

* * *

Anadolu insanının, İslam ile tam rabıtalı dilinin bu faaliyetle yine İslam ile rabıtası kesilince yapılan tüm ilmî faaliyetlerde korkunç bir keyfiyet ve şahsiyet kaybı yaşandı. Bu kayıplar milletin talim ve terbiyesi için kurulan müesseselerin neredeyse en önemli ilkesi haline geldi. Hani, yedinci ok, şahsiyetsizlik, sekizinci ok, keyfiyetsizlik... Kurulan eğitim müesseseleri Araplaşmaktan kaçınmak bahanesiyle İslamlıktan istifa etmek meyli üzerine kurulurken bir yandan da muasır medeniyet seviyesini yakalamak perdesiyle tam anlamıyla batıl(ı)laşmak hedefindeydi. Ne İslam’dan tam anlamıyla uzaklaşan ne de tam anlamıyla Batılı olabilen bir formda kakafonik bir hengâmede tepinirken “ana dilde ibadet” çıkışı ile de sıvama hamlesi gerçekleşti. Nihayet bu hengâme neticesinde oluşan eğitim sistemi, okullar ve üniversiteler... Üniversiteye geçene kadarki eğitim aşamalarında Katolik kilise pratiklerini andıran zorla ululama tedrisi ve dünya her şeye rağmen dönüyor bile demeye mecal bırakmayan müfredat... Üniversitede ise “nike” markasının itibarına meftun kitleleri üzerine “nixe” yazdığı ürünlerle avlama stratejisine bile rahmet okutturacak şekilde kör taklit ve şahsiyetsizlik... Buna matuf olarak husule gelen “akademik dil...”

* * *

Akademik dil bu ülkede çok geniş bir kesimin tabusudur. Tabu, kendisine korkuyla karışık saygı duyulan yine eğer yıkılırsa üzerimize belalar yağacağı düşünülen şeylere deniyor hani... O yüzden dokunulamaz, dokunulması teklif dahi edilemez... Herkes ona uymak zorundadır. Uymayan cahildir, tecrit edilmelidir. İlim akademik dil ile neşredildiğinde ilimdir. Fikrin itibarı akademik dil iledir. Neşredilen malumatın muhatabınıza tesir edip etmemesi mühim değildir, “Ne konuştu be hiçbir şey anlamadık. Ne cahil adamlarız!” demesi kâfidir.

Bugün “plaza dili” denilen şahsiyetsizliğin “dile gelmiş” hali de akademik dil de hep aynı serüvenin bize getirdikleridir. Yani “Projeyi outsource etmek must oldu.” deyişiyle “Ortodoks İslam’ın aksiyomatik tarzından kurtulmalıyız.” deyişi aynı zihnî esaretin bir ürünüdür. Milli hançereden geçmemiş ve kullanıldığında zihne pranga vuran bir mahiyet belirtir bunlar... Yoksa zaman içerisinde bize mâl olmuş, his ve tefekkür dünyamıza tam tamına tercüman olmuş, dinî hassasiyetlerimizi nitelendiren kelime ve kullanımlarından bahsetmiyoruz zaten...

hk2

Akademik camianın oluşturduğu kendine has dilin her bakımdan tahkikini yapmak apayrı bir bahis konusu ve müstakil bir çalışmaya değer... Fakat birçok sebeple birlikte objektiflik kaygısının da böyle bir dilin kullanılmasını zorunlu hale getirdiğine dair bir telakki vardır. Daha evvel bahsetmiştik, objektiflik bir “akademik efsanedir.” Zorunlu kılındığında iyice muhal hale gelen bir efsane... İslam’daki hakikat kaygısının objektifliğe mahal bırakmayacak bir mahiyetini olduğu bir bedahat... Konuşurken muhatabımızın kalbini İslam’a ısındırmak için beliğ söz söylemek, yine muhatabımızın anlayacağı şekilde misaller vermek ilmî üslubumuza bir zeval getirmez. Aksine bunlar objektiflik kaygısına göre makbul olmayan şeylerdir. İnanabilirim ama inandığımı belli etmemeliyim... Sebep ne? Modernite münafığı mıyız biz? Düşünün bir inanış var ve seni kendisinin münafığı olmaya zorluyor... Ne kötü...

Bu bahsin müdellel bir şekilde izahını istikbale ısmarlayalım ve geçelim...

Aslında bunca laf, İmam Matûridî’nin “Kitâbü’t-Tevhid” eserini okurken girdiğimiz ruh hali uğruna edildi. Adeta babamız bizi akademik dille seviyor gibi bir his yaşadık. Ne dediğini anlıyoruz ama ruha aykırı... Tercümesini yapan Bekir Topaloğlu’na müteşekkir olmakla beraber çoğu yerde ilmî bakiyemizin ve İmam’ın eserinin ruhuna aykırı tabirleri kullanması oldukça iğreti bir hissiyat oluşturdu bizde... Bu bahsin başlarında konu ettiğimiz dil devriminin din dilimizle aramıza koyduğu mesafeden dolayı ilmî çalışmalarımız, akademik camiada Batı kökenli ve yine Batı zihniyetini yansıtan kavramların kucağına düşmüş buna matuf olarak manalar bu kavramlara hapsolmuş ve bir süre sonra kendiliğinden bir deforme süreci başlamıştır. Misal, Ehl-i Sünnet’e Ortodoks İslam dedikten sonra “Sünnet ve Cemaat Ehli” olmak zihnen imkânsızlaşmaya başlamıştır. Bu süreç işte, çevirilere de yansımış ve muğlaklaşan ilmî ahvale evvel ulemamız da ister istemez dahil edilmeye başlanmıştır. Mor kalemle, siyah göz çizilmeye çalışılır gibi bu kavramların müntehasında bir İslam düşünce geleneği yansıtılmak istenmiş. Müşkül bu... İşte, İmam Maturidi’ye çeviri diliyle “sosyolojik realite” dedirtmek bu müşkül sebebiyledir. Niyetin halisliğine inansak da sonuç ortada... Bu kavramlarla düşünmek, bu kavramlarla tercüme yapmak bir süre sonra bizi başkalaştırır. Başkalaştırmıştır da... Biz bugün İmam Maturidi hakkında hâlihazırda ortada duran tartışmaların bir sebebinin de bunlar olduğunu düşünüyoruz. Muhatabına dayak atmayı teklif eden bir İmam’dan Modernizm’e yahut Hümanizm’e nasıl dayanak bulacaksın yoksa... Bu yüzden ruha uygun olmayan tercüme, tahriftir.

Halidî Tavırla Matûridîlik: Ağyarını Manî Efradını Camî

Geçtiğimiz yılın Ramazan ayı... Mevcut çalışmamız üzerine yoğunlaşmış bulunuyoruz. Meselemiz üzerine serdedilen batıl görüşlerin kaynağını irdelerken aklımızda daha önceden bu batıl neşrin mahiyeti hakkında oluşmuş “Mâtûridîlik’i Mutezile ile karıp itikad dünyamızı gevşetme hamlesi” diye ifade ettiğimiz kıymet hükmüne dair kanaatimizi güçlendiriyoruz. Bir süre sonra okuduğumuz ve dinlediğimiz safsatalardan bunalmış olacağız ki araştırmaya ara verip bir tasavvuf eserini elimize alıyoruz. Bu eser Mektubat-ı Mevlana Hâlid... Sayfaları kısım kısım okuyarak çevirirken bir ifadeye denk geliyoruz. İfade şöyle:

“...Durum böyle iken İmam-ı Maturidi’nin (r.a) mezhebinin hem Üstad Ebu İshak’ın mezhebine çevirip onunla birleştirmek hem de kesbin Maturidi’nin yanında izafi bir emir olduğunu ve kulun kudretinin eseri olan irade-i cüziyyenin aynı olduğunu söylemek arasında apaçık bir tenakuz vardır. Bu tenakuzun aslı ise ya HAK OLAN MEZHEBİ FELSEFECİLERİN HURAFELERİYLE KARIŞTIRMAKTAN DOĞMAKTA ya da MEZHEBİN HAKİKATİNDEN GAFİL OLMAKTAN HUSULE GELMEKTEDİR.”

Bu tevafuk karşısında hayret etmiyor ve ifadenin peşine düşüyoruz. Mevlana Hâlid (k.s) Ebu İshak üzerinden Eş’arîlik ile Mâtûridîlik’in birleştirilmesini bir vehim, Mûtezile’ye yaslamanın ise dayanaksız olduğunu ifadelendiriyor. Daha önceleri bir iddiadan bahsetmiştik. Hani, Halidilik’in Mâtûridilik’i Eş’arileştirdiği iddiası... Bize kalırsa bu iddianın ne kadar temelsiz olduğunu anlamak için illa bu ifadelere denk gelmeye gerek bile yoktur.

Ne diyelim... İnsan, muhalifinde azıcık olsun bir ilmî ciddiyet arıyor.

Maturidiliğin Eş’arileştirilmesi söylemi aslında onun adı altında Mutezile anlayışını perdelemek için kullanılır. Bu ümmet içerisinde bir fitne olarak neşet eden Mutezili anlayışın ancak bu yolla yeniden içimize girmesi sağlanabilir. Eş’arilikle arasına nifak sokup Mutezile’ye yol buldurma hamlesi... Nereden bakarsak bakalım anlamsız...

Misal bu hamleyi tahkim etmek için Osmanlı’yı da Maturidiliği Eş’arileştirmekle suçlarlar. Bu suçlama Osmanlı’nın Maturidiliği ihmal ettiği söylemini de beraberinde getirir. Osmanlı medreselerinde okutulan Eş’ari eserleri ve Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı’ya Eş’arî alimleri getirmesi(!) bunun için bir delil olarak kullanılır. Bu iddiaya göre Osmanlı’ya bu yollarla Eş’arilik gelmiş ve bilimsel ilerlemeyi durdurmuştur. Yekten ifade edelim ki bu iddia oldukça yersiz. Misal, medreselerde “Şerh’ul Akaid” ve “el-Mevakıf” gibi Eş’arî alimlerin eserleri okutuldu diye çıkartılıyor bunca tantana... Ama yine Osmanlı’da Mutezilî Zemahşerî’nin “Keşşaf” tefsirine haşiyeler yazılıyor hatta İsmailî olan Tûsî’nin eserleri okunuyor. Bunlar icra edildi diye Osmanlı’yı İsmailî ya da Mutezilî mi ilan edeceğiz? Oldukça zorlama bir mantık... Hatta mantıksızlık... Yavuz Sultan Selim’in Eş’arî alimleri Osmanlı’ya getirdiği iddiası ise tamamen mesnetsiz... Sultan’ın bulunduğu asır ve sonrasında Matûridî alimlere ve eserlerine göz gezdirmek bu mesnetsizliği anlamak için kâfi...

Gelgelelim farz-ı misal, Osmanlı Eş’arîleşmiş olsun... Ne değişecektir? Kelimenin tam anlamıyla bu iki mezhep arasındaki ihtilaf “özde değil, sözdedir.” Yani biri, birinden içtimaî yapıda büyük farklılıklar doğuracak kadar farklı anlayışlar serdetmemiştir. Bunun sarih olmasına rağmen bahis mevzuu olan hezeyanların ortaya atılmasının sebebini ise bir paragraf önce yekten verdiğimizden tekrar etmeyip, geçiyoruz...

Sapmanın Anatomisi, İmam Mâtûridî ve Sille-î Şerîf

Muhatap olduğunuz bu çalışma aslında hayretler içinde meydana gelmiş bir çalışmadır. İmam’ın (rh) ifadeleri açık, yolu bedahetle nazarlarda muhkem bir şekilde görünürken bunca zevatın “işkembe-i kübra”larından zıt sesler çıkarma cüretine hayret ederek yazıldı yani... Misal, İmam (rh) Kitabü’t-Tevhid eserinde bilme yollarının münkirlerine ayırdığı bölümün sonlarına doğru şunları söylüyor:

“Haberi benimsemeyene (son çare olarak) SERT BİR MUAMELE uygulanmalı, kendisine eziyet ve elem verecek tarzda DÖVÜLMELİDİR, belki bu yolla ancak haberle bilinebilecek hususları kabul eder.”

Bu ifadeleri kullanan bir âlimden hümanist bir telakkiye dayanak bulmaya çalışmak hayretten başka ne uyandırabilir ki insanda? Söz konusu ifadeleri burada serdetmişken hemen kulağımıza muhayyel bir cızırtı ilişiyor:

Çok sertsin Ya İmam...

Ne diyelim, cızırtı işte...

Bilirsiniz cızırtı; bir mekaniğin bozulduğuna işaret eden sestir ve yine o yapıdan çıkar. Kendi kendini ifşa...

hk3

* * *

Hayretlerimiz belirli bir ritimle bestelenirken düşüncelerimiz güfte görevi görüyor. Bir grubun eğer “beşinci kol” faaliyeti yürütmüyorsa, bu kadar sarih bir manadan olmadık sonuçlar çıkarmasının altındaki en temel faktörü arıyoruz. İmam’dan (rh) tarihselci, laik, rasyonalist bir dayanak bulmak oldukça numunelik bir vakıa çünkü... Bu yolla bir ara psikoloji eserlerini incelediğimiz bile vakidir. Çalışmamız bu sebepten ötürü neredeyse bambaşka bir alana savrulma yaşayacakken İmam’ın serdettiği bir ifadeye dikkatimizi teksif ederek yine İmam’dan kendisi üzerindeki tahrifat hamlesinin sebebine dair fikrî ham madde buluyoruz.

İmam (rh) Kur’an’da çelişki olmamasına rağmen ondan olmadık anlamlar çıkaranlardan bahsediyor ve bu ayetlerin hakikatinin neden onlara açılmadığına dair sebepleri sıralıyor;

“Muhkem konumundaki bir kısım ayetlerin bazı kimselerce anlaşılmayıp gizli kalmasının sebepleri vardır:

  • Böyle birinin fıtrî karakterinin zevk alınacak şeylere düşkün olması
  • Alışkanlıklardan ayrılamaması
  • Güvendiği birine özenmesi
  • Sorup soruşturma işini yeterince yerine getirememesi
  • KENDİ AKLINA GÜVENDİĞİ için İLAHİ HİKMETİ ONUN ÜZERİNE KURMAYI TERCİH ederek AKLINI KENDİNE ULAŞAN NAKLE TABİ KILMAMASI ve böylece aslında muhkem olanın onun telakkisinde müteşabih durumuna düşmesi
  • Araştırmayı yetersiz yapması

İşte bu hususlar bütün her şeyin tanıklık etmesine rağmen tevhit inancından yüz çevirenleri de etkileyen faktörlerdir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.”

İmam’ın saydığı bu sebepler hem mezhebinin hem de İslam anlayışımız üzerinde yapılan tüm tahrifat biçimlerinin altında yatan temel saiklerdir.

* * *

İmam’ın “kendi aklına güvendiği için ilahi hikmeti onun üzerine kurmayı tercih ederek aklını kendine ulaşan nakle tabi kılmaması ve böylece aslında muhkem olanın onun telakkisinde müteşabih durumuna düşmesi” diye serdettiği sebep, aslında yine Matûridîlik üzerine bugün kurulan yanlış anlayışın yine İmam tarafından çağları aşan tespitidir. Saatlerce İmam nezdinde aklın ve vahyin konumu nereye düşer diye akademik illüzyonla sayıklamalar yapılır. Yok, akıl ve vahiy yan yanadır, biri birine at başı gider, vahiy akla yardımcıdır vesaire... Bir yığın akademik illüzyon... Aslında gören göz için İmam ne kadar da sarih ifade etmiş.

Akıl, nakle tabidir. O kadar...

Ama işte yine İmam’ın saydığı sebeplerdendir ki muhkem konumundaki İmam Matûridî’nin hakikati bu nevi adamlara kapanmış... Şimdi bu sarih ifadeyi dahi göremeyen adama Te’vilat’tan bin delil getirsen ne eder, getirmesen ne...

Mâtûridî Akıl Bestesi ve İfrat-Tefrit Kakofonisi

Akıl mevzusu... Aslında anlaşılması ve yerinin tayin edilmesi bedihi olan bir mevzu... Son asırların güya düşünen insanlarının elinde oyuncak haline gelen bir kavram olduğundan net olan manası muğlak hale gelmiş. Olduğundan üst bir mevkiye çıkarılmış yahut olması gerekenden daha aşağı bir yere indirilmiş. Akla tefrit halde bir acziyet atfedildiğinde ifrat halde vukufiyetinin iddiası ile mukabele edilmiş, ifrat halde malikiyete layık görülürken de tefrit haldeki acziyet iddiası ile buna karşı çıkılmış. Ne olmuşsa olmuş ama son asırlarda, insanlık aklı bir yere konumlandıramamış. Heyhat... Rivayet o ya, insanlık ilerlemiş...

Baktığımız zaman aklın ne olduğuna dair belirsizlik ve yerinin tayin edilememesi, aramıza ithal edilen bir arızadır. Üstelik angusların ithal edilmesi kadar bile iş ciddiyetinden uzak... Dedik ya kötü çeviri tahriftir diye... Batılı’nın “reason” ya da “ratio” dediğine İslam’da akıl denilip denmediği yahut deniyorsa bile muhtevasının ve sonuçlarının aynı olup olmadığı tahkik edilmeden korsan fikir gemisiyle yapılan gayrî meşru bir ithalat vakıası... Misal, Batı’da akıl denilen şey her fikre dalkavukluk yapmayı zorunlu hale getirirken İslam’da akıl dediğimiz, her fikri mutlak hakikate nispet etmeyi mecbur kılacak bir seviyeye çıkarır insanı... Bu sebepten İmam Mâtûridî yahut İmam Gazali akıl dedikçe saflar sıklaşır, nizam alayı kurulur fakat başka alemler akıl dediğinde saflar dağılır ve dalkavukluk oyunu başlar. Öyle ya, bizden olmayan, bizi dağıtır. Herkes birbirinin fikrine saygı duymak zorundadır çünkü ortada akıl diye yutturulan ama aslında temeli heva olan bir Çingen cümbüşü vardır. Biri itiraz ederse bestesiyle tepinilen kakafoni durur. Aslında fikir özgürlüğü dedikleri şeyin garantisi bizzat “zırvalama hakkıdır”. Biri diğerinin zırvalamasına saygı duymazsa fikir özgürlüğü ortadan kalkacak ve kendi de zırvalama hakkını elinden kaybedecektir. O yüzden her fikir özgürlüğü dendiğinde bu kulağımıza “zırvalama hakkı” diye başkalaşım geçirerek gelir. Fikrin aslında biricik vasfı mutlak hakikate bağlı olmasıdır. Mutlak hakikate bağlı olduktan sonra isterse bağrından milyon adet dal çıkarsın. Biz bunu ayrıca fikir özgürlüğü diye gündeme almayacak kadar normal görürüz. Hani insanların nefes alma özgürlüğü diye bir şeyi gündemine alması ne kadar absürt ise bizde de hakikate bağlı oldukça fikir özgürlüğü diye bir mefhumu gündeme almak o kadar absürt olur. Ama gelgelelim biz “hakikate bağlı oldukça” ifadesini kullandığımızda dahi mukabil olarak, annesinden odasını toplama uyarısı alan bir ergenin dahi yapmayacağı isyan gümbürtüsüne maruz kalıyoruz. Halbuki dışarıdan eve getirdiği pislikler de dahil olmak üzere her yer her yerdedir ve evi koku sarmıştır.

Bu ergenliğe bir baba nizamıyla dur diyemiyorsak bir ana yüreğiyle odayı baştan sona tertemiz etmek mecburiyetimiz...

* * *

Kullanılan bir ifade var ki bu ifadeye muhatap olduğumuz ilk anlardan itibaren hep bu ifadeyi söyleyende zihinsel bir arıza olduğuna dair vehme düşürmüştür bizi. O ifade “İslam akıl dinidir.” ifadesi... Yahu ne saçma... Misal, abdest için su kullanıldığında “İslam su dinidir.” mi diyelim o zaman? İslam’da akıl kullanılır ve akla hakkı verilir. Hem de en güzel biçimde... Ama suyun kullanılmadığı yer ve zamanlar da vardır. Yahut İslam zekât dinidir gibi bir ifadeyi kullanmayız değil mi... Zekât İslam’da farzdır, önemli bir şey olmakla birlikte yalnızca, İslam’da birçok şeyin içinde sadece bir şeydir. Mesela biri “İslam akıl dinidir.” dese biri de ona “İslam akıl dini değildir.” dese ve onlara “İslam itidal dinidir.” hakikatini hatırlatmayan başka biri olmasa, seyret curcunayı...

İşte İslam üzerinde işletilen bu kör dövüşü, İmam Mâtûridî’nin ilmî şahsiyetini değerlendirmelere de yansıyor. Onun için kullanılan ifade de ilk duyduğumuz andan itibaren söyleyenlerin idrak sıhhatinden şüphe etmemize sebep oldu. İfade o ki “İmam Mâtûridî akılcıydı.” Hani nasıl bir yokluksa, uçağı tanrısı zanneden ilkel kabile gibi, İmam akla vurgu yapıyor diye heyecanlanıp ona akılcı diyor. Yokluk derken kastımız, akıldan yokluk. Modernizm inhisarında olan bir zihin için akıl, çölde aranılan bir vaha... Hani aklını kullanmaktan ziyade idrak kombinini güncele uydurma ameliyesi hakim... Günceli kuşatıp iyiye, güzele, doğruya tahvil edecek büyük akıldan yapısı itibariyle yoksundur Modernizm... Zira, güncelin hakimiyeti altındadır ve kendisiyle birlikte aklı da içinde bulunduğu asra kiralanmıştır. Bu yüzden bu ince hastalığın eline düşenler yine bu ince hastalığa zihinlerdeki İmam Mâturidî’yi ipotek olarak vermişlerdir. Uzatmadan ifade edelim ki bu tabir İmam’a zulümdür. Tevekkeli dememiş İmam, “Zulüm bir şeyi ait olduğu yerden başka bir yere koymaktır.” diye... Misal İmam yukarıda da verdiğimiz bahiste bazı insanların dövülmesinden bahsediyor. Hem de birkaç yerde... Şimdi buradan yola çıkıp (haşa huzurdan) “İmam Matûridî aikidocuydu.” mu diyelim?

hk4

* * *

Aslında bakıldığı zaman İmam’ın aklı nereye koyduğu çok sarih... İmam’a mevhum bir halde izafe edilen ayrımların sûnîliğini bir kenara koyacak olursak İmam’ın yapmış olduğu en temel ayrım akıl ve heva arasındaki ayrımdır. İmam aklın doğru hizmet edebilmesi için heva tarafından perdelenmemesi gerektiğini sürekli vurgular. Buna binaen akıl doğru işlediği zaman nakle tabi olmaması imkânsızdır. Misal peygamberliğin hakikatinden bahsederken peygambere bağlanmanın aklen zorunlu olduğunu vurgular. Yani aklın, tabi olmaktan bigâne kalması aklen yine imkansızdır. Tıpkı, aklın mahdut olmayışının yine aklen imkansız olması gibi...

Şimdi nedir bu? Fideizm mi? Eğer dünyayı dört köşe felsefî sayıklamalar ardından görüyorsanız ezber halde buna Fideizm diyebilirsiniz. Ama bu ezberiniz yine bunu karşılayacak bir mahiyet belirtmez. Fideizm bir çaresizlik içerisinde akılla inancın kavgasında, inanç tarafını seçmektir. İdrakin aczini kabul edip yine idrakin aczini idrak edememekten doğar. Bizde ise imanla akıl zaten kavga etmez. İmanla mütekabiliyet içerisinde olan hevadır. Heva ve nefs... Bunlar insanda hakimiyet kurunca aklı ele geçirir ve kendine hizmet ettirir. Bu yüzden akletme kabiliyeti nefsin terbiye edilmişliğiyle doğru orantılıdır. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda bizde aklın hududunu belirtmek yine makul bir hamledir. Yani aklın acziyetini kabul etmek yine aklen zorunludur. Bu kabul ediş ise aklı gerçekten kullanma istidadında olanlara nasip olan bir değerdir. İmam Mâtûridî’nin akla dair bahislerinden tüten mana budur. Bakalım...

* * *

İmam, Kitabü’t-Tevhid eserinde aklın, “birleşebilenleri bir araya getiren ve ayrılması gerekenleri de ayırabilen” bir mahiyet belirttiğini ifade ediyor. Yine aynı eserin nübüvveti ispat ve gereğini anlattığı bölümünde:

“İNSAN AKLININ VARABİLDİĞİ NİHAİ NOKTA, KENDİNİ DESTEKLEYECEK VE YARATILIŞ AMACINI OLUŞTURAN DİRLİĞE VE BİLGİYE YÖNLENDİRECEK BİRİNE BAŞVURMAKTAN İBARETTİR. Malumdur ki bu hususu akılları yaratıp varlık alanına çıkarandan daha iyi bilecek biri de yoktur. BU DÜŞÜNCENİN SEYRİNDE YARATICI NEZDİNDEN GELDİĞİNİ BİLDİREN BİR PEYGAMBERİN MEVCUDİYETİNE HÜKMETMENİN GEREĞİ VARDIR. Başarıya ulaşmak ancak Allah'ın yardımıyla mümkündür.”

İmam bu ifadeleriyle de aklın kazanabileceği en yüksek irtifayı peygambere başvurmak olarak işaretliyor. Büyük Doğu’da, İmam Gazalî’ye atfedilen şu söz geliyor hemen akla, “Aklı gerdim, gerdim, kopacak kadar gerdim, gördüm ki, o, sınırlıdır ve kendi kendisine varabileceği hiçbir nihayet noktası yoktur. Aklımı kaybedecek hale geldim ve Allah Sevgilisi’nin ruh feyzine sığınıp her şeyi anladım ve kurtuldum. Peygamberlik tavrı aklın verasıdır.”

Bugün sûnî gündemle Mâtûridîlik tavrı yokmuş gibi gösterenler asırlık köke bağlı davamızın hamurunda İmam’ın parmak izlerini göremezler, diyelim ve bakmaya devam edelim... Yani daha doğru bir ifadeyle, İmam’ın akla dair ifadelerini aynen aktararak yine onun akla dair görüşünün resmini çizmeye uğraşalım...

Te’vilat’ın beşinci cildindeki A’raf suresi tefsirinden:

“Gerçek şudur ki, AKILLAR VARLIKLARIN KÜLLİ OLUŞUNU KUŞATMAKTAN ACİZ VE SINIRLI İHATADAN ANLAYIŞLAR DA İŞLERİN SON NOKTASINA ERİŞMEKTEN EKSİK olarak yaratılmıştır. Çünkü onlar, bütün unsurlarıyla (külli oluşuyla) sonlu olan âlemin parçalarıdır. Âlemi algılayan idrakin vasıtaları, nesnelerin gizli tutulan özellikleri şöyle dursun, açık olan şeylerin künhünü bile idrakten aciz olan duyulardır. Kendisiyle idrak edilen kaynakların hikmetin son noktasını algılamakta niteliği bu olunca akıllar da insana tevdi edilen hikmeti kuşatmaktan aciz olur. KİM CENAB-I HAK'TAN BİR İŞARET OLMADAN ÂLEMİ İHATA ETMEYİ VEYA ULUHİYYETİN HİKMETİNE ULAŞMAYI İSTERSE O KİŞİ, AKLA ZULMETMEKTE VE TAŞIMAKTAN ACİZ OLDUĞUNU BİLDİĞİ BİR YÜKÜ ONA YÜKLEMEKTEDİR. Malumdur ki Cenab-ı Hakk'ın ayette söz konusu ettiği varlıkları yaratmaya dair belirtilen günler, akıllar onu kuşatmaktan aciz kalsa da hikmet son noktasıdır. Çünkü o günleri belirleyen, hikmeti övgüye değer bulan, akılsızlığı ve akılsızları yermeyi akıl ehline gerekli kılan Allah'tır. Hikmetin, ancak Cenab-ı Hak tarafından lütfedilen kadarına ulaşmak mümkün olsa bile, insana bunun hikmetini araştırmayı gerekli kılmıştır. Başarıya ulaştıran sadece Allah'tır.”

hk5

Aynı bölümün başka bir kısmından:

“Sonra, iyi ve temiz şeylere gelince; akıl ve fıtrat olduğu hal üzere bırakılırsa (bozulmazsa) bir şeyin iyi ve temiz yahut kötü ve pis olduğunu bildiren bir peygambere ihtiyaç olmazdı. Akıl ve fıtrat bütün bunları bilirdi. FAKAT AKILLAR ŞÜPHELERLE KARŞI KARŞIYA KALIR VE BUNLARI BİLMESİNİ ENGELLER. DOLAYISIYLA İYİ İLE KÖTÜYÜ VE TEMİZ İLE PİS OLANLARI KENDİSİNE BİLDİRECEK ALLAH'IN ELÇİSİNE İHTİYAÇ DUYAR.”

Bu meseleyle ilintili olarak Kitabü’t-Tevhid’in Senevilerin tenkid edildiği bölümünden bir ifadeyi de aktarmakta fayda var:

AKIL, YETENEKLERİ BELİRLENMİŞ BİR VARLIK OLUP KENDİSİ İÇİN ÇİZİLEN ALANI AŞAMAZ. Bunun yanında bize yönelik cephesiyle güzel görünen nice şeylerin aslında çirkin nitelik taşıdığını, düzenli görünenlerin de aslında bozuk olduğunu sezme yeteneği de onda mevcuttur. Anlaşılıyor ki bazen kendi alanına giren hikmet ve sefehin mahiyetini anlamaktan alıkoyan maniler akla da gelebilmektedir.”

Hüsn-Kübuh mevzusunda Eş’arîler’e atfedilen “Vahiy olmadan akıl hiçbir iyiyi ve kötüyü bilemez.” İfadesiyle, Mâtûridîlere nispet edilen “Vahiy olmadan akıl tüm iyilikleri ve kötülükleri bilebilir.” ezberinden (ki yukarıda İmam’dan aktardığımız ifadeleri de göz önünde bulundurarak bu ezberlerin doğru olmadığını söyleyebiliriz) güya birini tam akılcı birini akla düşman gösterirler. Bu kopya-ezber durumunu arz ettikten sonra buradan Eş’arî ve Mâtûridî ulema arasında sanki akıl-nakil çatışması varmış gibi bir sahne sergilemeye başlarlar. Hani her şeyi geçelim ilim ciddiyetinden bile uzak. Misal, Eş’arî alimler de dahil olmak üzere insanın maksadına uygun olanının iyi olduğunun akılla bilinmesi tüm ulemanın ortak görüşüdür. Yani Eş’arîler dünyalık anlamda iyilik ve kötülüğün akılla bilinebileceğini söylerler. Yani tüm iyi ve kötüler vahiy olmaksızın bilinemez dedikleri yok. Mâtûridîler için de aynı şey söz konusu, aklın bilemediği iyi ve kötüler de mevcut bildikleri de... Burada hassaten dikkat edilmesi gereken nokta aklın iyiyi, kötüyü bilmesi demek, onu idrak etmesi demektir yoksa aklın ahkâm koyan bir merciye yükselmesi demek değildir. Bırakalım Eş’arî ve Mâtûridî alimleri Mûtezile bile bunun böyle olduğunu savunmaz.

İmam’ın akla dair görüşünü tebellür ettirmek için yine Te’vilat’tan Al-i İmran suresinin tefsirinden bir parça aktaralım:

Cenab-ı Hakk'ın, peygamberlerini bile haberdar etmediği konularla veya ZAYIF AKILLARIN MAHİYETİNİ İDRAKTEN ACİZ KALDIĞI ŞEYLERLE UĞRAŞANLAR, AVAMIN VE ANLAYIŞI ZAYIF KİŞİLERİN ZİHİNLERİNİ KARIŞTIRMAYI KASTETMEKTEDİR. Aziz ve Celil olan Allah, onların mahiyetini Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini haber vermektedir, bu bilgi bizden başkasında bulunmuş olsun veya olmasın. Şayet böyle bir bilgi başkası tarafından bilinmişse bunu, AKILLARIN ULAŞABİLECEĞİ BİR ŞEY OLDUĞU İÇİN DEĞİL, YÜCE ALLAH SAYESİNDE BİLMİŞ OLUR.

Düşünmemeyi Telkin Eden His Neden Şeytan Vesvesesi?

Bugün İmam’ın her sözünü bağlamından koparıp reformist bir tavra kaynak oluşturma eğilimi bazıları için adeta bir yaşam pratiği haline gelmiştir. İmam’ın gerçekte neyi neden dediğini ilmî bir titizlikle incelemeden hatta insanî bir insaf haline bürünmeden piyasaya sürerler. İmam onlar için bir amaçlarını husule getirmek için kullandıkları bir araçtan öte değildir. Mâtûridîliğin unutulmaya yüz tuttuğunu söylemeleri bu yüzdendir. Yoksa ne geçmiş dönemde ne de şimdi “Sünnet ve Cemaat Ehli” bunu unutmuş değildir. Sadece bu çevreler gibi Mâtûridî mezhebini (haşa huzurdan) ağızlarda sakız haline getirmemiştir. Bunun aksine asırlarca itikad dünyasının bağrında sapmamak için koyduğu bir yön tabelası olarak muhafaza etmiştir. Zaten böyle olmuş olmasaydı bugün İmam’ın karizmasını kullanarak kendi batıl fikirlerini yine İmam’ın imitasyonu altında serdetmeye çalışmazlardı.

Şunu idrak etmeliyiz; Mâtûridî mezhebine sahip çıkmak demek sadece kitap çevirisi yapmak yahut bu hadise hakkında laf kalabalığı yapmak demek değildir. Sahip çıkma ameliyesi itikadî mezhep olgusunu yerli yerine koyduktan sonra hayata dair bu meseleyle ilintili ne kadar iş veya oluş varsa yine aynı meseleye göre hepsini hizaya çekmektir. İşte örnek, Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi Hazretleri... Büyük Mâtûridî alim ve Nakşibendî şeyhi... Bu çalışmanın ilk yazılarında üzerinde durmuştuk. Çin’den ta Komor Adaları’na hakikati serdetmiş. Şimdi Gümüşhanevi Hazretin Mâtûridîlik hakkında cilt cilt yazmasına gerek mi var? Yok efendim Mâtûridîlik geri planda kalmış... İşte İmam Mâtûridî onca eseri insanlar böyle akılsızca söz söylemesin diye yazmış. Akla bu yüzden vurgu yapmış. Ama işte aklın hakikati insana kapalı kalınca lafzı ağza vuruyor.

Evet, bağlamından koparılan sözler dedik... İmam’ın “İnsan şunu da bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden his şeytani vesveseden başka bir şey değildir.” sözü de bağlamından koparılan sözleri arasındadır. Hatta öyle ki kırk yaş üstü ve hayattaki son marjinal çıkışını güya geleneğe (!) yapmak isteyen beynamaz dayıların facebook ya da twitter duvarlarında sürekli paylaştığı bir söz haline gelmiştir. Bir kere bağlamından kopup yayıldı mı söz, tut tutabilirsen... Bir hakikatin cambaz elinde insanlara sirk gösterisi haline getirilmesine içimiz ne kadar yansa az... Oysa imam bu sözü sorgulayan Müslüman pozlarına bürünenlerin elinde oyuncak olması için değil insanın nefsanî arzularına düşmemesi için ihtar olarak söylemiştir. İmam’ın kastettiği tefekkür zaten Allah’ın varlığını ve birliğini anlamak için yapılan tefekkürdür. Kendimizi aradan çıkarıp sözün başını sonunu gayesini aynen aktaralım... İmam’ın Kitabü’t-Tevhid’de “Tefekkür Yoluyla Bilmeyi Savunduğu” bölümünden:

“İnsan şunu da bilir ki kendisine düşünmemeyi telkin eden his şeytani vesveseden başka bir şey değildir; çünkü böyle bir davranış ancak şeytanın işi olabilir, amacı da kişiyi aklının ürününü toplamaktan alıkoymak, fırsatları değerlendirmesine ve arzusuna ulaşmasına vesile olan bu ilahi emaneti kullanmak konusunda onu korkutmaktır. Bu söylediklerimizin delili şudur: İnsanın, nesneler (alem) hakkında fikir yürütmek suretiyle aklını kullanması, bu sayede onların başlangıç ve sonuçlarıyla ilgili olarak gizli kalan yönlerini ve ayrıca sonradan vücut bulup BİR YARATICININ VARLIĞINA DELİL OLUŞTURMALARINI TESBİT EDİP ÖĞRENMESİ KENDİSİNİ NEFSANİ ARZULARDAN ALIKOYACAKTIR. Kişi böyle bir engellemenin şeytan işi olduğunu mutlaka anlayacaktır. Nasıl ki bedenin organlarından herhangi birini kendisine tevdi edilen yararlardan menetmek veya onu fonksiyonlarından uzaklaştırmak asla isabetli olmayıp, aksine organı zararlı pozisyonlardan korumak ve yararlı yollarda kullanmak yerine getirilmesi gereken bir ödevse, yararlar ile zararların belirlenmesine vasıta olan akıl ve istidlalin de ihmal edilmemesi daha büyük bir önemle gereklidir.”

Üstüne üstlük bunun zaten güya sorgulayarak iman etme pozlarına bürünenler için bir dayanak olarak kullanılamayacağını yine aynı eserin “Kulların Fiilleri ve Faillerinin Belirlenmesi” hakkında yazılan bölümden anlıyoruz. İmam burada şunları söyler:

“Yine Allah nakli de muhkem-müteşabih, müfesser-mübhem olmak üzere iki gruba ayırmıştır; bunun da amacı bilgilerin nihai noktalannı beyan etmesidir; YANİ GEREKTİĞİ YERDE DURMAK, GEREKTİĞİNDE DE İLERİ MERHALELERE DOĞRU YÜRÜMEK. Mübhemi müfesserin ışığı altında anlamak ve muhkemi esas alıp müteşabihi ona arzetmek yoluyladır ki sem'i delil hakkında yapılması gereken şu hususlar ortaya çıkar: YA NAKLİN MUHTEVASINDA MÜKELLEFLER TARAFINDAN BİLİNMESİ GEREKEN VE KENDİSİNE İHTİYAÇ DUYULAN BİR HUSUS BULUNUR, YAHUT DA MAHİYETİNİN BİLİNMESİNDEN MÜSTAĞNİ KALINIP DETAYLANNA GİRMEMENİN İCAP ETTİĞİ VE BÖYLECE TEVAKKUF EDİP İLERİ GİTMEME NOKTASINDA BİR İMTİHAN VESİLESİ OLUŞTURDUĞU ANLAŞILIR. ZİRA ALLAH TEALA'NIN, BİRİ İRDELEMEDEN BENİMSEMEK, İKİNCİSİ DE ARAŞTINP İNCELEMEK ŞEKLİNDE OLMAK ÜZERE İKİ YÖNTEMLE DE KULLANNI MÜKELLEF TUTUP DENEMESİ MÜMKÜNDÜR; KULUN GÖREVİ NASIL OLURSA OLSUN İLAHİ EMİR ÇERÇEVESİNDE İTAAT ETMEKTİR.

Şu ana kadar İmam’ın akla dair söylediği birçok şey aktardık. Hatırlarsanız başta İmam’dan sadır olan görüşlerin bu kadar sarih olmasına rağmen bunca manipülasyonu yapmaya nasıl cüret ettikleri karşısında hayretlerimizi belirtmiştik. İmam’ın akla dair söylediklerinden eğer bir çalışma ortaya çıkacaksa neredeyse her fırsatta dile getirdiği “hevanın aklı perdelemesi” bahsine odaklanmalıdır. Bunun haricinde İmam’ı rasyonalist bir düşünce dünyasının aktörü yapmak hem komik hem de zelilliktir. İmam’ın adı etrafında sirk kurup illüzyon yapmaktan utanmıyorlarsa, dilediğini yapsınlar. Biz işimizdeyiz…

Akla Mâtûridî Tavır: Hevadan Kurtarıp Peygambere Bağlamak

Tekrar edelim, İmam (rh) sürekli aklın heva ile perdelenmesinden bahseder. Kitabü’t-Tevhid’in “Deysaniyye’nin Görüşlerini” tenkit ettiği bölümünde bunların batıl yola sapmasını da buna bağlar. Şimdi ona bakacağız ama bakarken bugün İslam’da sapık fırkalarında sapma sebeplerine dair de İmam’ın ifadelerinden ilham alalım. Buyrun:

“Allah'a düşmanlığı tercih edip taatinden yüz çevirene inen ilahi gazabın boyutlarını anlayasınız diye Deysaniyye'nin görüşlerini naklettik, böylesi Allah'ın yaratışı meselesinde, dini konularda kendini başarılı kılması ve doğru yolun kapısını açması için O'ndan yardım dileyerek TESLİMİYET ÇERÇEVESİNDE FİKİR YÜRÜTMEMİŞ, AKSİNE DÜNYAYA MEYLEDEREK GÖNÜL BAĞLAMIŞ VE NEFSİNİN ARZULARINA ÖNEM VERMİŞTİR. CENAB-I HAK DA ONU NEFSİYLE HAŞHAŞA BIRAKMIŞ VE DÜŞMANINDAN KORUMAMIŞTIR, çünkü bu kişi Allah'a yalvarmamış, gönül verdiği alanın dışındaki değerlere de ilgi göstermemiştir.”

İmam için akıl her durumda sağlıklı çalışan bir mahiyette değildir. Zaten İmam’ın övdüğü akıl da aslında selim akıldır. Tasavvufî ıstılahtan haberi olanlar bilir. Şimdi İmam’a atfedilen bir iki menkıbeyi yorumlanabilecek en ahmakça biçimde yorumlayan ve buradan bir tasavvuf münkiri çıkarmaya çalışanları hiç konu edinmeden ifade edelim ki İmam’ın övdüğü akıl, mutasavvıfların seyrinde ulaştıkları akıldır. Nefsanî ve dünyevî illetlerden arındırılmış akıl... Zaten İmam söz konusu akıl olunca ona bir peygamberin mutlaka kılavuzluk etmesi gerektiğini vurgular. Yine Kitabü’t-Tevhid, ama bu sefer “Nübüvvetin İspat ve Gereği” bölümünden, bakalım:

“Bir de şu var: Bilindiği üzere dünya meşgaleleri ve bu meşgalelerin akılları sarması onların sağlıklı çalışmasını aksatır. Bunun yanında kederler, insan yapısına yerleştirilen çeşitli sıkıntılar, ayrıca muhtelif hayat sahnelerinin acıları ve sayılamayacak kadar faktörler... Bunların hepsi insan aklını meşgul etmekte ve onu küçük büyük, gizli aşikâr her bir alandaki gerçeği kavramaktan alıkoymaktadır. Nefsanî arzuların egemenliği, dünyevi emel ve lezzetlerin çokluğu da ayrı bir rol oynamaktadır. Bu sebeple insanlara yol gösterecek ve belirsizliğin baş gösterdiği durumlarda gerçeğe kılavuzluk edecek bir Allah elçisinin bulunması zorunlu hale gelmiştir. Bütün güç ve kudret Allah'a aittir.”

Aynı bölümdeki benzer ifadeleri sıralayalım:

“Duyulur alemde, nefsini, şehvetler bataklığına düşmekten koruma görevini ihmal etmeye rıza gösterecek aklı yerinde birinin bulunmadığı kesindir. Aksine herkes beşeri yeteneklerini kendine zarar vermeyecek ve sonuçlan övgüyle anılacak bir çizgi üzerinde eğitip geliştirmeye özen gösterir. Şunun da belirtilmesi gerekir ki nefsin yapısında, kurtuluş umduğu yerde kişiyi helake götürecek ve fayda beklediği yerde ona zarar getirecek bir bilgisizlik ve hoyratlık da vardır. Bu bilgisizlik onu, bütün davranışların sonuçlarını bilen bir zata (peygamber) muhtaç kılar. Ancak o sayededir ki nefsini aşağı arzularına terketmeden bu zatın göstereceği doğrultuda eğitebilir.”

Yine aynı bölümden:

“Bütün bunlardan başka ilahî lütuf ve nimetler açısından nübüvvetin gerekliliği konusunda ortaya konacak iki söylem daha vardır. Birincisi, nimet verenlerin teşekküre hak kazanmasının farklılık arzetmesi ve sunulan nimetlerin değişik değerler taşımasıdır; öyle ki bu nimetleri, yaratandan başka hiçbir kimsenin bilgisi kuşatamaz. Buna bağlı olarak da YARATICIDAN BAŞKA HİÇBİR AKIL NİMETLERİN HAKKINI TAM MANASIYLA EDA ETMENİN YOLUNU BİLEMEZ. ŞU HALDE NİMETLERİN SAHİBİNDEN BİLGİ ALIP AKLA HABER VERECEK BİRİNİN (PEYGAMBER) BULUNMASI GEREKLİLİK KAZANIR.”

Hakikate zıt tavır alanların bu ameliyesini nefsanî bir probleme bağlıyor İmam... Akıl ile heva birbirinden ayrılmadıkça hakikate ulaşmak mümkün değil. Peki, akıl hevadan, nefisten, dünyevî meşgalelerden nasıl arınıp hakikate ulaşacak? Biz bu serinin daha önceki yazılarında bu hadiseden bahsedip tasavvufun bu işteki rolüne dair birkaç şey söylemiştik. O yüzden tekrardan konu edinmeyeceğiz ve bu bahsi yine aynı bölümden bu bahis için son kez İmam’ın dediklerine bakacağız... Buyrun:

“Öylesi bütün gerçekleri nefsinin hoşlandığı ve tabiatının zıddından nefret ettiği şeylerden ibaret görür. OYSAKİ BU DAVRANIŞ HÜKÜM VE GERÇEKLERİ MAHİYETLERİNDEN ÇIKARIP DEĞİŞTİRİR VE SÖZ KONUSU KİŞİNİN VARDIĞI YARGILARIN AKLI TAM MANASIYLA ANLAMAYIŞININ ÜRÜNÜ OLDUĞUNU KANITLAR. BÖYLESİNİN YAPMASI GEREKEN ŞEY AKLIN HAKİKATİNİ BİLMESİDİR. BU TAKDİRDE AKLIN VERECEĞİ KARARLA ÖNCE SÖYLEDİĞİNİN YANLIŞLIĞINI ANLAYACAK VE AKIL İLE HEVAYI BİRBİRİNDEN AYIRAMADIĞI İÇİN KENDİNİ SUÇLAYACAKTIR. Başarıya ulaştıran sadece Allah'tır.”

Kalın ve büyük harflerle belirttiğimiz yerler işte, özelde İmam Mâtûridî ve Mâtûridîlik, genelde de İslam’ın rasyonelleştirme çabasındaki düşmüşlüğün özetidir ve teşhisidir.

Sonuç Yerine Hâl Tercümesi

Yanlışa bizzat doğrunun şeklini giydirmeye çalışanlar... Tefekkür dünyasının çile ve imtihanıdır bunlar. İmam (rh) şahsında bunu yapanlara karşı bu yazıdaki üslubumuz genelde direk İmam’dan alıntılamak oldu çünkü söyledikleri o kadar yanlış ki hiçbir izahata gerek kalmaksızın direk İmam’ın ifadelerini verince mesele ortaya çıkıyor. O halde bu bahsin son sözlerini yazarken de üslubumuzu koruyalım... Kitabü’t-Tevhid’in “Nübüvvet Konuları” bölümünden:

“ALLAH'A HAMD VE SENALAR OLSUN Kİ ŞİMDİYE KADAR YAPTIĞIMIZ AÇIKLAMALARLA İNSAN AKLININ PEYGAMBERLERE OLAN İHTİYACINI, ONLARI BENİMSEMENİN GEREĞİNİ VE AKLIN HER ŞEYİ KAVRAYAMAYACAĞINI DİLE GETİRMİŞ OLDUK...”

* * *

İmam’ül Hüda ve alemü’l huda, müsahhihu akaidi’l-müslimin ve Reis-ü Ehli’s Sünne, İmamü’l Mütekellemîn Ebu Mansur el-Mâtûridî Efendimiz’in (rh) ifadeleriyle bu yazıyı sonlandıralım:

“Ne var ki Allah kendi uğrunda gayret sarf edene lütuf ve keremiyle yolunu göstereceğini vaat etmiştir. Bu da O'na boyun eğip niyazda bulunmayı gerektirir, ta ki gayret sarf edeni gizli hikmetinden kerem ve ihsanıyla lütfedeceği miktarına muttali kılsın, O her şeye gücü yetendir...”

(DEVAM EDECEK)

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi