İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Öz
Yakın bir yüzyıla sonuç yazmak oldukça zor bir iştir. Bu zorluğu aşmanın en kolay yolu o yüzyılı değerlendireceğin tarih algını iyi belirlemektir. Bu yazıda Sovyetlerin dağılmasının nedenlerinin ve etkilerinin ardından ABD’nin üstünlüğünü ve 11 Eylül’ün uluslararası sisteme etkilerini bir tarih algısı üzerinden işlemeye çalıştık. Bununla birlikte uluslararası dengedeki güç sistemlerini inceleyip sistem ve güç kavramlarını tanımladık.
1- Giriş
Yazar belirli bir amaç veya yöntem gütmeden tarihi ve kavramsal verileri yazıda okuyucuya sıralarsa sanal dünyanın arama motorlarından öteye geçemez. Bu anlamda SSCB’nin dağılışını sosyalist ideolojide aramak, ABD’nin otoritesinin güven kaybetmesindeki sebebin 11 Eylül olaylarının oluşunu irdelemek için bir yöntem ve amaç gütmek zorunludur.
2- Tarihi İncelemekteki Kriterler
Tarihin seyrini, malumatların yoğunluğu arasında izleyebilmek, anlamlandırabilmek ve dönemlere göre kıymet hükümleri koyabilmek oldukça zordur. Okuyucuya has bu fiiliyatların zorluğunu kolaylaştırmak, onlara tarih seyrini rahatça anlaşılır bir planda göstermek tarihçinin işidir. Necip Fazıl Kısakürek “Ulu Hakan” adlı eserinin ön sözünde tarihi ele alışları bakımından tarihle uğraşanları şöyle sınıflandırır;
“İrfan sahiplerince bilinir ki, hikmet ilmin, ilim de tekniğin üstündedir; tarih ise bu üç görüş şekline göre çeşitli... Tarihi, hikmet yönünden ele alan, onu, kafasındaki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya görüşüne nispet eder. İlim gözüyle yoğuran, vakıaları sağlam bir (analiz) ve (sentez) halinde umumi kıymet hükümlerine bağlar. Teknik bakımından inceleyen de, sadece malzeme ve ham madde verir ve gerisi için tasa çekmez...
Bu üç faaliyet nev’inin sahiplerinden birincisi, cemiyet hamurkârı büyük fikirci, ikincisi tarihi kendi içinde ve zamanının anlayışına göre muhasebe eden meslekî ilimci, üçüncüsü de bu rizikolu ve belâlı işlerden kaçınıp, yalnız dış şekil bakımından "doğru" ve "yanlış" ölçüsüyle hareket eden ve mansaptan evvel menbaı tutmaya bakan kuru müşahedeci... Her birinin ayrı ayrı hakları olan bu üç sınıf iş sahibinden ilki, dünya çapında tefsirci ressam, öbürü sınırlı görüş peşinde usta fırça sahibi, daha öbürü de düpedüz fotoğrafçı... İlkinde hikmet kanatlı büyük ruh, öbüründe mevzuuyla kayıtlı mahallî idrak, daha öbüründe de dış hakikat kaygılı yavan akıl iş görür. Birinciye azametli hamle, ikinciye şerefli vazife, üçüncüye de tarafsız ihtiyat düşer ve büyük sorumluluk, şüphesiz birinciden başlar.”
Tarihi sadece mesleki ilim ve teknik yönünden ele alan tarihçiler sadece hadiseleri dış yüzünden gösterip, tarih öğrenmenin asırlık gayesi olan “geleceğe yön verme” hususiyetinden uzaktırlar. Tarihi, tıpkı teknikçinin yaptığı gibi fotoğrafçılık marifetiyle göstermek veya mesleki ilimci gibi neden-sonuç ikileminde bulunduğu dönemin dar kalıpları arasında göstermek bu uzaklığın sebepleri arasındadır. Hâlbuki tarihi hikmet yönünden ele almak tarih öğrenmenin asli gayesi olan “geçmişteki tecrübelerden yararlanmak, ibret almak ve bu birikimlerle mevcut çağı anlamlandırıp yine mevcut çağın sıkıntılarına çözüm bulmak” gibi bir hususiyeti sağlamak yönünden daha faydalıdır.
Özellikle son dönemlerde modern anlayışın hadiseleri dar kalıplar arasında ön görmeye çalışıp fakat bunda başarısız oluşu tarihçiliğin nasıl olmaması gerektiğine dair ipuçları vermektedir. Oral Sander sebep-sonuç ilişkisiyle yazdığı “Siyasi Tarih” kitabının sonuç bölümünde; “ Tarih, başlangıcı tam belli olmayan bir noktadan sonu olmayan başka bir noktaya kadar uzanan bir süreçse, ‘sonuç’ noktasını nasıl yakalayacağız? 1991’ de yazdığım ikinci baskının sonucunu dört yıl sonra okuduğumda, ne denli yanlış ya da en azından doğru çıkmayan genellemeler yaptığımı anladım. O zaman şimdi yapacağım genellemelerin geçerliliğine nasıl inanacağız?” İşte tarihi, (elbette aslından farklı göstermeye çalışmadan) hikmet yönünden ele alan tarihçi bu gibi sıkıntıya düşmeden okuyucusuna bilimin ve görünenin yanılabilir tarafına nispet etmeyip hakikate nispet ettiği için genellemeler yapmaktan çekinmez. Ortaya koyduğu eserin çağlar üstü hale geldiği insanların ortak özelliği objektifliğin dar kalıplarında boğulmadan inandıklarına nispetli olarak iş yapmaya çalışmalarıdır. İşte biz de diğer ilimlerin neredeyse hepsini ilgilendiren siyasetin tarihine, her meseleye bir fikir cevheri sunmuş bir dünya görüşüyle bakmaya çalışmayı daha verimli ve tutarlı bulduğumuzdan hadiseleri bu gözle incelemeye çalışacağız. Asrımıza çok yakın hadiselerden bahsedecek olmamızın bize hüküm koymada getirdiği zorluğu bu yolun emniyetiyle göğüslemek gayretindeyiz.
3- Sovyetlerin Yıkılmasına Sebep Olan Faktörler
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra SSCB ve ABD’nin iki kutup halinde olduğu soğuk savaş dönemi SSCB’nin dağılmasıyla sona ermiştir. SSCB’nin dağılmasındaki sebeplerin neler olduğu hususunda çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlardan en dikkat çekeni halkın sosyalist fikirlere hazır olmadığı söylemidir. Bu söylem çeşitli ideolojiler tarafından da başarısızlığın sebebi olarak sürekli bir bahane olarak ortaya koyulmaktadır. Her nedense ideolojiler arasında ortak olan bu söylem onları sistemin gerçekte doğru olup olmadığını “sorgulamamak” gibi ortak bir tavra da itmiştir. Mesela demokrasinin batılılara göre sözde üçüncü dünya ülkelerinde tatbik edilememesinin sebebi de halkın demokrasiye hazır olmamasıdır.
Genel olarak bakıldığında modern dönemde ortaya çıkan sistemlerin topluma karşı bakış açısı genellikle böyledir. Eğer bu sistemler topluma gerçekten katkı sağlayacaksa toplumun hazır olup olmaması bu sistemlerin hâkim oluşunun veya uygulanabilirliğinin karşısında engel değildir. Bir toplumun gelişim evresinin her basamağında katkı sağlayamayan bir sistemin, toplumun gelişmiş evresinde katkısının olması nasıl düşünülebilir ki? Mesela İslam dininin ön gördüğü nizam sistemi insanlık hususiyetlerinin, toplum anlayışının belki de en asgari olduğu ve gayet ilkel bölgelerde oluşmaya başlamış ve bir toplumu tamamen tersi istikamette şekillendirmiştir. Böylelikle pozitif tutumlar bakımından gelişmemiş bir toplumu tamamen revize ederek yeni bir toplum inşa etmiş ve bu İslam toplumu, medeniyetin dünyaya yayılmasında en büyük katkıyı sağlamıştır. Anlaşıldığı üzere bir sistem en ilkel kabilede de en gelişmiş dünya devleti sisteminde de işler halde değilse doğru olup olmadığı sorgulanmalıdır.
SSCB’nin neden dağıldığına dair yapılan mevcut yorumlardan farklı olarak birçok yorum daha yapılabilir. Sosyalizm, insan fıtratına özellikle mülkiyet, inanç, birey ve toplum arasındaki dengesizlik bakımından ters gelmiştir. Bu sebepten sosyalizmin tam anlamıyla uygulanamadığını ancak dar bölgede etkili olduğunu ayrıca fırsat buldukça tavizler verildiğini söyleyebiliriz. Tavizler verildikçe insanların kafasında sosyalizm yavaş yavaş ideal tip (yani tam manasıyla uygulanamaz ama ideal olarak nispet aracı) haline gelmiştir. Tavizler verilmesine ve ideal tip haline gelmesine en güzel örnek Kruşçev ile Gorbaçov’un politikaları ve Putin’in söylemidir.
Kruşçev ve Gorbaçov bilindiği üzere politikalarında sosyalizmden taviz vermişlerdir. Putin ise ilk devlet başkanı olduğu zamanlarda sosyalizmin en güzel sistem olduğuna ama bu şartlarda uygulanmasının mümkün olmadığına dair bir açıklama yapmıştır. Ayrıca Kruşçev’in batıya karşı ılımlı tavırları, politikadaki tavizleri birliğin dağılmasının sebepleri arasındadır. “Bizden olmayan bizi dağıtır.” sözüne bir örnek olarak da işlediğimiz bu hususa göre Kruşçev’i ılımlı sosyalist olarak tanımlayabiliriz. Ayrıca her sistemin ılımlısı yani her sistemden verilen taviz sistemi bozar ve daha çabuk yıkar.
SSCB’nin diğer imparatorlukların aksine savaş olmaksızın dağılmasının etkisini daha az sorunlu sonuçlar doğurduğu gibi iyimser bir söylem içine giren Oral Sander 19. yüzyıldaki kalıba uygun yeni çatışma ve istikrarsızlık kaynaklarını da ortaya çıkardığını söylemiştir. Bu kaynakları da; Komünist ideolojinin bıraktığı boşluğu saldırgan milliyetçiliğin alması, Doğu Avrupa ve Batı Avrupa arasındaki ekonomik uçurum, kitlesel göç, siyasal sığınma ve denetimsizlik olarak sıralamıştır. Hâlbuki bakıldığı zaman SSCB’nin dağılması güç dengesini bozarak yaklaşık on yıllık bir süre zarfında ABD’nin kesin üstünlüğünü beraberinde getirmiş ve denetlenemeyen bu üstünlük farklı coğrafyalarda birçok soruna neden olmuştur.
4- Sistem Tanımı ve Güç
Günümüzde en çok tartışılan hususlardan biri de soğuk savaş dönemi sonrası dünyadaki güç sisteminin nasıl bir yapıda olduğudur. Bu soruna daha kavramsal bir açıdan bakmadan önce sistem kelimesinin tanımını yapmalıyız. Sistem; aralarında düzenli ilişkiler bulunan, ortak özelliklere sahip ve birinde meydana gelen değişikliğin diğerlerini de etkilediği bağımlı değişkenler dizisidir. Başka bir ifadeyle, önceden belirlenebilecek bir şekilde birbiriyle düzenli etkileşim halinde olan birimlerin oluşturduğu bütüne sistem denir. Bu haliyle sistem, her bir parçası bütünün özelliklerini az çok yansıtan ve parçalar arasında ortak özellikler bulunan bir yapıdır.[1] Uluslararası ilişkiler kastından bağımsız olarak baktığımızda sistemin insan yaşamına etkisi oldukça fazladır. Bundan dolayı insanlar yaşamlarını ihata edecek sistemleri seçerken maddi ve manevi tüm kıstasları göz önünde bulundurmalıdır. İnsan yaşamının her alanına etki edecek sistemin yine insanın sadece dış dünyasıyla alakalı değil, iç dünyasının dinamiklerini de etkileyecek bir biçimde şekillenmesi gerekir.
Modern dönemin pozitif bilim algısı insanı bireye indirgemiş yani insanı tüm hususiyetiyle insan olarak ele almamıştır. Bu tutum insan hareketlerinin sadece dış şekillere bakılarak hesaplanabileceği kanısını ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden modern dönem sistemleri genellikle pozitif bilime göre şekillenmiş ve insanın iç dünyasındaki dinamikleri tamamen göz ardı etmiştir. Bu sistemlere genel olarak baktığımız zaman da çabalarının genellikle insan hayatını somut verilerle şekillendirmek olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Ayrıca sürekli bir kurgu içinde olan bu tavır bu kurgunun hangi ahlaki hususiyetlerle sürdürülmesi gerektiğine dair somut bir veri sunmamıştır. İçi doldurulamayan, nasıl yürütülmesi gerektiğine dair verilerin sabit olmadığı sadece yine dış şekillerle bağlı kalarak model ortaya koymak siyasi açmazları çözmemize yardımcı olmadığı gibi siyaset bilimi uğraşını da hayli karmaşık hale getirecektir.
Bahsedilen bu yeni dönem sistem anlayışı diplomasi ilmi için de geçerlidir. Uluslararası sistem teorisinin kuramcılarından Morton A. Kaplan örgütlenme durumlarını ve sayılarını göz önünde bulundurarak altı uluslararası sistem modeli geliştirmiştir.[2] Bunlar;
1-Güç (Kuvvet) dengesi sistemi: Sayıları en az beş olması gereken ve güçlerinin yaklaşık olarak eşit olduğu varsayılan ulus-devlet yapılarından meydana gelmektedir. Bu sistemde, hiçbir devlet diğerlerinin üzerinde sürekli bir hâkimiyet kuramamaktadır. Bunda en önemli etken, güçlerin birbirine yakın olmasıdır. Bazen bir ulus-devletin öne çıktığı görülse de bu durum geçicidir.
2- Gevşek iki kutuplu sistem (loosebipolar system): Bu sisteme gevşek kurallı iki kutuplu sistem de denilebilir.
3- Sıkı iki kutuplu sistem (tight bipolar system): Bu sistem sıkı kurallı iki kutuplu sistem olarak da adlandırılabilir. Bu modele göre iki büyük devlet, öteki devletleri yönetmektedir. Ayrıca bu sistemde uluslararası örgütlerin hiçbir gücü olmadığı gibi, tarafsız hiçbir devlet de yoktur.
4- Evrensel sistem: Bu sistemde karşılıklı tolerans ve evrensel hukuk kurallarına dayalı federal bir dünya devleti modeli öngörülmüştür.
5- Hiyerarşik sistem: Bu sistem dereceli sistem olarak da kavramsallaştırılabilir. Bu modelde fetih yoluyla veya demokratik yoldan oluşmuş tek bir dünya devleti bulunmaktadır.
6- Birim veto sistemi veya birleşik veto sistemi: Bu modelde her devletin diğerlerini caydıracak nitelikte nükleer gücü vardır. Bu nedenle birim veto sistemi çok kutuplu (multipolar) bir görünümdedir.[3]
Görüldüğü üzere Kaplan’da aynı gelenekle sistem modellerini ortaya koymuştur. Kaplan bu modellerden en çok güç dengesi sistemi ve iki kutuplu sistem üzerinde durmuştur. Ona göre, zaten tarihsel olarak günümüze kadar gerçekleşen sistemler de bu iki sistemin pratik yansımalarıdır. Güç dengesi sisteminin temel özelliklerinden biri de dengeleyici devletin sistemde oynadığı denge rolüdür. Bu bağlamda, dengeleyici devletin tek endişesi dengenin bozulmasıdır. Palmerstone, dengeleyici devletin sistemdeki konumunu şu şekilde açıklamaktadır: “Dengeleyicinin devamlı dostu olmadığı gibi, düşmanı da yoktur; sadece devamlı bir çıkarı vardır: Güç dengesinin sürdürülmesi...”[4]
Tarihsel süreçte dengeleyici devlete en güzel örnek İngiltere olmuştur. Zira İngiltere, 18 ve 19. yüzyıldaki Avrupa güç dengesi sisteminin dengeleyicisiydi. Bu durumun ana nedenleri ise İngiltere’nin çatışma bölgesine uzaklığı, Avrupa’da toprak elde etme amacının olmaması ve büyük bir deniz gücüne sahip olmasıydı.[5]
Tüm bu sistemler göz önünde bulundurulduğunda SSCB’nin dağılmasından sonra ABD’nin tek başına bir süper güç halini aldığını savunan Brzezinski gibi yazarlar olsa da William Pfaff ve Joseph Nye gibi uluslararası ilişkiler uzmanları bugün süper güç olgusunun ortadan kalktığını ve bunun da istikrarsızlık ve çatışmaya yol açtığını söylemektedirler.[6] William Pffaf süper devlet tanımını yaparken, nükleer güç ve global bir misyonun, yani gelecek için geçerli bir modelin temsilcisi olmanın gerekliliğini belirtiyor. Bu ise ancak başat bir askeri güç, teknolojik önderlik, rekabetçi bir ekonomik üstünlük, toplumsal dayanışma ve önemli iç ve dış sorunlarda oydaşma ile olanaklıdır. Bu niteliklerin tümüne aynı zamanda sahip bir devlet olmadığına ve büyük devletlerin askeri avantajları azaldığına göre, yeni dönemde güç alabildiğine dağılmış durumdadır ve bu da istikrarsızlık ve çatışmayı arttırmaktadır.[7]
SSCB’nin dağılışından sonraki ilk on yıl için çokta geçerli olmayan bu durum 11 Eylül olaylarından sonra daha çok geçerli olacaktır. Bölgesel güçler hakkında Oral Sander şunları söylemiştir: Güç dağılımının alabildiğine dağılmış hali de “bölgesel güç olmak” faktörünü ortaya çıkaracaktır. Geçmişten gelen süreklilik güçleri, başarılı bir dış politika için, güç dengesinin geleneksel askeri araçlarını ve stratejilerini gerekli kılmaktaysa da her dönemde geçerli olan değişiklik güçleri, gücü büyük devletlerin elinden alıp sistem içinde dağıtmıştır. Böylece güç dengesi mekanizması sınırlandırarak, ancak bölgesel düzeyde oynanmasına olanak sağlamıştır. Dolayısıyla, bugünün özelliği, süper devletlerin hegemonyasından çok, sistemde gücün dağılması, bölgesel devletlerin sorumluluğunun artması ve oyunun kurallarının karmaşıklaşmasıdır.[8] Güç dağılımı olduğunu savunan yazarlar bu güç dağılımının askeri açıdan olmadığını vurgulamaktadırlar. Dolayısıyla askeri bakımdan tek kutuplu, ekonomik bakımdan üç kutuplu ve siyasal bakımdan çok kutuplu bir sistemin var olduğunu söylemektedirler. Özellikle bölgesel güçleri dünya düzeninde iyi konumlandırmak için askeri ve ekonomik güce dayalı katı güç anlayışıyla değil de ideoloji, kültür ve uluslararası örgütleri kullanabilme yoluyla dünya düzenine etkide bulunmaya dayalı yumuşak güç anlayışıyla bakılması taraftarıdırlar. Bu anlayış her ne kadar gücü ikiye bölse de özellikle bölgesel güçlerin yumuşak gücü kullanarak katı güce de sahip olacağı veya katı güce sahip olan küresel güç faktörlerinin gücünü devam ettirmesi için yumuşak güce başvurmak isteyeceği aşikârdır. Oral Sander yumuşak gücün kültür ve ideoloji çekiciliğine, gündemi ve tartışmaların çerçevesini belirlemeye dayandığını söyledikten sonra sadece çok kutuplu bir sistemde daha geçerli hale geleceğini ifade etmiştir.[9] Ama ne var ki modern telakkinin mamul ettiği insan ve toplum yapısı daha çok ekonomik kıstasları göz önünde bulundurduğundan katı gücü fazla olan devletin yumuşak güç faktörlerine de rağbet etmektedir. Bu anlamda çok kutuplu olsa da modern telakkinin mamul ettiği insan ve toplumlar için değişen bir şey olmayacaktır.
5- Tek Kutup Amerika’nın Hegemonyası
Daha önce bahsettiğimiz gibi SSCB’nin parçalanmasından 11 Eylül’ e kadar olan dönemde ABD’nin hegemonik gücü tek kutuplu bir biçimde devam etmiştir. Bununla birlikte çeşitli uluslararası yapılanmalarla birlikte çok merkezliliğe geçiş söylemleri olsa da bu hiyerarşik bir sistemin etkisinde kalmıştır.
Soğuk savaşın ardından ideolojiler artık etkisini yitirmeye başlamıştır. Buna rağmen Fukuyama liberalizmin tüm dünyaya yayılacağı gibi bir tezi ortaya atmıştır. Bu dönemde Fukuyama’ ya göre daha tutarlı tezler de yazılmıştır. Bunlar Brzezinski’nin “Satranç Tahtası” ve Huntington’ın “Medeniyetlerin Çatışması” tezidir. Ayrıca bu dönemde SSCB’nin etkin olduğu bölgelerde bir güç boşluğu meydana gelmiştir. Başta Avrasya olmak üzere, SSCB’nin etkisi altındaki bütün coğrafi alt-sistemlerde meydana gelen bu jeopolitik ve jeostratejik güç boşluğu, Zbigniew Brzezinski’nin kavramsallaştırmasıyla “kara delik”, dünyanın tek süper gücü konumunda kalan Atlantikçi-Anglosakson deniz gücü ABD tarafından doldurulmaya çalışılmıştır. Söz konusu dönemde ABD, önce Irak’ın Kuveyt İşgali sonrasında BM mekanizmasını; ardından da Bosna-Hersek krizi sürecinde, uyguladığı çifte standartlara ve tezatlıklara rağmen, NATO askeri gücünü devreye sokarak izlediği pro-aktif dış politikalar ile tüm hegemonyasını uluslararası sistemde kullanmıştır.
Kısacası, SSCB’nin parçalanması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortaya çıkan Rusya’nın iç politikaya odaklanması sonucu dış politikada etken bir aktör olamaması, 1990-2000 arası dönemde ABD’nin dünya jeopolitiğindeki hareket serbestisini fazlasıyla arttırmış ve tek kalan süper güç olarak ABD’yi küresel bir imparatorluk olma amacına yöneltmiştir. Aynı zamanda, ABD’nin bu jeopolitik ve jeostratejik hedef ve uygulamaları, 1990 sonrası dönemde ABD liderliğindeki uluslararası sistemin tek kutuplu olduğu biçimindeki düşüncelerin de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aslında, tek süper güç ABD’nin “yönlendirici liderliğindeki”(28) bu dönem, uluslararası sistemde bir ara dönemi ve/veya bir geçiş dönemini ifade etmektedir. Nitekim 11 Eylül saldırıları ve sonrasındaki tarihsel süreç, ABD’nin önderliğindeki uluslararası yapının tek kutuplu olmadığını göstermiştir.[10]
6- 11 Eylül ve Sonrası
Francis Fukuyama, 1989 yılında The National Interest dergisinde yazdığı “Tarihin Sonu mu?” başlıklı makalesinde ortaya koyduğu tarihin sonu tezi ile bir yandan liberal-demokratik değerlerin insanlığın ideolojik evriminin son noktası olduğunu belirtmiş, diğer yandan da ABD’nin Soğuk Savaş galibiyetini ve dünya liderliğini uluslararası kamuoyuna ilan etmiştir.
Fakat 11 Eylül 2001 tarihinde, ABD’nin en önemli sembolik binalarından ikisi olarak kabul edilen Pentagon ve Dünya Ticaret Merkezi’ne gerçekleştirilen saldırılar hegemonik bir güç olan ve küresel bir imparatorluk kurma amacındaki ABD’nin gerek uluslararası prestijine zarar vermiş, gerekse de 21. yüzyıl sisteminin sorgulanmasına neden olmuştur. Zira bütün savaş ve çatışma alanlarını kendi kıtasının uzağında tutmayı başaran ABD, 11 Eylül saldırılarıyla ilk defa bir savaşı ve/veya çatışmayı kendi topraklarında yaşamıştır. Böylece, Amerikan Savaşı’ndan bu yana Amerika Kıtası’ndaki en çok ölüm olayına neden olan 11 Eylül saldırıları “tarihin sonunun sonunu” ilan ederek, 21. yüzyıl küresel sisteminin miladı olarak kabul görmüştür.
Bu bağlamda, insanlık tarihinin sonunu getiren Fukuyama’nın “endism” (sonculuk) savının aksine, sistemin çok kutuplu hale dönüştüğünü belirten uluslararası stratejik açılımlar ve bu durumu vurgulayan söylem ve analizler karşımıza çıkmıştır. Tüm bu stratejik değişim-dönüşüm ve 11 Eylül sonrası sistemin imkân verdiği hareket serbestisi ile güçlenen bölgesel ittifak ve oluşumlar, sistemin çoğulcu yapısını vurgulayan uluslararası stratejik hamlelerdir.[11]
7- Farklılaşan Savaş Sisteminin Etkisinde Sonuç
Tarihin seyri boyunca insanlık birçok savaş şekline tanık olmuştur. Teknolojinin gelişimiyle doğru orantılı olarak savaş şekilleri gelişim göstermiştir. Hatta bugün ulaşılan teknolojik seviyeye savaş sayesinde ulaşıldığı bile söylenilebilir. Ama gelinen son noktada olası bir savaşın dünya üzerinde çok büyük bir yıkıma sebep olacağı ve güçlü güçsüz demeden tüm devletleri çok fazla zarara uğratacağı yadsınamaz bir gerçektir. Bundan dolayı devletler, iradelerini başka yollarla birbirlerine kabul ettirebilmenin arayışına girmişlerdir. Hiç şüphesiz bunlardan en önemlisi ekonomik savaştır. Oral Sander bir ifadesinde; “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra güçlü olabilmek için bir varil dinamitin yanına bir varil de petrol koymak gerekiyordu.” diyerek ekonominin ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istemiştir.[12]
Bir diğer hususta hiç şüphesiz halk faktörüdür. Halk diğer devletler tarafından manipülasyona açık bir şekilde fikir ve gaye farklılıklarına düşer veya başka bir devlet tarafından manipüle edilecek bir gaye etrafında halkalanırsa savaşın başka bir yönüne tanık oluruz. Eğer hiçbir mesleki veya başka türlü ayrıma gitmeden tüm toplum bir amaç ve gaye etrafında halkalanırsa bu da devletin bu savaş çeşidindeki hem saldırı hem de savunma aracı olacağını gözlemleriz. İbn Haldun; “Başkalarına galip gelmek ise, ancak gayret, tarafgirlik duygusu ve bir düşünce etrafından birleşerek o düşünceyi gerçekleştirmek için kararlılıkla çalışmak ve kalpleri birbirine kaynaştırmakla mümkün olur.” ifadesini kullanarak bu mevzunun izahını kitabında uzunca anlatmıştır.[13]
[1] Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorisi, İstanbul, Alfa Yayınları, 2004, s. 513.
[2] Tayyar Arı, a.g.e, s. 513-516.
[3] Tayyar Arı, a.g.e, s. 517 ve Hasan Köni, Genel Sistem Kuramı ve Uluslararası Siyasetteki Yeri, Ankara, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) Yayınları, 2001 , s. 26.
[4] Tayyar Arı, a.g.e, s. 518-519
[5] Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Sistemin Analizi, Yrd. Doç. Dr. Bilgehan EMEKLİER, http://www.bilgesam.org/incele/1901/-soguk-savas-sonrasi-uluslararasi-sistemin-analizi/#.Wn4BCejyiM8
[6] Oral Sander, Siyasi Tarih 2. Cilt, İmge Kitabevi Yayınları, 2012, s. 586.
[7] Oral Sander, a.g.e, s. 587
[8] Oral Sander, a.g.e, s. 587
[9] Oral Sander, a.g.e, s. 588
[10] Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Sistemin Analizi, Yrd. Doç. Dr. Bilgehan EMEKLİER
[11] Soğuk Savaş Sonrası Uluslararası Sistemin Analizi, Yrd. Doç. Dr. Bilgehan EMEKLİER
[12] Oral Sander, a.g.e, s. 594