İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Yusuf Hocam, ne zaman İslam’a cepheden bir saldırı olsa veya içeriden çürütme maksatlı bir faaliyet yürütülse kamuoyu sizi her zaman bu saldırılar ve faaliyetler karşısında göğsünü siper eden dertli ve cesur bir münevver olarak tanıdı. Gün geçmiyor ki İslam âlemi olarak yeni bir belanın sabahına uyanmayalım. Bu belalar kimi zaman Suriye’de açlıktan kıvranan yetim bir çocuğun başına milyon dolarlık bombalar halinde yağıyor, kimi zaman da zihin ve düşünce terörü olarak idraklerimizi işgal ediyor. Bugün sizinle daha çok zihnen ve düşünsel olarak kuşatılmışlığımızdan konuşmak istiyoruz. Misal; LGBT-İ, İstanbul Sözleşmesi, Toplumsal Cinsiyet… Ve bunların toplumdaki yansımaları… Bizler de Seriyye Dergisi olarak 3. devremizi başlattığımız 2019 Ocak ayından itibaren bu konulardan her sayımızda etraflıca bahsediyoruz. Sizin de bu konularda hassas olduğunuzu biliyor ve bu bağlamda konuşmak istiyoruz. Hocam arzu ederseniz, İslamî toplum hayatını, Müslüman aile yapısını ve İslam kadınını gözüne kestirmiş olan ve İngiliz sömürge bakanlığı anlayışı ile icra olunan İstanbul Sözleşmesi’nden başlayalım. Nedir hocam bu İstanbul sözleşmesi?
Başımızın belası! Şöyle ki; uluslararası bir anlaşmadır İstanbul Sözleşmesi ve Türkiye de uluslararası anlaşmaları uygulamak zorunda. Türkiye’deki hukuki düzen şöyle işliyor; en üstte Türk hukuku var, sonrasında uluslararası hukuk var, ondan sonra da lokal hukuk vesaire var… Uluslararası anlaşmalar uygulanmadığı zaman oldukça ağır yaptırımları var. Bu İstanbul Sözleşmesini imzalayanlar katakulliye mi getirildi, yoksa bilinçli olarak mı imzalandı, onu bilmiyorum. Açıkçası bu konuda pek bilgim olmadığı için çok rahat konuşamam. Fakat birilerinin bu sözleşmeyi icat ederek adına da İstanbul ismini koyması aslında İstanbul’un ikinci kez ele geçirilmesi ve İstanbul’un elimizden gitmesi demektir. Yani zihnen İstanbul’un işgal edilmesi demektir. Bunu çok net ifade edebilirim. Bu adamlar öyle bir tezgah kurmuşlar ki, insanlık tarihinin akış seyrinde İstanbul Sözleşmesi üzerinden işaret edilen şey bir dönüm noktasıdır.
Mesela, her şeye rağmen modernlik kuruldu. Modern Avrupa, 1648 Vestfalya Anlaşması’yla birlikte kuruldu. Bu anlaşma 30 yıl savaşlarından sonra din savaşları da dediğimiz, Protestanlık üzerinden Katolik kilisesinin, dolayısıyla Avrupa’nın parçalanmasını sağlayan, kilisenin kontrolündeki Avrupa’nın bir şekilde varlığına son veren, laik, din dışı bir Avrupa’nın kurulmasını sağlayan bir anlaşmadır. Kısacası bir dönüm noktasıdır. Ayrıca 600-700 yıldır Müslümanlar tarafından yapılan tarihin, Avrupalılar tarafından yapılmaya başlandığının habercisidir.
Tarihte, ailenin tarihe karışacağı bir süreç yaşıyoruz şu an. Bu süreç postmodern süreçtir. Postmodernlik ile birlikte aile fikri ortadan kalkmıştır. Modernlikte dahi aile fikri vardır. Modernliği, yenilemek, yenilik diye çevirebiliriz Türkçeye. Ama modernliğin Türkçedeki tam karşılığı nevzuhurluktur. Neden nevzuhurluktur? İnsanlık tarihinde ortaya konan bütün birikimleri elinin tersiyle itmiştir de ondan. İnsanlık tarihinde bütün medeniyetlerin kökünde din vardır. Fakat modernizm, din dışı bir uygarlığın insanlık çapında yaygınlaştırılmaya çalışıldığı bir sürecin başlangıcıdır. Kökleri Antik Yunan’a, Greklere kadar dayanan paganizm, yani insanın tanrılaştırılması süreci adına teoride ve pratikte birçok adımlar atıldı ama bu süreç nihai noktasına modernlikle birlikte ulaştı.
Mesela Peter Gay, tuhaf bir şekilde aydınlanmacı bir adamdır. Aydınlanmayı çok fazla savunan bir adamdır. İki ciltlik “Enlightenment” (Aydınlanma) isimli kitabının 1. cildinin alt başlığı “Modern Paganizmin Yükselişi”dir. Yani bir paganizm biçimidir bu. Gerçek paganizm, modernitedir. Modernizm değil, modernitedir. Bu arada bunu da hatırlatmış olayım. Kavramları yerli yerinde kullanmak gerekiyor. İslamî çevrede özellikle bu iki kavramı, modernizm ve moderniteyi birbirinin yerine kullanıyoruz. Modernizm ne, modernite ne? Biz diyoruz ki modernizm ve din, dolayısıyla modernizme karşı olarak algılıyoruz. Hâlbuki modernizm dediğimiz şey moderniteye karşıdır. Yani modernite ve din dememiz lazım. İlle de bir karşıtlık ilişkisi kuracaksak; modernizm, modernitenin vaatlerini yerine getirememesine karşı başlatılmış bir başkaldırı hareketidir diyebiliriz. Sanatta, sanatın bütün türlerinde… Mesela Kafka, moderniteye isyan etmiştir. Modernizmin içinden konuşmuştur. Modernizm hareketinin en önemli temsilcilerinden biridir kendisi. Bunu da parantez içinde hatırlatmış olalım çünkü İslamî çevreler bu konuda çok ezbere konuşuyorlar.
Sonuç olarak geldiğim nokta şudur: Moderniyetle birlikte insan, tanrı fikrini yitirdi. Hakikat fikrini yitirdi. Modernlik yolculuğu Hümanizm (İnsanın tanrılaştırılması) ile başlamıştır. Heidegger hümanizmi çok güzel niteler. Der ki: “İnsanın her şeyin ölçüsü ve ölçütü katına yükseltilmesidir.” 12.-13. Yüzyıllarda başlayan bu hareket, köklere dönüş hareketidir. Kökler ne? Antikite, Grek ve Yunan... Yani pagan köklere dönüş hareketi. Dolayısıyla kiliseye karşı bir filizlenmenin olduğunu görüyoruz. Hümanizm hareketi Rönesansları tetikleyecek. Bütün Rönesansları... Üç tane Rönesans var Avrupa’da... Bu üç Rönesans’ın arkasında da biz varız, yani Müslümanlar... Tarihi bir vakıa olarak bunu özellikle hatırlatmak istiyorum. Eğer Müslümanlar olmasaydı Avrupalılar asla uyanamazdı ve asla tarih sahnesine çıkamazdı. Avrupalıları tarih sahnesine çıkartan biz Müslümanlarız...
Modernite insanı tanrılaştırdı. Hümanizm ise insanın tanrılaştırılması yolculuğudur. Geldiğimiz nokta ise, postmodernizm... Dolayısıyla posthümanizm, yani insan sonrası... Artık insan merkezde değil. Artık yarı insan, yarı makine toplamı var. Bu yapay zeka, genetik mühendisliği, moleküler biyoloji gibi vasıtalarla bir şekilde insanın devre dışı kalacağı, insan hayatının mekanikleşeceği, robotlaşacağı, dijital tanrıların hükümranlığını ilan edeceği, insan tanrının yerini dijital sanal tanrıların alacağı yeni bir dünya... İşte bu dünyada cinsiyet de aile de bitiyor/bitiriliyor… Ailenin köküne kibrit suyu dökülüyor resmen. Bu çok ciddi ve küresel bir proje. Peki neden bunu yapıyorlar? Kitleleri her şeye rağmen daha rahat güdebilmek için yapıyorlar. Olası başkaldırıları minimize edebilmek için. Modernite, haklar rejimiydi. Postmodernite ne? Hazlar rejimi. Şu anda tamamen haklar rejiminden hazlar rejimine geçiriliyoruz. Geçmişte kadın hareketlerine baktığımızda feminizm merkezli üç dalga kadın hareketi görüyoruz. Birincisinde gerçekten kadınların siyasi, sosyal hayata katılmalarına ilişkin bir hak mücadelesi görüyoruz. Eğitim hakları, oy kullanma hakları, ekonomik-çalışma özgürlüğü hakları gibi hakların barındığı bir ilk dalga... 1960’lara gelindiğinde feminizmin ikinci dalgasını görüyoruz. O dalgada ise cinsel devrim dalgası var. Savaşlar (1. Ve 2. Dünya Savaşları) Avrupa’yı kasıp kavurmuşken, insanlar perişan haldeyken bu dalga peydah oluyor. Sloganını bilirsiniz işte, belki şimdilerde Türkiye’de yeni yeni yaygınlaşmaya başladı, “Savaşma, seviş…” diye bir slogan... Çok değil, 40-50 sene sonra Türkiye’ye de sokabildiler. Bütün dünyada yaygınlaşmaya başladı. Üçüncü dalgada ise artık iki cinsten üçüncü bir cins türetiliyor.
Androjini insan tipi değil mi hocam?
Evet... Ben ona şöyle diyorum. Bir eril varlık var, bir de dişil varlık var. Eril, erkek; dişil, kadın... Şimdi 3. bir cins türedi, er-dişi diyorum ben buna. Çok adice ve ahlaksızca bir şey bu… Bu pislikleri iyi tanımak ve iyi tanımlamak lazım. Burada meselenin bizi ilgilendiren tarafı şu… Dünyada aileyi sadece Müslümanlar koruyor. Özellikle de Müslüman Türk toplumu... Bu toplumun yapısında, harcında, mayasında ailenin çok ciddi bir rolü vardır. Diğer Müslüman toplumlardan daha güçlüdür aile burada. Neden? Göçebe bir toplum çünkü... Dinamik, sürekli göç halinde olan, çadırlarda yaşayan bir toplum... Dolayısıyla aile bağlarının güçlü olması lazım. Ve bu bağlar o kadar güçlü ki, çadırdan bir dünya devleti doğuruyorsun, kuruyorsun… Bunu yapmışız biz... Aynı zamanda aile bizde devlet demektir. Bu sebeple Kemal Tahir büyük adamdır. Onu solcu gerizekalılar anlayamadılar. Aptallar çünkü… Şimdi işi eşcinselliğe döktüler işi… Solculuk, eşcinsellik demek şu an… Sol hareket eşcinselliğe dönüştü. Sapıttılar yani, beyinleri gitti... Üçüncü dalga feminist hareket, işi hazlar rejimine döktü. Zaten ikinci dalgada kendini ele veriyordu. Ama ikinci dalga feminizm hareketi haklar rejimiydi ve tamamen kadın hakları üzerinde duruyordu. Şunu da söyleyim; feminizm - kadın hakları falan bunların hepsi masal... Feminizm, kadın düşmanıdır. Kadın cinsinin düşmanıdır. Kadını erkeksileştirir. Güç ve iktidar ilişkilerinin nesnesi ve kölesi yapar. Bu da kadının kadınlığının yok edilmesidir. Kadın haklarından falan bahsetmesin kimse bana. Feminizm eşittir kadın haklarıymış(!). Yok öyle bir şey! Bu sadece bir masal… Feminizm, kadını kapitalizmin kölesi haline getirir. Görüyoruz işte söylemlerini: “Bedenim benim malımdır. İstediğim haltı yerim!” diyor. Böyle sahip çıkıyor güya bedenine. Bedenini kapitalizm delik deşik ediyor, sömürüyor… Buna karşı bir şey yapabiliyor musun? Hiçbir şey yapamıyorsun! Sonra gelip burada Müslümanlara karşı caka satıyorsun. Bu operasyona karşı Budizm direnemez. Hinduizm, Şintoizm falan direnemez... Bu meseleye direnen sadece Müslümanlar var...
Hocam burada şundan bahsetmek de yerli yerinde olacaktır; bugün Müslüman camiada kadın merkezli feminist hareketler doğmaya başladı. Aileyi ancak Müslümanlar koruyabilir, dediniz. Demek ki burada bir savunma hattı var. Bahsettiğimiz muhafazakâr (!) feminist hareketleri, bu hattın içerisinden çıkan bir başkaldırı(!) olarak değerlendirebilir miyiz? Müslümanlıkla feminizmi karmaya, bir araya getirmeye çalışan yapılar bunlar. Tam da burada İslam’ın kadına ve aileye bakışını, çağlar üstü bir diyalektikle nasıl anlamlandırmak lazım? Bu konuda neler söylemek istersiniz?
İnsanın onurunu sadece İslam savunabilir. İslam’ın dışındaki bütün dinlerin, bütün kültürel oluşumların, felsefelerin, hâsılı hepsinin burada iflas ettiğini görüyoruz. Hangi felsefi akıma gidersen git, iflas etmiştir. Marksizm zaten aile düşmanıdır, aileyle savaşmıştır... Kapitalizmi hiç konuşmaya gerek yok. Kemalizm desek o zaten bir ideoloji bile değil, uyduruk bir şey... Mesela şimdi Türkiye’de Kemalizm tavan yaptı ama ben hiç korkmuyorum ondan. Çünkü fos, içi boş... İyi, doğru ve güzel fikri yok Kemalizmin... Bir iyi-doğru-güzel fikri olacak, felsefesi olacak, estetiği olacak, ahlakı olacak ideolojinin…
Aslında Kemalizm de zaten, iyi-güzel-doğruyu yıkmak için kurulmuş bir sistem değil mi hocam?
Evet... İşte bakınız, laiklik denilen şeye... Laikliği bu ülkede din katına yükselttiler. Bundan daha 6-7 sene önce FETÖ’cü adi herifler beni yıldırmak için laikliğe dayandırarak bir dava açtılar bana. Tezgah işte... 163. Madde kalkmıştı ama laikliğe aykırılığı kullanarak davalar açıp insanlara yıldırma politikaları uyguluyorlardı. Eskiden biz laiklikle ilgili, 163. Maddeyle ilgili cümle bile kuramazdık Türkiye’de. Rahmetli Necmettin Erbakan Hoca sürekli parti kurdu ve sürekli kapattılar. Peki gerekçeleri ne idi? Cevap hep aynı ve tek; laikliğe aykırı eylemler… Parti kapatma yetmedi, darbe yaptılar bir de... Gerekçen ne? Laikliğe aykırı eylemler... Manyak mısın sen ya? Senin dinin laiklik mi? Onların dini laiklikti tabii...
Hocam sizin de söylediğiniz gibi; onların gerçek manada bir dünya görüşü olmadığı için aksiyonları da heykel dikmekten öteye geçemiyor…
Evet... Şekilden ibaret kalıyor ve komik oluyor… Tekrar konuya dönersek; İslamî çevrelerde, bilhassa kadınlar arasında ve çok cüzi de olsa bazı erkekler arasında İslamî(!) feminizm, muhafazakâr feminizm diye bir dalga var. Bu dalga eskiden biraz daha yaygındı. 7-8 sene öncesinde açıkça "Ben feministim." diyordu bazı kadınlar... Sonra kendilerinin feminist olmadığını söylediler. İslamî feminizm olmaz. Bir Müslüman kendisini feminizm üzerinden tanımlayamaz. Bir Müslüman kendisini feminizm üzerinden tanımlıyorsa eğer, o ezik demektir. Bize söyleyeceği bir şeyi yok demektir. Batılıların gönüllü kölesi ve acentası demektir. Zihnen köleleşmiş, felçleşmiş ve körleşmiş demektir... Böylelerinin Müslüman kadınlar ve Müslüman aileler adına cümle kurması mümkün değildir. Bu kabul edilemez. Eziklik psikolojisiyle, aşağılık kompleksiyle yaklaşarak Müslüman kadın ve Müslüman aile hakkında cümle kuramaz. Bu bizi felakete götürür.
Burada önemli bir konuya değinmek istiyorum. Bunu ilk defa burada söyleyeceğim. Daha önce hiçbir yerde söylemedim. Müslümanlar olarak bizim 200 yıldır bir devletimiz yok. Tanzimat’la birlikte biz kaybetmeye başladık. Bunun en önemli işaretleri Sultan Abdulaziz gibi bir adamın bileklerinin kesilerek katledilmesi ve Sultan Abdulhamid gibi bir dehanın da tahtından uzaklaştırılmasıdır. Osmanlı tarihinde bunun örneği yok. Tabi Sultan Abdulhamid'in ne kadar önemli biri olduğu sonradan anlaşıldı. Üzerinden bir asır geçti ve laik şebeke artık Abdulhamid konuşulabilir diye fetva verdi. Kapılar açıldı, gerçekler konuşulmaya başlandı ama kapıyı açtıklarına bin pişman oldular. Çünkü oradan gedikler açıldı ve mesele başka yerlere de gitti. Kontrollerinden çıktı… Tekrar konuya dönecek olursak; Müslümanların 200 yıldır devleti yok. 200 yıldır Müslümanları ayakta tutan iki şey var… Birincisi, cemaatler... Özellikle tasavvufî cemaatler... Şeyh Şamil, Şeyh Senûsî, Hasan el Benna... Bunlar hep tasavvufî şahsiyetler... Sömürgecilere karşı direnişin ve dolayısıyla Müslümanca bir dünyanın kurulması sürecinde dirilişin kaynaklarıdır cemaatler. Müslümanları ayakta tutan aktörler cemaatlerdir. Cemaatler olmasaydı şimdi Müslümanlar yoktu! Bu çok net! İkincisi ise, aile... Cemaatleri ayakta tutan şey ise ailedir. Eğer İslam dünyasında aile güçlü olmasaydı, cemaatler de o kadar güçlü olamazdı. Dolayısıyla insanlığı sadece aile kurtarabilir. İnsanlığı insanlığından olmaktan, insanlıktan çıkmaktan ancak aile kurtarabilir. Bu da çok açık ve net. "Toplumsal" diyerek üçüncü bir cins icad etmişler. İnsan, erkek ve kadın olmak üzere iki cins halinde yaratılmış. “Hayır! Biz bunu kabul etmiyoruz.” Diyorlar… Peki, siz kimsiniz? Kendilerini tanrılaştırıyorlar, gerizekalılar... “Beden bana ait, istediğim her haltı yiyebilirim.” diyorlar. Doğumun elinde mi senin? Gebermen elinde mi? Değil! Bunlar hep aileye kasteden hareketler. 200 yıldır Müslüman toplumu cemaatler, cemaatleri de aileler ayakta tuttu. Aile çökerse eğer insan türü varlığını yitirir. İnsan türünün yok olma süreci başlar...
Hocam, resmi evlilik yaşının 18’e çıkarılmasıyla birlikte 18 yaşından evvel düğünlü-dernekli, imam nikahlı evlilik yapmış ve bu evlilikten çocukları olmuş aileler perişan vaziyette. Bu uygulamadan sonra binlerce aile mağdur edilmiş durumda. Erkekler cinsel istismar ve tecavüz suçundan yargılanarak azımsanmayacak bir hapis cezasına çarptırıldılar. Öte yandan Sıla isimli şarkıcının ne resmi ne de İslamî olmayan ilişkisinde gördüğünü iddia ettiği şiddetten dolayı oyuncu Ahmet Kural’ı şikayet etmesi, bunun üstüne bir de güya Ahmet Kural’ı kıskandırmak için başka bir erkekle yine meşru olmayan bir birliktelik yaşaması Türkiye gündemini epey meşgul etti. Bu hadise üzerine de aileden sorumlu bakan, Sıla’yı telefonla arayarak geçmiş olsun dileklerinde bulundu. Aileden sorumlu bakanlık, 18 yaşından önce aile kurmuş insanları cezalandırarak, aile hayatı içerisinde olmayan bir ilişkide şiddet gördüğünü iddia ettiği bir kadını da arayıp geçmiş olsun dileklerinde bulunarak Anadolu insanıyla adeta dalga geçiyor. Bu husus hakkında siz neler söylemek istersiniz?
Eşcinsellik kültürüyle her yaştan çocuklar üzerinde bütün zina biçimlerini uygulamaktan çekinmeyen adi yaratıklar, Türkiye'de Müslümanları çocuk tecavüzcüsü olarak lanse ettiler ve başarılı da oldular. Çünkü biz çocuk tecavüzcülerine gereken tepkiyi gösteremedik. Ayrıca bu 18 yaşından küçüklerin evliliği meselesi abartılıyor. Bunu abartmamak lazım. Kaç kişi evleniyor 18 yaşından önce? Karşı taraf haklı olarak buradan şöyle bir cümle çıkarıyor; "Bunlar çocuk evliliklerini savunuyorlar." 13-14 yaşında insan evlenir mi? Olmaz! En aşağı 16-17 olur. O da istisnadır. Kim 16-17 yaşında evleniyor bu memlekette? Reşit olduktan sonra insanın evlenme hakkı vardır. Erken evlilik kötülüklerden uzaklaştıracak bir şeydir. Erken evlilik derken de 15-16 yaşı kastetmiyorum. 23-24'den önce zaten evlenilmiyor bugünün toplumunda. İnsanlar okuyacak, iş güç sahibi olacak... Bazıları bu konuyu abartıyor. Bazı laik tipler bu meseleyi istismar ediyorlar. Bunlar istisnai durumlar… İnsanların tarlaları var, bağları var, bahçeleri var. Bir de gelin lazım eve... Bunların yanı sıra çocuklarının gayrimeşru ilişki yaşamalarının önüne geçmek için evlendiriyorlar onları on yedi, on sekiz yaşlarında... Artık reşit olma yaşı arttı. Eskiden on bir yaş civarıyken şimdi ortalama on beş yaşını buluyor…
Bir diğer vurgulanması gereken mesele, bütün gençlik dizilerinde var olan iğrenç kız erkek ilişkileri. Bütün gençlik dizilerinin merkez hikâyesi şu; oğlan, kız peşinden koşturuyor. Kız, oğlan peşinde koşturuyor... Bu durumu meşrulaştırıyorlar. Ve buna da kimse itiraz etmiyor. Aşağılık bir şey bu... Bunun üzerine gitmek lazım… 13-15 yaşlarında -ortaokulun sonlarında, lisenin başlarında- erkek arkadaşı ya da kız arkadaşı olmayan kaç genç kaldı? Rezillik aldı başını gidiyor. Gençler artık çirkin işler yapmaktan hiç geri durmuyorlar... Ben bunları söylediğim zaman üzerime topyekûn geldiler. Anadoludaki şehirleri üniversiteler bozuyor… Gidiyor gençler orada her türlü işlere karışıyorlar. Hele de yurtlarda falan kalan gençler… Her türlü gayrimeşru cinsel ilişkinin meşrulaştırıldığı şu dönemlerde, bacak kadar çocuklar erkek arkadaş-kız arkadaş meselesi üzerinden istediği her gayrimeşru işi yapabiliyorlar. Sora da karşılarındakine tekmeyi vurup hayatı karşı cins için cehenneme dönüştürebiliyorlar.
Bir diğer sıkıntı ise özellikle evlenmeme konusunda... Evlilik dışı ilişkiden hamile kalıp çocuğu doğuruyor, ama evlenmiyor... Yine ayrıca Kore'den gelen bir kültür var. Gençler arasında cinsiyetsizliği ve eşcinselliği yaygınlaştıran bir kültür... Türkiye’de özellikle liselerde çok yaygın şu anda. Eşcinsellik hakkında televizyonlarda bir program yapıldığında ve bunlar hakkında konuşulduğunda anında karakter suikasti yapıyorlar sosyal medyada. Neye uğradığını şaşırıyor insan. Ve bu git gide yaygınlaşıyor. Özellikle Müslüman ailelerin çocukları arasında yaygınlaşıyor. İslam’la ilişkisi sıfırlanmış bir kuşak geliyor. Bunu özellikle vurgulamalıyız; zihnen sömürgeleşmiş ve İslam’la ilişkisi sıfırlanmış bir kuşak yetiştiriliyor. Bizim çocuklarımızı alıyorlar, istedikleri ideolojileri çocuklarımızın beyinlerine zerkediyorlar ve bizim karşımıza ateist olarak, eşcinsel olarak sürüyorlar çocuklarımızı... Böyle bir şey olabilir mi? Lanet olsun böyle eğitim sistemine! İstemiyoruz böyle bir eğitim sistemini... Derhal buraya müdahale edilmesi gerekiyor. Biz Müslüman bir toplumuz. Biz neden çocuklarımızı gâvur olarak yetiştirelim ki? Gençlerini ihmal edenler, geleceklerini imha ederler. Bu kadar basit! Hiçbir toplumda buna izin verilmez. Bu toplum kendi gençlerini ihmal ediyor, dolayısıyla geleceğini de imha etmiş oluyor. Buna izin veremeyiz. Eğitimde, kültürde, medyada artık kendi kaderimizi kendi elimize almak zorundayız. Siyasetin bir şey yapmadığı ve yapamayacağı anlaşılıyor. Bu saatten sonra ne yapabilirler? Şimdiye dek bu konuda hiçbir şey yapamadılar. Bir şeyler yapmayı geçelim, en azından zarar vermesinler... Muhafazakar İslamî iktidar diyoruz da neyi muhafaza ediyorsunuz? Her şeyi yıkıyorsunuz. Aileyi yıkıyorsunuz, bütün değerleri yıkıyorsunuz, gençliği yok ediyorsunuz… Ülkemizi kurtarmamız için bize Müslüman bir gençlik lazım... “Önümüzdeki on yılda, gelecek yüz yılın tohumlarını ekmek zorundayız.” Diyordum. Artık vazgeçtim... Bunu her yazımdan sonra mutlaka yazıların sonuna yazıyordum fakat hiç kimse dinlemedi. Herkesin bir kulağından girdi diğerinden çıktı... Hiçbir şey yapamadılar. Yusuf Hocam çok doğru söylüyorsun diyorlar, fakat hiçbir şey yapmıyorlar...
Hocam, baş belalarımızdan bir diğeri de malum “Toplumsal Cinsiyet”… “Toplumsal Cinsiyet” projesinin en kadim izine Antik Yunan’da rastlıyoruz. Platon’un Şölen isimli diyaloğunda… Şölen diyalogunda O, “ANDROGYN” isminde bir insan türünden bahseder. “Andro” erkek, “gyn” kadın demek… Yunan mitolojisinde son derece kudretli olan Androjiniler, insanlığın kadın ve erkekten sonra “hem kadın, hem erkek” üçüncü türü olarak geçer. Hikâyeleri ise kısaca şu: Androjiniler, Tanrıları kızdırıyorlar ve Yunan Baştanrısı Zeus, onları cezalandırarak kırbacıyla ortadan ikiye bölüyor. İnsandaki erkek ya da kadın eş arayışı isteği de işte bu “diğer yarısını bulma” iştiyakından kaynaklanıyormuş! Androjini; hem kadın, hem erkek olarak ideal insan tipi gibi sunuluyor. Batıda yetişen ve bize fikir ve sanat adamı olarak takdim edilen adamların ekser kısmı ne sebeple eşcinsel, bunun üzerinde ciddi bir şekilde düşünmek lazım… Platon’un “Şölen”indeki (Sempozyum) bu aforizmayı, kadim şeytan emelinin örgüleştirilmesi olarak ve halâ cari olan vasfıyla ilk kez Büyük Doğu-Seriyye fikir laboratuarında biz gösterdik… Batı felsefesi üzerinde birkaç yıldır çalışmaktayız. Cilt cilt eserler dizildi. Şeytanın, 2400 küsur sene evvel Antik Yunan çapına attığı virgül, bugün için virgül sonrası şeytanî cümlelerini dizmekte… “Toplumsal Cinsiyet” ideali, şeytanın vahyettiği bir sapıklık olarak ta buralardan tevarüs… “Toplumsal Cinsiyet” teki belayı vatandaşımıza göstermek ve bu belaya karşı da mücadele etmek için nasıl bir metod izlenmelidir sizce?
Bu işin formülü çok net! Ailenin güçlendirilmesi için gerekli adımları atmamız lazım. Ayrıca sosyal medya ve telefon belasından kurtulmamız gerekiyor. Telefonlar katlediyor bizleri ve celladımıza aşık ediyor... Bundan kurtulmamız çok zorlu bir süreç. Bunlarla da sadece biz mücadele edebiliriz. Postmodern sanal dünyayla karşı karşıya olsak da sonuçta hakikat fikri bizde var, yaratıcı fikri bizde var, adalet tasavvuru bizde var… Her hâl ve şartta bunlarla mücadele edebiliriz. Yaşadıklarımız bizi yanıltmasın. Yaşadığımız haksızlıkları, olumsuzlukları Müslümanlara ve İslam'a mal etmeye kimse kalkışmasın. Aslen biz şikâyet ediyoruz yaşadığımız haksızlıklardan, adaletsizliklerden, hukuksuzluklardan. Kimse bunun üzerinden İslam'a, dolayısıyla Müslümanlara laf söylemeye kalkışmasın! Bizler “Ben haktan ayrılırsam ne yaparsınız?” diye sorduğunda, “Seni kılıcımla düzeltirim ya Ömer!” diye cevap veren sahabelerin anlayışına sahip Müslümanlarız. Bu sadece Hz. Ömer hikayesi değil, bu ayrıca Selahaddin Eyyübi’nin hikayesidir, Fatih Sultan Mehmed Han’ın hikayesidir, tüm Osmanlı ve Selçuklu sultanlarının hikayesidir. Tuğrul Bey, Alparslan, Melikşah... Onlar hakiki Müslümanlardı… Dolayısıyla hak, hukuk ve adalet bizim için çok önemli sütunlardır. Bundan dolayı bizler kendi çocuklarımızı kendi ellerimizle katledemeyiz… Gözümüzün önünde katledilmesine göz yumamayız… Bizler kendi çocuklarımızı kendi ailemizde, evlerimizde yetiştirmeliyiz... Bunun üzerinde yoğunlaşmalıyız... Bunun için de cemaatler lazım. Cemaatler olmadan, bu işler olmaz! 15 Temmuz üzerinden, FETÖ üzerinden cemaatlere vuruyorlar. Bu, büyük bir tezgahtır. Bu toplumdan cemaatleri çekip çıkarırsak, bu toplumda İslam kalmaz. Bu süreçte cemaatleri çıkıp ben savundum, göğsümü siper ettim. Hem de savunulacak az yanları olmasına rağmen... Maalesef cemaat dediğimiz oluşumlara bakıyorsunuz, Ankara’da ihale peşinde koşuyorlar... Siyaset, ticaret almış başını gidiyor… Asıl bu korkutuyor beni. Ben bir taraftan çıkış yolunun cemaatler olduğunu söylerken diğer taraftan kendi cemaatlerimizin ne kadar ciddi köklü sorunlar yaşadıklarını haykırarak söylüyorum. Müslüman tavrı budur! Bazıları bundan rahatsız oluyorlar. Olsunlar, çünkü biliyorlar ki benim derdim hakikat… Ancak bazıları da ben söylediğim için rahatsız olmuyor. Mesela; KADEM’e benim yerime başka biri o cümleleri sarf etmiş olsaydı nefes aldırmazlardı, perişan ederlerdi o kimseyi… Ama bana yapamıyorlar... Niye yapamıyorlar? Çünkü ne Cumhurbaşkanın ne de bakanların uçağına binmişim… Hiçbirinin toplantısına gitmemişim… Bu sene Ramazan’da 7-8 defa çağırdılar külliyeden iftara. “Neden çağırıyorsunuz beni? Çağırmayın!”, dedim... Biz fikir adamıyız, ilim adamıyız… İlim adamının, fikir adamının siyasetin peşinde ne işi var? Böyle bir şey olur mu?
Birincisi, aileye sahip çıkacağız. Çocuklarımızı ahirete yetiştireceğiz. İkincisi, kendi eğitim sistemimizi kendimiz kuracağız arkadaş! Ben kendi İslamî eğitim sistemimi kuracağım. Bunun modeli nedir? Medresedir! Bangır bangır bağırıyorum! Medresenin en gelişmiş şekli nerede? Amerika’da… Şu an çatır çatır uyguluyorlar... Doktora programında gidiyor talebe, dizinin dibinde oturuyor hocasının… Sadece bilgi almıyor, ruh alıyor ruh! Senin dizinin dibine oturduğun adam, sadece bilgine ve yeteneğine bakmıyor. Senin karakterine de bakıyor. Karaktersiz adamları neden yetiştirsin değil mi? Dolayısıyla medresenin yapısını bana Sorbon Üniversite’sinden bir felsefe profesörü anlatacak… Ben de şöyle diyeceğim: “Vay be!” Aşağılık kompleksine bak… Anlatıyor adam ve diyor ki; sadece medresenin fiziki özelliklerinden onun talebeye yansıması... Modern eğitim kurumuyla medresenin özelliklerinden bahsediyor. Diyor ki felsefe profesörü; medresede dizinin üzerine oturursun, hocanın dizinin dibine… Bu ne demek? Talipsin demektir bu… Yani hakikate talipsin, öznesin, hakikatin izini sürmeye talipsin... Modern eğitim sisteminde ne var? Özne yok, nesne var orada. Herkesi aynı eğitimden geçireceğim diyor ve bunu dayatıyor adam sana... Medresede bu yok! Medresede hocanı sen seçiyorsun. Oldukça özgürlükçü bir şey. İkincisi, diyor ki sen hocanın dizinin dibine oturmakla aslında ulvi bir davanın izini sürdüğünü bilimsel olarak ilan etmiş oluyorsun. Üçüncüsü, medresede yerde oturuyorsun. Modern eğitim kurumlarında ise sırada oturuyorsun. Dolayısıyla göz hizası penceredir. Dolayısıyla dışarıya dalabilirsin, dersine odaklanamazsın… Bunu Sorbon’daki adam söylüyor… Medresede ne var? Medresede kubbe var. Bakacağın yer neresi? Kubbe… Kubbe neyi simgeler? Tevhid’i simgeler... Dolayısıyla rububiyet şuuru… Sema, rububiyet şuuru kazandırır insana... Arz(yer) toprağın, dolayısıyla dizini koyduğun yer uhudiyet şuuru kazandırır. İlginç bir şeydir bu. Bunu Sorbon’daki felsefe profesörü söylüyor. Ben söylesem taşa tutarlar, linç ederler, recm uygularlar bana... Çok iyi bildiğimiz bir arkadaşımız, bir yazar bir şey söylüyor bana… Diyor ki; ya ben yıllardır bu konular ile ilgili yazıyorum, bayağı da sert yazıyorum ama hiçbir etkisi olmadı. Sen ne yaptın da bu kadar tepki çekti? Ben şunu dedim: “Bir cümle yazdım ama yüreğim yanarak yazdım!” Yüreği yanan bir adamın yazdığı bir cümle ciddi insanların kalbine değdi.
İmam-ı Azam Hazretlerinin, “Söz, ancak kalpten çıkınca kalbe tesir eder.” deyişi geldi aklımıza…
Bu kadar… Mesele, bu… Tabi insanları şöyle yapıyor, böyle yapıyor diye yargılamak istemiyorum. Özellikle oraya dikkat etmek lazım. Her şeye rağmen aileye sahip çıkacağız. Çocuklarımızı eğiteceğimiz, Müslümanca bir eğitim sistemi kuracağız. Buna hiç kimse karışamaz. Devlet bana “Şunu okuyacaksın, bunu yapacaksın!” diye dayatırsa eğer, diktatördür o, faşisttir! Yani o yüzden bunu Amerikalılar, Avrupalılar halletmiş durumdalar. Adam, “Ben okutmak istemiyorum çocuğumu, ben kendi çocuğumu kendim okutmak istiyorum.” diyor... Benim çocuğumu alıyorsun ve zehirliyorsun… Kendi istediğin şekle sokuyorsun. Sen kimsin? Emperyalistsin, faşistsin…
Hocam, ümmet olarak topyekûn kurtuluşumuz, İslam’a nispeten lif lif örülmüş ve her zerresi diğeriyle ahenk içinde olan bir fikir sistemi/dünya görüşü imar etmekle mümkün. Ümmetin başındaki bela bulutlarının sebebi de böyle bir sistemden mahrum oluşu gibi sanki… Böyle bir fikir sistemi ve bu sisteme nazaran fikir kadroları nasıl inşa edilebilir? Bunun için atılması gereken adımlar neler olmalıdır?
Bunun için ben üç cümleden yola çıkılmasını öneriyorum, üç usül cümlesi... Zira usül olmadan vusul gerçekleşmez. Bunu örneklemek için de, güzel bir cümle birincisi: “Kur’an asıldır, sünnet usuldür.” Bu çok önemli bir cümle. Kur’an asıldır, sünnet usuldür… Aslolan, hakikate vusuldür... Yani usül olmadan fusûl gerçekleşir. Fusûl; sapma, savrulma demektir... Yani hadisi, hadis usulü olmadan anlayamazsın. Fıkıhı, fıkıh usulü olmadan anlayamazsın. Tarihi, tarih usulü olmadan anlayamazsın. Onun için, bizim yapmamız gereken şey içinde yaşadığınız çağı tanımak ve tanımlamaktır. Tanıyamadığınız bir çağı değiştiremezsiniz. Tanırsanız, tanımlarsınız... Dolayısıyla Hz. Peygamber’in(SAV.) üç özelliğinden bahsediyor Kur-an’ı Kerim. Ahzab ve Fetih surelerinde iki defa zikrediliyor. Özellikle bunu hatırlatıyorum. Bunun da ayrıca anlamı var. Bakara Suresi’nde ‘’Ümmeten vasatan’’. Hz. Peygamber’in(SAV.) üç şahitlik yaptığını anlatıyor ayet... Dolayısıyla ümmetinin aynı şeyi yapması gerektiğini söylüyor. Bir; hakikate şahit olmak… İki; Hz. Adem’den(AS.) itibaren bu yana, bütün çağların ve çağrılarının şahidi olmak… Üç; içinde yaşadığı çağın ve çağrısının şahidi olmak… İçinde yaşadığın çağı tanıyamazsan, tanımlanırsın… Çağrı, çağını kurmak için vardır. Çağını kuramayan bir çağrının varlığından söz edilemez. Çağını kuramayan bir çağrının bağlılarının yaşadıklarından, yaşattıklarından söz edilemez. Çağrı yoksa, çağrı, çağını kuramayacaksa, o zaman devasa ağların içinde debeleniyoruz demektir. Onun için birincisi bu… İçinde olduğumuz çağı tanıyacağız. İkincisi, başkalarının kavramlarıyla kendi cümlenizi kuramazsınız. Kendi kavramlarımızdan yola çıkarak dünyamızı kuracağız. Üçüncüsü, konuşlandığınız yer konuşmalarınızın içeriğini belirler. Dolayısıyla bizim temel sorumuz, “Biz neyiz, kimiz?” sorusu değil. Bunu son bir örnekle anlatayım. Birinci soru: “Avrupa neresi? İslam nereye düşer?” İkinci soru: “İslam neresi? Avrupa nereye düşer?” Burada İslam’ı Avrupa’ya göre tanımlarız değil mi? Dolayısıyla birinci soruda Avrupa’yı özneleştirip, İslam’ı nesneleştiriyorum. İkinci soruda ise İslam’ı özneleştiriyor, Avrupa’yı nesneleştiriyorum. Yani bu yer meselesi işte. Yaşadığımız felaket bununla ilgili. Biz İslam’a bakarken İslamî bir zihin üzerinden bakıyor muyuz? Hayır! İkinci medeniyet krizini yaşıyoruz iki yüz yıldır... İkinci medeniyet krizinin tezahür edişi nasıl? Müslüman zihnin çökmesi... Müslüman zemininin çökmesi… Müslüman zamanının yerle bir olması... ‘’Üç-Z’’ diyorum ben buna… Mekke, Medine, medeniyet süreci… Müslüman zeminin Mekke süreci… Müslüman zeminin Medine süreci… İkisinin toplamı da medeniyettir, sünnet-i seniyyedir... Bunu özellikle vurgulayayım. Burada bitirelim inşallah… Güzel bir röportaj oldu. Teşekkür ediyorum…
Asıl biz teşekkür ederiz Hocam, Allah razı olsun…