İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Siyasi bağımsızlığı kazanmayı, “işgalden kurtulmuş sayılmak” için yeterli şart olarak görmek ne büyük vehim… İşgale uğramış olmak ya da sömürülmek “güya” şartıyla söyleyelim ki beynelmilel kabullere göre bugün toplumların şerefini azaltan bir şeydir. Buna rağmen bazı toplumlar kendi kendini yönetmekten aciz duruma düştüklerinde bu hususta kendilerine yardımcı olacak bir egemen gücün himayesi altına girmekten çekinmeyebilirler. Bir olasılık eki ile bağladığımız bu ifade aslında dünya üzerinde bir olasılık olmaktan daha fazlasıdır. Şuan egemen devletlerin himayesinde (!) olmayan kaç ülke sayılabilir ki?
Umulur ki bu hal bize Batılı devletlerin kendi siyasi modelini diğer toplumlara neden dayattığı hakkında bir fikir versin… Öyle ya, belki de Batı değerleri, kendi kendini yönetme külfetinden diğer toplumları kurtarmak için yine “kendi kendini yönetme” fikrini onlara vermiştir.
Baksanıza yükü ne kadar da ağır şu beyaz adamın (!)
* * *
Dediğimiz gibi kendi kendini yönetmekten aciz olanlar bu egemen güçlerin himayesine girebilirler. Eşyanın tabiatından mıdır bilemeyiz, bu beslemelik durumu bir süre sonra kendini öz evlat zanneden bir şizofreniyi de beraberinde getirir. İşte buraya kadar söylediklerimiz genelde siyasi bağımsızlıklarını kazanamayan topluluklara atfedilir fakat gerçekte ekonomik ve ilmî bağımsızlık olmadığında da durum çok farklı değildir. Gelgelelim ki gören göz için izaha lüzum olmaksızın sadece siyasi bağımsızlık, bağımsızlığın bizzat kendisi demek değildir ve kendi kendini yönetmek demek bugün kendine dair her şeyi yönlendirmek yahut kurgulamak manasına gelmez. Teorik kurguların yobazlığına düşmemiş olanlar için bu ispat gerektirmeyen bir durumdur. Bağımsızlıktan bahsedilmek için siyasi bağımsızlıkla birlikte ekonomik ve ilmî/fikrî bağımsızlıktan da bahsedebiliyor olmamız lazım. Siyasi ve ekonomik bağımsızlık ise ilmî/fikrî bağımsızlık olmadan hep izafî kalacaktır. Hani, gerçekten kim ve ne olduğunuzu tanımlayamazsanız neden başkalarının beslemesi olmamanız gerektiğinin farkına varamazsınız, hatta bir besleme olduğunuzun dahi farkına varamazsınız.
Düşünsenize, ilmin buz gibi hakikatini getiren bir inanca sahipsiniz ve sırf teknolojik olarak size galip geldi diye ilmin gerçekte ne olduğunu dahi tam anlamayan bir kapı önünde dilencilik yapıyorsunuz. Sanayi çırağından dilenmek gibi bir hal… Sırf teknolojik gelişmede üstün çıktı diye Batı’ya bir kemal vehmetmek ne kadar acınılası… İşte bu, fikrî bir hassadan yoksun olmaktan kaynaklı, kendi öz şahsiyetini tanımlayamama durumudur.
* * *
İfadelerimiz yanlış bir anlayışın korsan tebliğine tahvil edilmesin diye bir noktaya temas etmekte fayda var. İlmî bağımsızlıktan bahsederken biz bunu İslam özelinde dile getiriyoruz. Yoksa Hindistan cevizine tapan bir topluluğun ilmi bağımsızlığını savunan ahmakça bir anlayışı tabii ki kabul etmiyoruz. Örnek uç nokta olunca birkaç örnek daha vermek anlayışımızın sınırlarını göstermek bakımından yararlı olacaktır.
Verelim o halde…
Kendi eliyle imal ettikleri din olan Hristiyanlığa bile inanmakta güçlük çeken ve aslında bugün (karikatürize bir ifadeyle) internet kablolarına tapınan Batı’nın da ilmî bağımsızlığını savunmak gibi bir derdimiz yok. Yani, batıl bir anlayış, hakikatin nefesini sürekli ensesinde hisseden bir bağlılık yaşamalıdır. O zaman bizim kastımız net olarak şöyle oluyor:
“HAKİKATİ BATILIN MANDA VE HİMAYESİNDE ARAYAN ANLAYIŞA KARŞIYIZ.”
Bu karşı çıkış hamlemizle hakikate esir olma hürriyetimizi kazandığımızda, hürriyet ve bağımsızlık diye aradıkları şeyin hakikati izhar olacaktır.
* * *
İmam Kevserî’nin (rh), dini, modern zihinle ifsat edenlerin psikolojik durumlarının araştırılmasına dair bir önerisi var. Bu hamleyi neden yaptıkları daha doğrusu bunu yapabilecek bir duruma hangi ruh hastalığı neticesinde ulaştıkları onun için bir merak konusu… Belki de nesillerimizi bundan muhafaza etmek ve aynı yerden defalarca sokulmamak üzere bir önlemi telkin ediyor.
Bu taife gerçekten sarih hakikatleri öylesine eğip bükmeye uğraşıyor ki, İmam Kevserî’nin bu önerisinin önemi daha bir berraklaşıyor. Eserlerini okurken ya da konuşmalarını dinlerken geçmiş zamanda bir vesileyle dinlediğimiz madde bağımlısının sohbetini hatırlatıyorlar bize...
Evet, küçük yaşlarımızda bulunduğumuz meclise gelen bir madde bağımlısı, Mevlid Kandili’ni Sultan Fatih’in doğum günü olarak belirleyip, onun Kâbe’yi inşa edip artık nasıl olduysa içindeki putları temizleyen bir büyük olduğunu anlatmıştı ve bu temelde yaklaşık yarım saat kendisini dinlemek durumunda kalmıştık.
Bu günlere gelene kadar bu gibi ifadeleri sadece madde bağımlıları tarafından duyacağımızı düşünüyorduk. Aslında yukarıda bahsedilen güruhun sarih hakikatleri bu denli eğip bükmesi, bize hep bu anıyı hatırlattığından, uzunca bir süre bu zırvalara sebep olan şeye madde bağımlılığından başka ihtimaller bulmak bizim için oldukça zordu. Bugün bunun sebebini başka izahlarla yapıyor olsak da, aklımızı hala şu meşgul ediyor;
“Acaba kanaatimiz lafız itibariyle aynı kalsa ne değişirdi?”
Yani;
“Hakikat karşısında tevil götürmeyen zırvaların sebebi madde bağımlılığıdır.”
* * *
Modern dönemlerde bu dini ifsat etmek isteyenler, geçmişte olan bazı fitne durumlarından ötürü İmam-ı Azam’a olmadık vasıflar yükleyerek onun ardına saklanıp bir takım faaliyetler yapmaya çalışıyorlar. İddia o ki; İmam-ı Azam sahih hadisleri görmezden gelerek aklı esas alıp içtihat yapmış. Bu iddianın tutarsız olduğuna dair tarih boyunca eserler verilse de bugün bu iddianın yeniden gündeme getirilmesinde bazı sebepler var.
İrdeleyelim…
Bilindiği üzere modernist çaba İslam’ı, Batı kültür-medeniyet havzasının bir imitasyonu haline getirmeye oldukça isteklidir. Gariptir ki bazılarında bile isteye olan bu istek, bazılarında ise madde bağımlılarının gösterdiği reaksiyonlar nispetince meydana gelir. Hani müptela olmanın insanı kendi iradesinden mahrum bırakan bir yanı vardır… Aşağı yukarı böyle bir şey... Hâl böyle olunca ayetlerden başlanılarak, âlimlerimize kadar müzmin bir eziklik psikolojisiyle her türlü değerimizi, Batı değer ve sistemine yarandırmaya çalışmak bu tür adamlar için adeta bir seyr-û sülûk (haşa manasından) haline gelmiştir. İşte İmam-ı Azam manamızın tahrifinin asıl sebebi bir hainlik değilse bu türden bir gaflet halidir.
* * *
Bu taifenin garip bir psikolojisi var. Hani bazı bitirim tipler için “kaostan besleniyor” derler… Bunların da ümmet tarihinde yaşanmış bazı fitneleri büyütüp günümüze taşımak gibi bir dertleri var. Mevzu İmam-ı Azam olunca hemen “Ehl-i Rey, Ehl-i Hadis” ayrımını (!) ortaya atıp kendilerini akılcı, özgür, laik diye vehmettikleri Ehl-i Rey’den sayıp kafalarında garip bir taife uydurup adeta gölge boksu yapar gibi ona da Ehl-i Hadis deyip kendilerini, hem güya bir geleneğe yaslıyorlar hem de hayal ürünü olan menfi bir taife üzerinden meşruiyet kesbediyorlar.
İMAM-I AZAM KADAR EHL-İ HADİS, İMAM HANBELÎ KADAR EHL-İ REY’İZ
Başlık ilk başta yanlış yazılmış diye düşünülebilir fakat öyle değil… Başlığın muradını anlamak içinse bu kadar izah kâfi…
Mevzumuza geçelim…
Bugün “Ehl-i Hadis” ve “Ehl-i Rey” mevzusu, akademik ellerde sanki komünizm ve liberalizm hasımlığı gibi bir zıtlık varmışçasına gösterilen sahte bir alaka kurgusunun ellerinde… Hadiseyi araştırırken şu Batılının “false analogy” dediği sahte mantık safsatasına o kadar maruz kaldık ve öylesine hücceti sahih olmayan rivayete denk geldik ki günlük işlerimizde bile bu hal bizde bir güvensizlik problemine yol açtı. Bir kez olsun dikkatlice irdeleyebilen, Batı’nın çağlar üstü diyalektiğinin “false analogy” mefhumunda saklı olduğunu görecektir. Bu false analogy şöyle bir şey:
- Masanın dört ayağı vardır.
- Eee! Atın da dört ayağı var?
- O zaman at bir masadır!
Böyle basit izah edilince insan idrakinin nasıl bir zevale sürüklendiği anlaşılmıyor. Birkaç örnekle pekiştirmekte yarar var… Buyurun:
- Fransa Afrika’da bulunmuştur.
- Osmanlı da Afrika’da bulunmuştur.
- O halde ikisi de sömürgecidir.
Başka bir örnek:
- Rönesans (Aydınlanma) filozofları akla önem vermişlerdir.
- İmam Matûridî ve İmam Ebu Hanife de akla önem vermişler.
- Haydi, o zaman: Kayıp Aydınlanmanın İzinde…
Hatırımıza İmam Kevserî’nin aklî bir zafiyet ile karşılaştığında ettiği şu dua geliyor:
“İnsanlara akılları paylaştıran Allah’ım! Sen bütün kusurlardan münezzehsin!”
Ehl-i Rey Bütün Ulema-i İslam’a Şamildir
Tarih seyri boyunca insanlık içtimaî kargaşalara hep maruz kalmış... Daha net bir tabirle; fitne, dünya yaşamının bir gerçekliği olarak seyr-i hayatta sürekli var olmuş... İşte topluluklar da bu fitne karşısında takındıkları tutuma göre hizalanmışlar... Bilinir ki, fitnenin muhtelif sebepleri vardır; taassup, cehalet, hevaya uyma gibi insan nefsinin mamulü ve şeytan dürtüsüyle harekete geçen hasletler bunlardandır. Bu hasletler fitnenin fitilini ateşlediği zaman dalga dalga yayılan bu fitnenin önüne geçenler aziz olmuşlar, fitneyi daha çok harlayanlar, fitneyi uyandıranlar ise zelil olup beşer hafızasında menfi bir tarafta konumlanmışlardır.
İnsanlık seyrinde İmam-ı Azam’a uğrayan fitne ise bir kısım cehaletten ve taassuptan meydana gelmiş, ümmetin âlimleri tarafından uğraşlar sonucunda bastırılmış, nihayete erilmiş ve bugün ise modern fanteziler uğruna yeniden uyandırılmak hevesine düşülmüş bir durum olarak karşımızdadır.
* * *
“Ehl-i Rey” ve “Ehl-i Hadis” ayrımına bakıldığı zaman izafî bir ayrım olmasına karşın bugün birbirine tamamen zıt olan gruplar olarak algılanmasının altında yatan tesirlerden daha önce bahsettik. Bu hadiseyi daha net irdeleyebilmek için evvela İmam Kevserî’nin “Fıḳhu Ehli’l-ʿIrâḳ ve Hadîsühüm” eserinden re’ye dair olan manayı verelim:
“Re'y konusunda bir kısım rivayetler vardır. Bunlardan bir kısmı, re'yin kötü, bir kısmı da iyi olduğunu anlatır. Kötü olan re'y kişinin kendi hevesine dayanan bir görüştür. İyi olan re'y ise, Kitab ve Sünnet'e kıyas yoluyla Sahabe, Tabiun ve Teba-i Tabiîn fakihlerinin usulüne uygun olarak yeni bir olayın hükmünü nasstan çıkarmaktır.”
Tartışmasız gerçek odur ki, İmam-ı Azam ve diğer tüm âlimler yani bugün Ehl-i Re’y ve Ehl-i Hadis olarak ayrıma tabi tutulan tüm ulema, re’yin bahsedilen ikinci anlamını icra etmişlerdir. Buradaki fark Hanefiler’in re’yi diğerlerinden daha fazla kullanması neticesiyle oluşmuştur. Su içen iki farklı adamdan birinin daha çok su içmesi neticesinde, daha çok su içenin bu hasletiyle işaretlenmesi gibi bir hâl... Bununla birlikte geçmişte bir kısım insan, Ehl-i Re’y’in yaptığı icraati İmam Kevserî’nin bahsettiği menfi rey ile karıştırıp bazı ağır ithamlarda bulunmuşlardır. Şüphesiz bu, İmam-ı Azam’ın fıkhına vakıf olamamaktan kaynaklı cehaletten kaynaklanan bir ithamdır. İmam-ı Azam’a yapılan ithamların bu cehaletten kaynaklanmayan tarafı ise taassuptan dolayı olmuştur. Başka bir kesimin ise bu cehalet ve taassup ehlinin iddialarından etkilenip hamiyet-i diniye namına birtakım ithamlarda bulunmuş olduğu söylenebilir. Bununla birlikte bazı Mutezilî insanların amelde Hanefiliği tercih etmesi İmam-ı Azam’ın manasının yanlış anlaşılmasına sebep olan durumlar arasındadır. Bunlar haricindeki durumlar ise rahmet kokan ihtilaflar olarak nazarımızda bakidir.
Anlaşılan o ki, burada Hanefiler ile diğerlerini ayıran şey, tıpkı istihsan meselesinde (detaylı incelemek için, bknz: Fıḳhu Ehli’l-ʿIrâḳ ve Hadîsühüm-Muhammed Zahid el-Kevserî) olduğu gibi lafzî bir ayrım olarak karşımıza çıkıyor. Zaten ilahi ahkâmdan hüküm çıkarmak (istinbat) ancak re’y ile mümkündür ve hiçbir fıkıh ekolünün bundan beri kalamayacağı aklen sabittir. Bunun yanında Ehl-i Hadis, hadislerle daha çok teşvik-i mesaî yapıyor diye Ehl-i Re’y’i bundan beri görmek tamamen cehalet, değilse art niyetliliktir. Zira hadislere ehemmiyet göstermeksizin yine bir fıkhî icraat yapılamayacağı akıl sahipleri için bir sabittir. Bu anlamda Ehl-i Hadis ve Ehl-i Rey arasındaki ayrım temelde sadece usullerin üzerinde durmak ve yine bu usullerin değerlendirilme şartlarıyla sınırlı kalıyor.
İmam Zahid el-Kevseri’nin (rh), Ehl-i Hadis sayılan Hanbeli âlim et-Tûfi’nin, Hanbeli usulüne dair yazdığı Muhtasaru’r Ravda adlı eserinden aktardığı şu sözler hadiseyi özetler niteliktedir:
“Bilesin ki re'y taraftarları sözü izafî bir şeydir. Hükümlerde re'y ile ictihad yapan herkese şamildir. Bütün İslam âlimleri buna dahildir çünkü müctehidlerin hepsi ictihadlarında akıl ve re'ye başvurmadan yapamazlar.”
Bununla birlikte İmam Kevserî (rh) Ehl-i Hadis ve Ehl-i Re’y arasında keskin bir ayrım yapılmasını şu ifadesiyle cehalete bağlamış ve bu ayrımın uydurma olduğunu iddia etmiştir:
“İbn Hazm İslam hukukçularını, re'y ve hadis taraftarları olmak üzere ikiye ayırır. Aslında bu düşünce gerçek değildir. Bazı cahil nakilcilerin sözlerine dayanarak Ahmed b. Hanbel’in mihnesinden sonra birtakım kimseler tarafından uydurulmuştur”.
Ehl-i Cehalet ve’l Taassup ile Ehl-i Hadisi Birbirinden Ayırmak
İmam-ı Azam özelinde Ehl-i Re’y’e yapılan ağır ithamların sebebi yukarıda da verdiğimiz üzere İmam-ı Azam’ın fıkhına vakıf olamamaktan kaynaklı cehalet ve birtakım insanların taassubundan kaynaklanmıştır. Bunun yanında İmam-ı Azam ve Ehl-i Re’y’in yaşadığı bölgenin ve bazılarının Mutezilî fırkasına ait olmakla birlikte amelde Hanefî mezhebine tabi olması sebebiyledir. Bu durumu ileride misallendireceğiz... Gelgelelim İmam-ı Azam’a, Ehl-i Re’y’e veya re’yin kendisiyle problemi olan fitne sahiplerinin faturasını Ehl-i Hadis’e kesmenin altında, tıpkı Eş’arîliği öteleyip güya Matûridilik adı altında kendi, Batı’yı taklid fıkhını sistemleştirmenin boş emeli yatmaktadır. Adeta tarihte sanki yapılmamış gibi İmam-ı Azam’a sözde iade-i itibar (haşa huzurdan) yapmaya kalkışarak kendilerine sahte kahramanlık tahtı inşa etmek uğraşı neticesinde birçok hakikati dönüştürmek yollu faaliyet üretmektedirler.
Re’y ehline ağır ithamlarda bulunanlar, re’y veya hadis ehli fark etmeksizin ulemanın hedefinde hep olmuştur. Bununla birlikte Aleyhisselatu Vesselam Efendimizin hadislerini kendi hevaları uğruna kullanan insanlara da yine tüm İslam uleması engel olmak için ellerinden geleni yapmıştır. Özellikle hadisleri kendi hevaları adına kullananları, Ehl-i Hadis adı altında saymak bir gaflet ve art niyet ifadesidir. Misal:
Ehl-i Hadis’in imamlarından sayılan Hasan-ı Basrî (rh), İmam Kevserî’nin ona nisbet edildiğini söylediği sözünde, hadisleri hevaları namına kullanan insanlara ithafen şunu söylemiştir:
“Âlimlerin maksadı riayet etmek, sefihlerin maksadı rivayet etmektir.”
Bununla birlikte İmam Buhari, İmam Evzaî ve Seyyid Muhammed Bakır gibi büyük âlimlerin de İmam-ı Azam hakkında menfi düşüncelere kapıldıkları vakidir. Fakat bu durumlar İmam-ı Azam hakkında kendilerine yanlış bilgi ulaştığı için ortaya çıkmıştır. Bu menfi söylemlerin sebeplerini ve hakikatlerini ilerde izah edeceğiz fakat tam burada bir noktaya değinmekte fayda var...
Bugün, hadis âlimlerinin İmam-ı Azam gibi otorite imamlarla olan ihtilafından kendi sapık tasavvurları namına fayda devşirmek için uğraş verenlerin gayesi, aslında hadis imamlarıyla birlikte hadislerin itibarına leke vurmaya çalışmaktır. Daha net bir tabirle; güneşi balçıkla sıvamaya çalışmak... Bu adamlara, sünnetle amel etmek, hadisle yön bulmak, sahabe kavliyle rehberlik etmek, klişe geliyor... Hani bir birey olarak, kendi ayakları üstünde durma ve özgür olma klişelerini, dini hükümlere tatbik etmek istiyorlar. Peygamber ve ashabı ortadan kalkınca Kur’an’ın (haşa) gönderildiği peygamber, kendileri, ashab ise illüzyonlarıyla kandırdıkları biganeler olacak. İşte bu yüzden tarihin hangi devrinde bir fitne varsa uyandırılmalı ve Müslümanların Allah ve Resulü ile kurdukları silsile alakasına hürmet kesilmelidir.
Hz. Ali EFENDİMİZ ile Hz. Muaviye EFENDİMİZ arasında bir ihtilaf mı var, hemen olduğundan da büyük gösterilmeli... Emeviler’in zalim sultanları, tarihteki hadis uydurmacıları, DEAŞ, Osmanlı’da kardeş katilleri gündemden hiç düşmemeli ki, Müslümanlar kendilerinin hayran kaldıkları Batı’ya hayran edilsin ve yaşanılan yasak aşk meşrulaşsın... Tüm dert bu... Modernistlerin Batı ile yaşadığı yasak aşk... Hani, şehrin ışıltısıyla başıyla birlikte cinsiyeti de dönen ve eski hemcinsine aşık olan birinin ağa babasına (aslında kendisine) bu durumu kabullendirmek için eşcinsellik namına olan tüm felsefî müktesebatı edinmesi gibi bir hâl... Bu dertle saygınlığını geri kazanmak için tarihten muteber kişilerin eşcinsel olduğunu söylemeye meyyaldir bu tipler... İşte modernistlerin İmam-ı Azam ve İmam-ı Matûrîdî ile yapmak istedikleri şey bunun başka bir boyutu olarak karşımızdadır.
Ehl-i Re’y ve Ehl-i Hadis arasını, birini makul, ileri görüşlü diğerini ise ezberci ve kıt olarak ayırarak tarihten sözde ibret özde ise kendi kıt anlayışına misal çıkarmaya çalışırken onca okumuşluğuna rağmen ilim haysiyetinden zerre nasiplenmemiş yığınlar... Dün Ebu Hureyre bugün ise Ehl-i Hadis’i itibarsızlaştırıp Peygamber (sav) hadisinin tahtına kendi hezeyanlarını koymaya çalışan yığınlar... İşte bu yığınların, bu meselede, yapmanın işlerine gelmedikleri şey, Ehl-i Re’y ile Ehl-i Hadis arasını değil, ehl-i cehalet ve ehl-i taassup ile Ehl-i Hadis’in arasını ayırmaktır.
Heyhat... İnsaf ve ferasetle bakan için ayrımlar, kıvrımlar, birleşmeler ne kadar da sarih hatlar ile bellidir.
İMAM-I AZAM’A DAİR FİTNE VE İLLÜZYONLAR
Sahih Hadis’e Aykırı Fetva Vermekten Çekinmezdi Gözbağcılığı
Bugün İmam-ı Azam’a dair sathî ve heva mahsulü yorumlara denk geldiğinizde onun sadece 17 hadisi kabul ettiğine ya da sahih hadise aykırı fetva vermekten çekinmediğine dair safsatalara rastlayabilirsiniz. Hadisleri sözde Kur’an’a özde kendi nefsi yorumlarına arz edenler kendi profilini (haşa) İmam-ı Azam’a giydirmek maksatlı söylerler bunu... Daha önce Türkçe ibadet mevzusunda bu konuyu ele almıştık. Adam tâbi olduğu kemalizmin esaslarına göre Türkçe ibadeti meşrulaştırmak istiyor fakat ümmet nazarında kendisinin bir kıymeti olmadığı için bir İmam-ı Azam simülasyonu inşa edip onun ardından konuşuyor. İşte sahih hadislere aykırı fetva verirdi söylemindeki mantık bu... Kendisi dini, hevasına göre parçalamak isterken, ümmet tarafından parçalanmak riskine karşı ümmetin önüne, imamından bir silüet çizmeye çalışıyor. Kabaca çaba bu... Hani şu postmodernistlerin “hakikati inşa etmek” dedikleri şey...
* * *
Şimdi İmam-ı Azam’a nispet edilen ve âlimlerin, onun eserleri olduğuna dair ittifak ettiği eserlerden misaller verelim...
Evvela, İmam-ı Azam’ın el-Vasiyye’sinden:
“Mestler üzerine meshetmek vârid olan hadîse göre caiz olup; mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir. Hadîs, mütevatire yakın olduğu için inkâr edenin küfründen korkulur.”
İnsaf ehli sadece bu ifadeden İmam-ı Azam’a dair bu iddianın ne kadar gafilce olduğunu anlayabilir.
Devam edelim...
Fıkhu’l Ebsat’tan:
“Aslolan, Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği ve Hz. Peygamber'in davet ettiği, -insanlar arasında tefrika ortaya çıktığı devreye kadar- Hz. Peygamber'in ashabının yapmakta devam ede geldikleri şeylerdir. BUNDAN BAŞKASI İLE AMEL EDENLER BİD'ATÇİ VE KENDİLİKLERİNDEN İHDAS EDİCİLERDİR. Sana yazdığım mektubu anla ve hakkımdaki düşüncelerinden sakın, şeytanın senin zihnine kötü düşünce sokacağından kork. Allah bizi ve seni taatıyla korusun. O'ndan bizim ve senin için rahmetiyle muvaffakiyetler dilerim.”
Başta fitneden bahsettik hatırlarsanız. İşte yukarıdaki ifadeden bu fitnenin ne acayip bir fitne olduğunu anlayalım... İmam-ı Azam’ı, Ebu Hanife ile İmam Hanife’yi Numan bin Sabit ile karşı karşıya getiren bir fitne...
Devam edelim... Osman el-Betti’ye yazılan Risale’den:
“Eğer onların kâfir olduklarını söylersen, bid'atçi olup, Hz. Peygamber ve Kur'ân'a muhalefet etmiş olursun. Ehli bid'atten, hakkı reddedenlerin sözlerini kabul eder, onun ne kâfir ne de mü'min olduğunu söylersen, bil ki bu düşünce bid'at olup, Hz. Peygamber ve ashabına karşı bir muhalefet teşkil eder.”
Yine aynı eserden:
“Bil ki; bildiğiniz ve insanlara öğrettiğiniz şeylerin en faziletlisi sünnettir. Senin için lâyık olan, sünneti öğrenmeleri gereken ehil kimseleri bilmendir.”
Abdullah b. Mübarek’in İmam-ı Azam’dan şu rivayeti, aslında İmam-ı Azam’ın hüküm koyma usulü hakkında bize öz halde bilgi verir:
“Biz Resûl-i Ekrem Efendimiz’den (sav) rivayet olunan muteber hadislere başımız gözümüz üstüne deriz. Sahabe-i Kirâm’ın sözlerinden dışarı çıkmayıp içinden birini tercih ederiz. Ama Tabiin’in ihtilaf ettiği meseleler hakkında da görüş beyan ederiz.”
Farz-ı misal biz, İmam-ı Azam’a dair bunları bilmiyor olsak bile İmam’ın talebeleri olan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in fıkıh bablarının dayandığı ve İmam’ın kendi senedleriyle nakledilmiş rivayetlerden oluşan eserler olan Asar’lardan (Kitabu’l Asar) yine İmam’ın hadislere itibar etmiyor veya onları dikkate almıyor iddialarının ne kadar asılsız olduğunu buz gibi bir hakikatle anlardık. Her ne kadar bazılarının “ne olur Ebu Hanife hadislere itibar etmesin” çığlıkları kulağımıza gelse de... Bunun üzerine “Cami’ul Mesanidi’l-İmam Ebî Hanife” diye bir eser de ortadayken bu iddiaları sadece ilmin namusuna halel gelmesi olarak değil de art niyetli olarak algılamamamız için, söyleyin Allah aşkına var mı bir sebep?
Batıla tekrar tekrar saldıran aslan, Haydar-ı Kerrar İmam-ı Ali (kv) Efendimize ittiba gayretiyle devam edelim... İmam Kevserî’nin “Nuket’ut Tarife” adlı eserinde İbn-i Ebi Şeybe’ye verdiği cevaplar üzerinden...
Evet, başlarda da söylemiştik ehl-i taassub ve’l cehaletin iddiaları ve bazı farklı durumlar, İmam-ı Azam hakkında suî zanna sebep oluyor ve bazı alimler onun hakkında reddiyeler yapıyor. İbn Ebi Şeybe de bunlardan bir tanesi... İmam-ı Azam’ın 125 meselede hadise muhalefet ettiğini söylüyor. İmam Kevserî ise işin aslını Nuketu’t Tarife eserinde verdiği özet ile durumun bilançosunu gözler önüne seriyor. Özeti madde madde özetleyelim:
İmam-ı Azam’ın çözüme bağladığı mesele adedi 83.000’dir. Ebi Şeybe ise 125 meselede muhalefet ettiğini iddia ediyor. Bu bir an için kabul edilirse 664’te 1 oranındadır. Fakat işin aslı odur ki:
- 125 meselenin yarısı muhalif rivayettir. Yani ayrı ayrı rivayetleri ele alıyorlar. (İmam-ı Azam ve Ebi Şeybe)
- Geriye kalan yarısını 5’e ayırırsak, 5’te 1’lik kısmı Kur’an ayetiyle çatışma söz konusu olan ahad hadisdir. (Yani İmam ayeti esas alıp HADİSİ TEVİL ETMİŞTİR.)
- İkinci 5’te 1’lik kısım, ahad hadisten güçlü (meşhur gibi) rivayetler sebebiyle ahad hadisi terk etmiştir.
- Üçüncü 5’te 1’lik kısımda, aynı rivayetten farklı hüküm çıkarma söz konusudur.
- Dördüncü 5’te 1’lik kısımda Ebi Şeybe’nin hadise muhalif olarak gördüğü kısımlar İmam-ı Azam’ın görüşü değildir.
- Nihayet son olarak kalan 5’te 1’lik kısımda 12 adet mesele kalmıştır. 83.000’de 12 mesele...
Görüldüğü üzere bazılarının İmam-ı Azam’a dair yapılan asılsız iddialardan kendilerine pay çıkarıp, “İmam-ı Azam bile hadisi görmezden geldiyse biz de gelebiliriz.” iddiaları tamamen imitasyondur.
Ek olarak, tartışmaların aslında büyük bir çoğunluğu Hanefilerin ahad habere karşı yaklaşımından ve İmam-ı Azam’ın hadis usulünden ötürü ortaya çıkmış olduğu bir vakadır. Maliki mezhebinin âlimlerinden İbn-i Abdilberr, Cami’u Beyani’l İlm adlı eserinde bu konuda şu ifadeleri kullanmıştır:
“Hadisciler Ebû Hanîfe’nin zemminde ifrata gitmiş ve bu hususta haddi aşmışlardır. Onlara göre bunu gerektiren sebep, rivayetlere re’y ve kıyası sokması ve bu iki unsura itibar etmesidir. (…) Onun bazı ahad haberleri reddi, makul tevile dayanıyordu ve bunların birçoğunda daha önceki ulema aynı şeyi yapmıştır. Ebû Hanîfe gibi re’y ile hüküm verenler de bu hususlarda daha evvelki ulemanın izinden gitmiştir.”
“Bu ümmetin alimlerinden hiç kimse, herhangi bir hadisin Hz. Peygamber’den (s.a.v) sabit olduğunu kabul ettikten sonra, kendisi gibi bir rivayet veya icma yahut kendisine teslim olmak gereken bir asla dayanan uygulama tarafından nesh edildiğini iddia etmeden yahut senedinde bir kusur bulunduğunu ileri sürmeden onu reddetmemiştir. Eğer bir kimse böyle yapacak olursa, imam ittihaz edilmesi şöyle dursun, “adalet” sıfatı düşer; fasık sınıfına girer.”
İbn-i Abdilberr’in bu ifadelerinden sonra bu bölüm için son olarak İmam Kevserî’nin Fıḳhu Ehli’l-ʿIrâḳ ve Hadîsühüm eserinden İmam-ı Azam’ın hadise yaklaşımına dair birkaç misal verelim...
Buyurun:
“Ebu Hanîfe'ce beğenilen kaidelerden biri de şudur: Ravinin hadisi öğrendiği andan, rivayet etme anına kadar devamlı olarak ezberinde tutması ve onu hatırlamadığı takdirde yazıya itibar edilmemesi şarttır. Bu hususa Kadî İyad, el-İIma'da işaret etmiştir.”
“Mana itibariyle hadis rivayetinde ileri gitmemek, Ebû Hanîfe'nin kesinlikle benimsediği bir husustur.”
Bu ifadelerle birlikte İmam-ı Azam’ın devrinde olan problemlerden dolayı hadisleri kabul ederken çok seçici davrandığı İbn-i Hacer el-Heytemi tarafından bildirilmiştir. Yani İmam, sahih hadisleri görmezden gelmiş olmuyor sadece hüküm koyma usulü ve hadisleri değerlendirme usulü farklı olmuş oluyor.
İmam-ı Azam’a Dair Eleştirilerin Kritiği
İmam-ı Azam’a dair yapılan eleştirileri, onun Mürcie zannedilmesi, sahih hadislere aykırı fetva vermesi, hadis hafızasının azlığı başlıklarında toplayabiliriz. Bu eleştiri ve ithamları, mahiyeti bakımından ikiye ayırabiliriz: İlk grup bu eleştirileri bir cehalet veya taassuptan dolayı yapan bir kısım insanı kapsar. Bunlarla Ehl-i Hadis’in toplamından tüten mana arasında ayrım yapmayı “Ehl-i Hadis ile Ehl-i Cehalet ve’l Taassubun Arasını Ayırmak” bahsinde işlediğimiz için bir daha bahsetmeyeceğiz. İkinci grup olarak ise hadiseler kendisine düzgün ulaşmadığı için tabii olarak İmam-ı Azam hakkında yanlış kıymet hükmü koyan âlimleri sayabiliriz. Bunlara ek olarak görüş ayrılıklarından doğan tartışmaların ise fıkıh ilminin doğasından olduğu izan sahipleri için sarihtir. İmam-ı Azam’a dair olan yanlış anlamaların sebeplerini ise; itizal edenlerden (Mutezile) bazılarının amelde Hanefi mezhebini tercih etmesi dolayısıyla oluşan ön yargılar, İmam-ı Azam’a dair bazı yanlış rivayetlere muhatap olmaları, ön yargı ve yanlış tahlil olarak sıralayabiliriz. Bununla birlikte bugün, büyük imamların İmam-ı Azam’a karşı sözlerini abartarak aktarmak ya da İmam-ı Azam’a ithamda bulunmadıkları halde ithamda bulunmuş gibi göstermek yollu bir faaliyet de vardır.
Bu sıralamaya ek olarak, Irak merkezli Mutezile’nin, ümmetin itikat dünyasında yaralar açması sebebiyle âlimlerin özellikle bu yöreden çıkanlara karşı daha çok hassasiyet sahibi olması da gözden kaçırılmaması gereken bir husustur.
Yukarıda bahsettiğimiz İmam-ı Azam’a cehalet ve taassuptan dolayı ithamda bulunanlar için ayrıca bir bahis açmayı lüzumsuz görüyoruz. Bu konunun meraklılarını, el-Heytemî’nin İmam-ı Azam’ın faziletini anlatan Hayrat’ül-Hisan, Zahid el-Kevserî’nin Fıḳhu Ehli’l-ʿIrâḳ ve Hadîsühüm, Nuketu’t Tarife ve Te’nibü’l-Hatib, İbn-i Abdilberr’in Cami’u Beyani’l İlm eserlerine yönlendirmekle yetinebiliriz.
Gelgelelim, tarih boyunca var olmuş aramızdaki bu tiplemeleri yahut içimizdeki cehalet ve taassubun bizzat haslet olarak kendisini, zıt manamız teşhis etmeden bizim onu teşhis etmemiz, bir borç yükü olarak sırtımızdadır. Kendi sıkıntılarımızın, problemlerimizin, yanlış anlamalarımızın farkına varıp teşhisimizi yapmazsak hep bizi çökertmek üzere duran bir zafiyet olarak kalacaktır. Yani eğer İmam-ı Azam ve İmam Buharî arasında bir problem varsa bunu halı altına süpürmeye hacet yok fakat olmamışsa işgüzarlık yapıp oldu saymaya da gerek yok. Bunlarla yüzleşmeli ve kıymet hükmünü koymalıyız. Çağlar üstü seyrimizin muhafızı yol başçılarımıza güvenle...
İmam Malik’in buyurduğu gibi; Allah ve Resulü’nden başka herkesin sözü alınır da, atılır da...
* * *
İkinci gruba gelecek olursak, bu âlimlerin sözleri hakkında çokça suistimal bulunduğu için iddiaları tek tek kısa başlıklar halinde izah ederek devam edelim ve tüm âlimlerin görüşlerinden ziyade bugün fitne maksadıyla bahse getirilen âlimleri inceleyeceğimizi bildirelim:
İmam Gazalî
Bugün bazı kesimlerin her fırsatta İbni Sina ve Farabi’nin hezeyanlarını ortaya döktüğü için ve felsefi sayıklamalarının tadını kaçırdığı için saldırdığı İmam Gazalî de İmam-ı Azam konusunda sık sık gündeme getirilen bir şahsiyettir. “Bakın İmam-ı Azam’a da saldırmış! Bu adam herkese saldırıyor!” gibi kalitesiz bir çığlıkla felsefî sayıklamalarına konfor sağlamak yollu bir hamle meydandadır. Hatta bazı internet videolarında bu asılsız iddia üzerine mukavvadan bir anlayış kurdukları vakidir.
İddia o ki; İmam Gazali, İmam-ı Azam hakkında ağır ithamlarda bulunarak hakaret etmiş. Sarahaten bir ifadeyle, bir kez olsun İhya’ya bakan bunun ne kadar asılsız bir iddia olduğunun farkına varabilir. İmam Gazali, İmam-ı Azam’a dair bir kıssadan bahsetmeden evvel şöyle der ve bu ifadeden sonra İmam-ı Azam’ın faziletlerini saymaya başlar:
“İmam-ı A’zam Ebû Hanife’ye (r.a.) gelince gerçekten O, abid, zahid, arif-i billah, Allah’tan korkan, ilim ile Allah’ın rızasını dileyen bir zat idi.”
Bununla birlikte el-Heytemî İmam Azam hakkında ithamda bulunan kimsenin Mutezilî Mahmud el-Gazzalî diye biri olduğunu ve bununla karıştırıldığını söyler fakat öyle olmasa bile İmam-ı Gazalî’nin gençlik döneminde, bilindiği üzere sonraki yaşantısından farklı fikirlerde olduğundan dolayı sonradan bu görüşünden döndüğü söylenir. Öyle ya da böyle bir iddianın günümüzde kullanılması art niyetlilik ifadesidir ve ilmî ciddiyete yakışmaz.
İmam Evzaî
İmam Evzaî İmam-ı Azam’ı cerh eden âlimler arasındadır fakat bunun sebebi İmam-ı Azam’ı tanıyıp bilip cerh edişi değildir ve gerçekten görüşlerine muhatap olunca İmam’ın sahih hadisle amel etmediği iddiasından dönmüştür. İmam Evzaî, Abdullah b. Mübarek’in kendisine İmam-ı Azam hakkında yazdığı bir risale sonucunda eski görüşünden tövbe edip, İmam-ı Azam’ın hakkında kulağına gelen şeylerden uzak olduğunu söylemiştir.
Bu olay iddia ve ithamların nirengi noktalarından bir tanesidir.
İmam Muhammed el-Bakır
Seyyid olan İmam Muhammed Bakır, bir hac mevsiminde İmam Azam ile karşılaştığında kendisine dedesinin dinini ve sünnetini neden değiştirdiğini sorar ve İmam-ı Azam ona işin aslını anlatır ve İmam Muhammed Bakır, İmam-ı Azam’ın alnından öper, sarılır ve kendisine dua eder.
Ebu Zehra’nın kitabında aynen aktardığımız İmam-ı Azam ile aralarında geçen bu konuşmanın mahiyeti olayı özetler niteliktedir:
“Muhammed Bâkır, Ebû Hanife'ye, "Dedemin yolunu ve hadislerini kıyasla değiştiren sen misin?" diye sormuş;
Ebû Hanife:
"Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur. Ben de bana lâyık olan şekilde yerime oturayım. Dedeniz Muhammed’e (s.a.s)' hayatında sahâbîleri nasıl saygı duyuyorlarsa aynı şekilde ben de size saygı besliyorum. Şimdi sen bana kadının mı erkeğin mi zayıf olduğunu; kadının mirasta erkeğe nisbetle hissesini; namazın mı orucun mu efdal olduğunu, idrarın mı meninin mi pis olduğunu söyler misin?" diye sormuş.
İmam Bâkır da "kadının mirasta erkeğe nisbetle yarısı olduğunu, erkekten zayıf olduğunu; namazın oruçtan efdal ve idrarın meniden pis olduğunu" söyledi.
Ebû Hanife ona:
"Kıyas yapsaydım kadın erkekten zayıftır diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra sadece abdest alınmasını söylerdim; âdet halindeki kadının kılamadığı namazları kaza etmesini, orucu kaza etmemesini emrederdim. Kıyasla dedenizin dinini değiştirmekten Allah'a sığınırım." dedi.
İmam Buharî ve Sûfyan-ı Sevri
Bu iki zatı aynı başlıkta vermemizin sebebi haklarında gelen rivayetlerin birbirine bağlı olmasıdır. Yani İmam Buharî, İmam-ı Azam’ın ithamına dair rivayet verirken Sûfyan-ı Sevrî’nin İmam-ı Azam hakkında söylediklerini aktarıyor. Baştan söyleyelim ki Süfyan-ı Sevrî’nin İmam-ı Azam’ı cerh etmesi veya itham etmesi sahih gözükmeyen bir durumdur. Pek çok kaynakta Süfyan-ı Sevrî’nin İmam-ı Azam’a övgüleri yer almaktadır. Bununla birlikte yine Sufyan b. Uyeyne’den de aktarılan ithamlar vardır fakat o da İmam Azam hakkında övgüde bulunmuştur.
Sufyan b. Uyeyne, el-Heytemî’nin aktardığına göre şöyle demiştir:
“Ebu Hanife’nin bir benzerini gözlerim görmüş değildir.”
Ek olarak yine el-Heytemî’den:
“(...) Fıkıh ilmini arzu eden de Kûfe’ye gitmeli ve Ebû Hanife’nin dostlarından ayrılmamalıdır.”
Sufyan-ı Sevri’nin İmam-ı Azam hakkında övgüsü çokça rivayet edilmiş, bunlardan birkaçı şunlardır:
(İmam-ı Azam’ın yanından gelen bir kişiye) “Dünya üzerinde bulunanların en fakihi olan zatın huzurundan geliyorsun.”
Ek olarak:
“O, yeryüzü ehlinin en iyi fıkıh bilginidir.”
İmam Buharî’ye gelince İmam Buharî’nin İmam-ı Azam hakkındaki rivayetlerinin sebebini çağdaşı Nuaym b. Hammad ve yine İmam Buharî’nin tıpkı İmam Evzai ve İmam Muhammed Bakır gibi İmam-ı Azam hakkındaki kulağına gelen asılsız haberlerden dolayı olduğu açıktır. Çünkü iddia edildiği gibi ne İmam-ı Azam sahih hadisi görmezden gelmiştir ne de İmam-ı Azam Mürcie’dir. Bununla birlikte İmam Buharî’nin Sufyan-ı Sevri hakkında aktardığı rivayetlerin gerçek olmadığı birçok ulema tarafından söylenmiştir.
Bununla birlikte İmam-ı Azam ile ilgili aktardığı rivayetlerde, Nuaym’ın bulunmasından dolayı İmam Kevserî bunların asılsız olduğunu söyler çünkü Nuaym’ın İmam-ı Azam’a karşı mutaassıp olduğunu ve bundan dolayı İmam-ı Azam hakkında ondan aktarılma yapılamayacağını bildirir.
Mesele iyice araştırıldığında görülecek olan şey odur ki, İmam Buharî’nin, İmam-ı Azam hakkındaki durumu bazılarının söylediği gibi taassuptan kaynaklanmamıştır. Genelde de Ehl-i Hadis’in tavrını buna indirgemek, gerek umumî haysiyete gerek ilmî haysiyete sığmaz. Ek olarak aradaki görüş farklılıkların olmasından dolayı ihtilafın gayet doğal olduğundan zaten önceden bahsetmiştik. Birinin diğerine göre re’yi veya hadisi fazla kullanmasından kaynaklı görüş farklılıkları olmasından yahut usulden kaynaklı görüş farklılıkları olmasından daha normal ne olabilir ki...
İmam Buharî’nin şeyhi Yahya b. Adem’in sözlerine bakalım:
“Numan, beldesinin bütün hadislerini topladı. Peygamber’den (s.a.v) ne alındıysa sonuna kadar inceledi.”
Bunlarla birlikte Abdulfettah Ebu Gudde’nin Yahya b. Main’in İmam-ı Azam hakkındaki güvenilirdir görüşünü zikrederken şu deyişi önemlidir:
“Bu konuda, Ebu Hanife’nin vefatından asır veya asırlar sonra doğmuş Buhari ve ona tabi olanların sözü değil, İbn Maîn’in sözü geçerlidir. Yahya b. Maîn konuştuğu zaman Buhari, Müslim, Nesâî, İbn Adiyy, Dârekutni ve diğerleri susar. Çünkü bunların hepsi, İbn Maîn’in rical konusunda emsalsiz olduğuna şahittik etmişlerdir.”
Şimdi de talebesi İmam Ebu Yusuf’a kulak verelim:
“Bir kimse diğeri aleyhine dava açsa ve delil getirse, Ebu Hanife bu konuda şöyle der: (Davacı için) şahitlerin yanı sıra bir de yemin etmeniz gerekli değildir çünkü Resulullah’tan (s.a.v) bize: “İspat edici delil (beyyine) getirmek davacıya, yemin ise iddiayı reddedene düşer.” hadisi ulaşmıştır. Allah’ın Resulü’nün, davacı üzerine koymadığı bir yükümlülüğü biz koyamayız. Ayrıca Ebu Hanife’ye nispet edilen Vasiyye ve Fıkhu’l Ekber’in hadis içeriyor oluşu, Ebu Hanife’nin hadise karşı olmadığını göstermektedir. Kaldı ki hadise, sünnete karşı olan birini milyonlarca insan takip eder mi?”
Son olarak İbnî Haldun:
“Bazı aşırı gidenler ve hasetçiler, müçtehitlerden bazılarının hadis bilgisinin yeterli olmadığını ve bu yüzden rivayetlerinin az olduğunu söylerler. Büyük imamlar hakkında böyle bir kuruntuya mahal yoktur. Çünkü şeriat; kitap ve sünnetten alınır. Hadisten yeteri kadar nasibi olmayanın, dini sahih asıllarından ve ahkâmı onu tebliğ edenden almak için, hadis talebi ve rivayetinde ciddî ve bu konuda süratli olması gerektiğinde şüphe yoktur. Rivayeti az olanlar, haberlerdeki bazı ta’nlar ve tariklerindeki bazı illetler yüzünden rivayeti azaltmışlardır… İmam Ebu Hanife de rivayet ve tahammülünde gösterdiği şiddet ve titizlik yüzünden az rivayet etmiştir. Rivayeti az olduğu için hadisi de az olmuştur. Haşa, hadis rivayetini kasten terk etmemiştir. Mezhebinin, hadis imamları arasında itimat edilir bir mezhep oluşu, rivayetleri ret ve kabul yönünden, onun değerlendirmesine itibar edilmesi, onun hadis ilminde büyük müçtehitlerden olduğuna delalet eder.”
İmam Şafii ve İmam Malik gibi imamların İmam-ı Azam hakkında övgüleri maruf olduğundan izaha lüzum duymuyoruz.
Sonuç Yerine: Ahlaka ve İlim Haysiyetine Davet
Bugün hem kendilerini Selefi zannedip aslında Vehhabi olanlar hem de kendilerini Ehl-i Re’y’in günümüz temsilcisi zannedip aslında modernist olanlar, tarihi hakikatleri ideolojik hastalıklarından dolayı kendi işlerine gelecek şekilde dönüştürmek gayretindeler.
Cumhuriyet tarihinin bir döneminde Türkçe ibadet, Türkçe ezan söylentilerine İmam-ı Azam’ı alet edip aslında kemalist ideolojiyi tahkim etmek isteyen zihinle, Selef-i Salihin’i harici mantıkları için istismar eden grup ayrı kutuplarda da olsa aynı faaliyetin bir parçasıdırlar. Köksüz ve temelsiz bir ifsat çabasının kök ve temel devşirmek derdindeki bigâneleri... Fetullah Gülen ile DEAŞ’ı, Yaşar Nuri ile Vehhabiler’i aynı tahrif çabasının farklı mahsulleri olarak görememek, kuşatıcı fikrî nazardan mahrum kalmanın alametidir.
Bugün, Yaşar Nuri’nin adi kopyaları halindeki bir takım zevatın kendilerini Ehl-i Re’y temsilcisi vehmederek İmam-ı Azam ve İmam Matûridî’yi laik, rasyonel, akılcı ve hadisleri hafife alan şahsiyetler olarak gösterme çabasındakilerin niyeti genelde modernizmi, özelde ise kemalizmi tahkim etmek odaklı çalışmaları sarih bir şekilde ortadadır. Buna karşın güya Ehl-i Hadis pozlarına bürünen Vehhabiler’in, İmam-ı Azam ve İmam Matûridi’yi hadis inkarcısı, ümmetin ameline mani olarak gören harici çabaları ise, bu Yaşar Nuri’nin adi kopyalarıyla faaliyet birliği içerisindeler...
Resmi biraz daha büyütelim... Yaşar Nuri’nin bir röportajındaki İmam-ı Azam hakkında hezeyanlarını aktarırken “Bunu ben söylemiyorum, 30-40 yıl önce Batılılar’dan duymuştum,” sözüyle Suudi Arabistan’ın “Batılılar istediği için Vehhabiliği uyguladık.” sözü farklı borulardan gelse de aynı kaynakta birleşmektedir.
* * *
Çalışmamızın liyakatini Allah’a havale edelim ve haykıralım:
Hakikatin hürriyetini, batılın esaretine bırakmamak için elimizden neler gelebileceğini tahmin bile edemezsiniz! Zira biz, sizin sahte hürriyetinizden iğrendiğimiz halde hakikate bağlı hürriyetimize düşkünüz!
Servet Turgut’un 15 Temmuz vesilesiyle bizi esir etmek için diş bileyenlere haykırdığındaki hissiyatı, sadrımızda her dem tazedir:
BİZ, SİLSİLE-İ ZEHEP SIRRIYLA TEK ZERRESİNİ FEDA ETMEKSİZİN BOYNU KAİNAT EFENDİSİ’NE UZANAN VE İSLAM’DAN HOŞGÖRÜ, BOŞGÖRÜ, ŞÖYLE İSLAM, BÖYLE İSLAM DİYE BAĞ ÇÖZENLER DEĞİL, BAĞI KOPMAZ BİR ZİNCİR İLİNTİSİYLE ASR-I SAADET DEVRİNE UZANANLARIZ!