İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Zorluk… Ne kadar izafi bir mefhum… Kimine kolay görünen kimine zor… Fakat dünya ki imtihan âlemidir herkesin boyuna göre bir meşakkat libası biçer… İş ki imtihan sırrına vakıf olsun insan… Öbür türlü saadeti dünyada arar durur. Saadet ki dünyalıkta hep mecaz halde, dünyada arandıkça da bulunması mümkün değil… İnsan olmanın haysiyeti aramakta elbet fakat doğruyu doğru yerde aramakta... Bu gerçekten zor bir iş… Allah bu derdin divanesi olanlarla dost olmayı nasip etsin… Ruhun çırpınışları halinde bu ulvî zorluğun ateşinde olmak ne kadar gıpta edilesi bir şey ise tersinden nefsin itiş kakışları önünde suflî zorluğun pençesinde olmak o kadar acınılası… Nefsin kölesi olmak kadar daha büyük kölelik daha büyük zorluk tasavvur edemiyoruz… Öyle ki iradenle, aklınla, fiilinle her şeyinle kölelik… Beraat ise her şeyinle birlikte bu sultaya başkaldırma hüner ve cesaretiyle mümkün… İnsan olma ve insan kalma haysiyetini yine insana iade eden beraat…
Çoğu zaman ideolojik, psikolojik, ilmî, ekonomik hatta siyasi olarak nitelediğimiz sıkıntılı mevzuların altında yatan şey aslında insanın nefsiyle olan münasebetinden doğar. Hani ilmin kapısı Hz. Ali’ye (kv) nispet edilen meşhur bir söz var; “İlim bir nokta idi cahiller onu çoğalttı” diye, gerçekten insana nefsinin çıkardığı zorlukların nasıl bir boyut kazandığını öğreten bir hikmet… Hakikat tek iken onu yanlışlar arasında bulunmaz hale getiren işte hakikat karşısında direnen nefsin sahte hakikat uydurmalarından ibaret… Böyle olunca uydurulan hakikatin hakikat olmadığını anlatmak ya da hakikate uymayanlara uysunlar diye hakikati farklı farklı usullerle anlatmak bir süre sonra rahminden kocaman bir ilim dalının doğmasına sebep oluyor. Hani bir deyiş vardır insanların dilinde “konuşarak halledebiliriz” diye… Sahte dünyanın sahte tesellisi belki… Gereğini yaşayarak halledebileceğimiz sorunları konuşarak uzatıyoruz ya da gereği neyse yaşayamadığımız için konuşarak hevesimizi atıyoruz. Fakat bazen öyle olur ki insanın söz söylemekten başka yapacağı yoktur. Daha doğrusu yapacak bir şey her zaman vardır lakin ordu kumandanlarının savaş stratejisi çizdiği, bahadırların, kahramanların can alıp can verdiği meydanda senin vasfına ve cüssene düşen çorba kazanına kepçe sallamaktır. Hani boyunun ölçüsü o kadar… İşler kritik bir safhaya geldiği zaman o kepçe kazanı değil düşman saflarını hedefler o ayrı mesele… Evet, o ayrı mesele ama galiba biz “o ayrı meselenin” yaşandığı bir hangamedeyiz…
Allahû âlem…
Karıştıralım bakalım…
Sömürgeleştirilmiş İmanın Ameli: Tahrif
İbn Haldun’un mağluplara dair bir deyişi vardır:
“Mağlup, ebedi olarak galibin şiarını, kıyafetini, mesleğini, sair ahval ve adetlerini taklid etmeye düşkünlük gösterir.
BUNUN SEBEBİ ŞUDUR: Nefs daimi surette, kendisine galip gelende, bir kemal (mükemmellik) bulunduğuna inanır ve onun hizmetine girer. Ya ONA SAYGI GÖSTERMEK İÇİNDE YER ETTİĞİ ve galibi kemal sahibi olarak gördüğü için veya kendisindeki inkıyad (boyun eğme) halinin, “tabii bir galebe”den değil, galipteki kemalden ileri geldiği yolunda bir hataya sürüklenmiş olduğu için böyle davranır.”
Bakıldığı zaman tarih boyunca bu sözün örneğini gösterecek bir sürü vakıa sayabiliriz. Dolayısıyla bu hâl izahtan vareste bir durum arz ediyor. Bugün kıraathane geyiklerine kadar düşmüş olan “batıyı taklid” seyrimizin bizi nasıl da müzmin bir düşmüşlüğe gark ettiği ise yıllardan beri dile getirilmekte… Fakat insanın adet ve yaşamlarına kadar kültürel sömürüye uğramasından daha kötü ve tehlikeli bir durum varsa işte o inanç esasları bakımından örtülü bir işgale maruz kalmasıdır.
* * *
Baştan sona sömürgecilik tarihi ve ekonomik sömürüden kültürel sömürüye kadar sömürgeciliğin itikad dünyamız bakımından ne ifade ettiğini izah etmek ayrıca bir başlığı hak ediyor. Bununla birlikte selefilik (vehhabilik) ve modernizm adlı iki zıt kutbun ise yine bu sömürgecilik seyri boyunca nesebi gayri sahih bir şekilde ortaya çıktığı iddiamızı başa alıyoruz. “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat” adlı itikadımızı vakur ve sağlam tutan yolun ise sömürgecilere karşı bizi güçlü ve şerefli kılan bir sırat-ı müstakim olduğu ise bu iddiamıza başlıca sebep olan hakikat… Dediğimiz gibi sömürgeciliğin itikad dünyamız bakımından ne ifade ettiğinin yeri ayrıca bir başlık konusu… Burada anlatmak istediğimiz ise batının bize karşı “tabii halde galebesini” batının kemalinde görmenin itikad dünyamızda açtığı yaraların mahiyetidir.
Coğrafi keşifler, sanayi devrimi, dünya savaşları, vestfalya düzeni şu ya da bu… Tarihsel kritiğine girişmeksizin görülür ki batı en nihayetinde dünya arzını kendi düzeni etrafında şekillendirmeyi hedeflemiş ve belli bir oranda bu amacına ulaşmıştır. İster muharref bir dine tapınsın ister muharref bir bilime tapınsın her putunun cevherinde paraya tapınan batılı ekonomik gayeleri için tüm değerlerini maddi menfaatlerine zıt olmayacak şekilde sıralamayı bilir. Hani batı için çıkarları cevherse din, ahlak, manevi kıymetler araz… Bununla birlikte dünya hâkimiyetini kurduktan sonra ise hegemonya kurduğu coğrafyaların değerlerini kendilerine maraz çıkartmayacak şekilde dönüştürmeyi hedeflemiş... Açıkçası bu onlar için gayet tabii bir hedeftir, sonuçta hâkimiyetini sürekli kılmak tüm güç sahiplerinin bir dileğidir. Şaşılacak olan ise hâkimiyet altına alınanların namusundan kurtulmak istercesine bu değerlerin dönüşmesinden memnuniyet duymalarıdır.
Evet, batı bir süre sonra dünyayı çepeçevre sarma işinde öyle bir boyuta ulaşmıştır ki bir müddet sonra batılı olmayan toplumlar bile insanın en mahremi olan ev düzeninde bile batılı bir forma gelmiştir. Haliyle bu durum dünyayı anlamlandırma işinde her bireyin referans noktası batının önüne sunduğu fikirler olmaya başlamıştır. Üstelik bu referans noktaları hakkında vesveseye bile düşmek içtimai bir baskıya maruz kalınmasına sebep verecek hale dönüşmüştür. Mesela bugün demokrasinin hikmetinden(!) sual etmek demek insanın toplumda vebalı gibi görünmesine eş değerdir. Tersinden bu baskı ve fikri dikta bu düzene karşı usulsüz bir şekilde karşı çıkmalara sebep olmuştur.
* * *
Bugün resmi halde faaliyet gösteren okullar tarihsel misyonunun tam da gereğini yapacak şekilde insanları dünyada elan hâkim konumda olan batılı fikirlerle dönüştürme yeridir. Diğer ülkelerde ve Türkiye’de yaşanan batılılaşma serüveninde yasalar ve normlar haliyle batılı fikirlerden müteşekkil hale gelmiş ve bunun nihayetinde eğitimin bu formda olması da zorunlu bir hal almıştır. Bunun neticesinde hikmetinden (!) sual olunamayan fikirler ister Müslüman olsun ister kendini gayrısıyla tanımlayan gruplar olsun tüm gruplarca (la teşbih ve la temsil) adeta bir amentü vasfı kazanmıştır. Bunun nihayetinde kültürel sömürü amacına ulaşmış ve misal Türkiye’de el değmeye maruz kalmadan batılı formlarda her yıl binlerce insan yetiştirilmiştir. Bu sayının on yılda on beş milyon olarak söylendiği de vakidir.
Nihayet eğitimde modernleşme diye adlandırılan ama aslında batının amentü tedrisatı olan bu kurumlar bir müddet sonra teolojik kaygılarla kurulan diğer resmi eğitim şubelerini açmaya başlayınca içtimai yaşamı modernleştirme çabasının din anlayışını modernleştirme/batılılaştırma çabasını beraberine katması kaçınılmaz olmuştur. Zaten din gibi toplumun derununda yatan bir keyfiyeti batılılaştırmadan toplumsal hayatın tam anlamıyla batılılaşmayacağı çok net bir gerçekliktir. Bununla birlikte batılı referanslar çerçevesinde oluşan resmiyetle ihata edilmiş teolojik kaygılar besleyen (kavram hassasiyeti taşıdığımızdan dini kurum dememeye çabalıyoruz) kurumların yine batılı dünyaya tam anlamıyla zıt düşmesi hem beklenemezdi hem de zaten yasal sınırlar bu ihtimali ortadan kaldırıyordu. Nihayetinde hem teolojik kaygı besleyen eğitim kurumları hem de diğer eğitim kurumları batının kültürel hegemonyası temelinde kurulduğundan müfredatlarının en temel referans noktası batılı fikirler olmuştur. Artık siyasetten dine ne kadar yorumlanması gereken konu varsa bunlar batıya göre yorumlanmak zorundaydı. Bu bir tavsiye değil bir mecburiyetti… Bir süre sonra bu kurumlar kadrolarını oluşturdu ve her biri kendi alanında sınıflar meydana getirdi. Daha sonraları modernist/reformist olarak adlandırılan bu grupların ister teolojik bir kurumda olsun ister olmasın en büyük uğraşı gelenek diye adlandırdıkları asli değerleri batı felsefe ve metodolojisine göre fütursuzca yargıya çekmektir. Teolojik eğitim kurumları Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat yolunun ana şahsiyetlerini ya dönüştürmek ya da suçlamak yoluyla batı karşısında özür diler gibi hal takınmışlar teolojik olmayanlar ise aynı uğraşı Osmanlı Devleti üzerinde yapmışlar. Ergen bir gencin hayvanî bir hisle âşık olduğu karşı cinsinin yanında babasından utanması gibi iptidai bir hal…
Modernizm aslında dünyayı batı metodolojisi altında okumak manasına geliyordu Türkiye’de birçoklarının mecbur bırakıldıkları bu faaliyeti bazıları severek yapar hale gelmişlerdi. Dinde modernizm ise Kur’an ve Sünneti türlü illüzyonik yorumlarla batıya uygun hale getirmek hissiyatıyla açıklanabiliyordu. Greko-Latin kültür hinterlandında (haşa) İslam’a bir müştemilat yapma hevesi… Bununla birlikte bu hissiyatla birlikte gelişen başka bir köksüz akım daha vardı ki bu da kâfir tanımına oldukça büyük katkıda (!) bulunan vehhabilerdi. Önceleri Vestfalya Düzeni’nin bir gereği olarak Osmanlı’nın karşısında bir Arap İslam’ı olarak kurgulanan vehhabilik daha sonra Türkiye gibi çeşitli ülkeler içerisinde modernizm karşısında bunalan Müslümanlara tarihin belli bir evresinde etkinliğini kaybetmiş “Haricilik” metoduyla usulsüz, anarşik bir yöntem vadediyordu. Bu görüş tarihi müktesebatımızla tamamen alakamızı kesmemizi söylüyor ve sathi yorumlarla odunsal bir anlayışa göre din telakkisi teklif ediyordu. Mutezilenin canlanması olarak bir “mihne”ye daha gebe olan modernizm, hariciliğin hortlaması olarak fitnelere hamile olan vehhabilik karşısında İslam ümmetini asırlarca hakikatiyle İslam’da tutmuş Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat ise bir sıkışmışlık halindeydi. Elan o hal devam etmektedir.
Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat gruplar bugün Türkiye’de kanun yoluyla zuhurunu devam ettirmek ve tam teşekküllü olarak meydan yerine çıkmak zorundadır. Bugün sivil toplum kuruluşu olarak eğitimlerini devam ettirse de çağın bazı gerekliliklerini İslam’a uyduracak bir eğitim sisteminden yine çağın bazı gereksiz uygulamalarından dolayı yoksundurlar. Gerçekten bu üzerine düşünülmesi elzem bir konu ve ayrıca bir başlığı hak ediyor fakat biz burada Servet Turgut’un “Batı Felsefe Tarihi IV. cildinin 710 ve 711. Sayfalarını” bu konuya dair temel bir fikir olarak size sunabiliriz.
* * *
Böyle bir vaziyeti belirttikten sonra alt başlığımızı izah sadedine gelelim. Evet, her ne sebeple olursa olsun “Kur’an, Sünnet, İcma, Kıyas” neticesinde oluşan dini anlayışımıza sömürge zihniyetiyle bakmak demek zaten geniş olan hüküm yollarını tahrif etmek demektir. Batı metodolojisi ve müktesebatıyla dünya görüşü oluşturmanın neticesidir bu durum. Bir Müslümanın “asrı İslam’ın idrakine uydurma” işinde referans noktası bellidir ve asırlarca onlarca müçtehid ve onlarca müceddid bu referans noktalarını bize göstermekle birlikte bu işin nasıl olacağını da sistemleştirmişlerdir. Evvelden sömürdüğü yerlere İncil ile giden batılı bugün modern değerlerle gitmektedir. “İncil’i al altını ver” oyunu gören göz için bugün yine bu değerler üzerinden devam etmektedir. Bugün bu değerler üzerinden İslam’ı anlamaya yahut yeniden yorumlamaya çalışmak ne sebeple olursa olsun şahsiyetini yitirmek demektir. Tabi kolaycılık ahmak adam için bir nimet… Bugün hâlihazırda kaldırım taşından gün hesabına kadar her şey batı değerlerine göre kurulmuşken bunları aslî hüviyetine geri döndürmek asil bir iş olmakla birlikte külfetli de… Aynı sırada lazım ve gereklidir. Fakat İslam’ı batı hinterlandında bir unsur olarak bu değerlere tam uyumlu hale getirmek şahsiyetini yitirmek ve kolaycılık olmakla birlikte paçozluk…
Bugünün aldığı eğitim, uyduğu metodoloji, yaşadığı hayat bakımından batının tam anlamıyla kültür sömürüsüne maruz kalmış, ona tam aşık olmuş ve bağlanmış ya da tam zıt düştüğünü zannederken harici mantıkla faka basmış iki uç zihniyetle karşı karşıyayız. İşte bu zihniyetler sömürgeleştirilmiş bir imanın belirtilerini göstermektedirler. Sömürgeleştirilmiş imanın kaçınılmaz ameli ise; tahriftir.
İfrat ve Tefritin Birbirini Beslemesine Örnek: Vehhabilik ve Modernizm
Aslında buraya kadar olan bölümlerde Maturidiliğin algılanmasındaki problemleri analiz ederken çıkardığımız sonuçlardan bahsetmeye çalıştık. Bu süreci hikâye edecek olursak gerçekten sarih bir hakikatin tezahürüne şahit olduğumuzu söyleyebiliriz. Hikâye edecek olursak dedik, o halde hikâye edelim…
İmam Maturidi’ye dair iddiaların kafamızda komik ama bir o kadar acı verici geçit alayı… Kafamızı yasladığımız duvarda kendimize alaylı bir edayla sorduğumuz soru şu;
İmam Maturidi’nin laik veya batılı bir filozof formunda olmadığı ispatına mı girişeceksin gerçekten?
Kendimize içimizden sorduğumuz bu soru ağzımızdan şu cümlelere tahvil oldu;
Allah’ım ben gerçekten bu ahmakça iddiayı neden bu kadar ciddiye aldım ki…
Fakat mukadder oluşlar halinde devam eden araştırmalarımızın neticesinde bu iddiaların bir tahrif yumağından sarkmış ipler olduğunu sonradan fark edecektik. Hem bu devirde “su aslında su değildir” denilse bunun içtimai bir grup olacak kadar bağlısı ve yankısı ve de itikad dünyamıza saldırısı olacağı bir vakıa… Mukadder oluşların bizi teşvik etmesiyle birkaç ay İmam Maturidi ismi üzerinde neredeyse bir kamp kurduk. Öyle ki twitter arama butonuna fırsat buldukça “Maturidi” yazıp insanların bu konuda neler söyleyip yazdıklarını dahi kontrol etme gereği hissettik. Bu süreç bizi öylesine garip iddialarla baş başa bıraktı ki “farz-ı muhal ehl-i sünnet ve’l cemaat olmasaydı ne olurdu” sorusu sürekli aklımıza gelmeye başladı. Yine bir gün bu iddiaların tacizine kendimizi maruz bırakmışken bu soruyu farz-ı muhal kaydıyla “yaşayarak” cevaplama gereği hissettik.
* * *
Farz-ı muhal kaydıyla kendimizi ifrat ve tefrit kutuplarının yorumlarına bıraktık. Farz-ı muhal ehl-i sünnet ve’l cemaat anlayışımız yok ve bugün din üzerinde Modernizm, Vehhabilik ve Batınî gruplar yorum yapıyor. Daha ilk anlardan itibaren bulunduğumuz vaziyet bir masa tenisi oyununu andırmaya başladı. Raketin biri modernistlerin biri vehhabilerin elinde batınîler ise ortadaki masa tenisi filesi, idraklerimiz ise iki raket arasında gidip gelen pinpon topu… Oyun başlıyor vehhabi ilk hamlesini tekfirle yapıyor. Havada giderken çıkardığımız ses “insanlara Müslümanlık yerine kâfirlik tebliği yapan anlayış”, hani nasıl Müslüman olacağını anlatacağın yerde nasıl kâfir olduğunu insanlara tebliğ etmek. Burada elbette kastımız bunu iş ve tebliğ pratiği haline getirmek… Bu hamle bizi modernizm sahasına yolluyor ve aynı hızla modernizm hamlesi “asrın idrakine uydurmalıyız İslam’ı” anlayışıyla bizi tekrar vehhabi yarı sahasına yolluyor, yine havada idrak sesi “asra hâkim olan anlayışı din ittihaz eden anlayış” hani cahiliyede olsak “olur mu canım kızları diri diri gömmeden” deyişinin günümüz versiyonu… Maturidilik özelinde gidiş gelişler ise ilki selefi raketi ikincisi modernist raketi olmak üzere şöyle…
-Maturidi, İmam Hanefi’nin Akaidini tahrif etmiş.
-Maturidi ve İmam Hanefi sahih hadisleri kabul etmiyor.
( Dikkat edelim iki hamle de aslında birbirini doğruluyor fakat inkâr hakikate…)
- Maturidi/Eşari insanların amelde gevşeklik göstermesine sebep olmuş.
- Maturidi din ve siyaset, din ve fıkıh ayrımı (bu kapı laikliğe çıkıyor) yapmış.
- Dememiş miydik “siz kâfir oldunuz” diye…
Görüldüğü üzere gerçekte hangi amaçla söylenirse söylensin birbirine zıt durarak birbirlerini onaylayan ifadeler… Sanki bilerek kurgulanmış… Elimizde delil olmadığı için kimseye “maşa” yakıştırması yapmıyoruz ki bugün zaten birbirini ajanlıkla itham etme enflasyonu yaşanıyor. Hani benim gibi düşünmeyen herkes ajandır anlayışı… Zaten bir insanın illa batılı söylemesi için ajan olmasına gerek yok. Belirli şahsi ve içtimai sapmalar insanı bir müddet sonra batılın bayraktarlığını yapacak hale sokar. Gören göz için bu bir vakıadır. Belki kendince iyi niyetli dahi olabilirler fakat cehenneme giden yollarda bu niyetlerden çok var. Bir hakikat aklımıza geliveriyor bu hususta… İSLAM’A BÜTÜN HALDE DÂHİL OLMAMIZ gerektiğini ihtar eden hakikat… Aslında tüm sıkıntılar bu hakikati atladığımızdan ortaya çıkıyor. Burada yine Üstadımızın kurgulamış olduğu fikir sistemine bakıp yine ondan nasiplenmemizin şükrünü düşüyoruz.
* * *
Tüm bunlardan hareketle söyleyeceğimiz şudur ki, zıt kutuplar birbirini besler. Modern dünyanın sahte din anlayışından bunalan insan mutedil anlayışa erişemezse vehhabilik gibi tüm zamanları sahteleştiren bir anlayışın kucağında bulur kendini… Biz de yukarıdaki temsilde bunu anlatmaya çalıştık. Misal, bir taifenin dini esneterek yozlaştıran yorumlarına maruz kalan insan diğer taifenin “işte bu kafirler Allah’ın hükümleriyle hükmetmiyorlar” yollu demagoji çığlığının kucağında buluyor kendini… Yahut bir taifenin İslam’ı kendi kaba nefsinde donuklaştıranların yorumlarına bakınca diğer taifenin İslam’ı sulandıran anlayışının kucağına oturuyorlar. Burada dikkat ettiğimiz bir şey daha var. Biz bu yorumları Ehl-i Sünnet anlayışımızı farz-ı muhal kaydıyla yok sayıp dinlediğimiz zaman hangi taifenin yorumunu dinlersek tam zıddına kayan bir durum yaşadık. Demek istediğimiz tek başına bir ikna edicilikleri yahut manaları yok. Bu ülkede veya dünya üzerinde modernist anlayış olmadan vehhabi anlayış, vehhabi anlayış olmadan da modernist anlayış kendinde yer bulamaz. Bu ekoller tabi bir anlayışın genel ismi kasıt mahiyetlerine…
Bu anlayışların mengenesinde sıkışmış ahvalimizde bize düşen aziz borcu zikretmeye gerek var mı bilmem…
Kâinat boşluk kabul etmez.
Hakkın yükseltilmediği arsada batılın putu dikilir.
Müslüman Türk’ün Türk İslâmı ile İmtihanı
Tarih şuurunun erozyona uğramış olduğu bir hengâmede tarihi boyutu olan bir meseleyi anlatmak ne de zor… Hep ‘’dünya bir toz bulutuydu” seviyesinden izahlarla başlamak zorundasınız. İzah etmek için başka bir istidadınız yoksa tabi ya da halinizle binlik çapta bir meseleyi bir çırpıda yaşayarak gösteremiyorsanız… Oldukça zor… Başlayalım…
Hatırlayalım… Hani Avrupa’da mezhep savaşları olmuştu… Yıllarca bunlar birbirlerini kesmiştiler… Heyecanlanıp bugün de Müslümanlar birbirlerini mezhepler üzerinden öldürüyor diyebilirsiniz ama bu söylem literatür ezberi… İşte baştaki zor kastımız bu heyecanlanıp sathî hüküm vermelerden dolayı… Adam batı tarihi okuyup kopyala-yapıştır ile idrak intihali yapıyor. Bir kere bu din İslam dini oradaki Hristiyanlık dini (aslında felsefesi; kapsamlı izah için bknz. S. Turgut - Hristiyanlık Felsefesi, Seriyye Yayınları) ama işte ne var ki batı zihniyetine teşne olduysanız (geçmiş olsun) indirgeme hastalığına tutuldunuz demektir. Hani kahvehane muhabbetine dönüyor işler… İkisi de din kardeşim işte, ne var… Zihniyet bu… İkincisi bizim mezhepten kastımız Hanefi/Şafii/Maliki/Hanbeli’dir ve ateşli tartışmalar ve ayrılıklar olmasına rağmen birbirimizdeki farklılıklara neredeyse aşığız... Diğer İslam’dan vehmedilenleri ise mezhep olarak kabul etmemiz için bir neden yok. Tabi bunlar tafsilatlı mevzular ama muhtemel izahlarımız cari… O yüzden ana mevzumuzdan kaymamak için girişmiyoruz bu işlere… Zaten bizim onları mezhep olarak görmememiz için bir bir nedenleri saysak alacağımız cevabın muhtemel kalitesi de şu;
-Banane mezhep işte! Mezhep! Kendine Müslüman diyorsa ve farklı düşünüyorsa mezheptir işte, mezhep!
Hani zaten sıkıntılı bir zihniyet… Diyor ki mesela, Moğollar şehirlerimize saldırmaya niyet alırken Şafii ve Hanefi âlimler fıkhî tartışmalar yapıyorlardı. Yani kardeşim âlim bunlar tabi ilmi tartışma yapacaklar. Ne yapmalarını bekliyorsun… Mesela bugün Türkiye sınır ötesi operasyon yaparken duvar ustalarının duvar yapmalarını eleştirmek gibi bir hâl… Yani şimdi “Müslümanlar mezhep savaşı yapıyor” narasının üst aklı ve aklının üst seviyesi bu… Olur böyle şeyler, Allah’ın nasibi, sonuçta kimseyi kınamıyoruz ama bu merciden de akıl almaya gönlümüz el vermiyor. Diğer bir husus ise olan savaşın sebebi çıkar çatışması, “tamamen” mezhep değil… Dünya üzerinde insanlar aynı düşünmüyor diye birbirine savaş açmıyorlar bugün… Reel-politiğin mutlak usul kabul edildiği bir dünyada bu söylem çok tutarlı değil açıkçası… Ayrıca bir başlığı hak ediyor bu mevzu, o yüzden şimdilik geçelim…
* * *
Evet, batıda olan ve nerdeyse asırlık sayılabilecek mezhep savaşlarından sonra bir şekilde düzenin sağlanması gerekiyor ve bundan sonra içinde iki farklı anlaşmayı barındıran Vestfalya Barışı imzalanıyor. Burada tüm veçheleriyle birlikte Vestfalya düzeninin sonuçlarını tartışmamız mümkün değil o yüzden konumuzla ilgili olan kısımlarına yönleneceğiz. Öncelikle her ne kadar ulus-devlet anlayışının bir süreç nihayetinde oluştuğu kabul edilse de bu süreç Vestfalya ile kendinde anlam bulur. Yani ulus-devlet sistemi aslında Vestfalya Düzeni ile işler hale geliyor. Bu düzenle birlikte ulusal devletin egemenliği din merkezli devletin yerini almış ve halkın neye nasıl inanacağı hakkında ulusal bir sınır çizilmiştir. Bu şüphesiz modernizmin batıda tartışmasız hâkimiyetini de ifade eder. Katolikler ve Protestanların savaştığı bir arenada galip modernizm olmuştur. Bir süre sonra dünya üzerinde batılılaşma yaygınlaşıp Türkiye Cumhuriyeti kurulunca bu düzen bizim idrak çeperlerimize de musallat hale gelmiştir.
* * *
Bu geçişi yapmadan önce aktarmamız gereken bir hakikat var. Ebu Said El-Hudrî’den rivayet edildiğine göre Allah Resûlü şöyle buyuruyor:
“Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler / kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takip edeceksiniz.”
(Hz. Peygamberin gelecekle ilgili bu ürpertici açıklaması üzerine biz sahâbîler) sorduk:
"Ya Resulullah! (İzlerini takip edeceğimiz bu topluluklar) Yahudiler ve Hristiyanlar mı olacak?"
Şöyle buyurdu: “Ya başka kimler olacaktı?” (Buhari, Enbiya 50; Müslim, İlm 6)
Yani bu hakikati göz önüne koyduktan sonra söyleyecek ne kadar az şey var… Burada âlimler özellikle kertenkele deliğine (keler) girme hadisesini onlar mantıksız ve aklın almayacağı işler yapsalar bile onları körü körüne taklit edileceği manasına yorarlar. Bu meyanda başka bir rivayet daha var:
“Ümmetim kendisinden önceki ümmet topluluklarının bir kısmını karış karış, arşın arşın izlemedikçe kıyamet kopmayacaktır.” Sahâbîler tarafından soruldu:
"Arkaları sıra gidilecek olan bu topluluklar Farslılar ve Rumlar (İranlılar ve Doğu Bizanslılar) mı olacak Ya Resulullah!"
“İnsanları onlar temsil etmiyorlar mı? (Elbet onlar olacaklar.)” (Feyzül-Kadîr 6/261 Hn. 7224)
* * *
Kertenkele deliğini zorlama evrelerimiz kertenkele deliğinden nihayetinde geçmemizle sonlanmıştır. Artık Anadolu’da ulus-devlet kurulmuş ve Vestfalya Düzeni’nin gereklilikleri bir bir ithal edilmeye başlanmıştır. Ulus-devlet anlayışında dinin devlet işlerini kolaylaştırması için bir “araç” olarak kullanılması bir gerçekliktir. Bu gerçekliğe (!) göre ulus devletinin yanına bir de ulus dini ihdas etme gerekliliği ortaya çıkmıştır.
Modern siyaset felsefesi tarihine baktığımız zaman din bu seyirde hep araç olarak kullanılmak üzere kendinde yer bulur. Dini toplumdan çıkaran batı, insanların inanma ihtiyacını politik refah uğruna kullanma eğilimindedir. Batıda üç beş sofistike kanaat ile hallolan bu iş tek hakiki din olan İslam beldelerinde elbette kolay halledilemeyecek bir iştir, inatla batılılaşmak isteyenler için... Bu yüzden bu çabaya girişmek isteyenler kendilerine yine dinde otorite kabul edilen şahsiyetlerden mana hırsızlığına girişeceklerdir. Girişmek zorunda kalarak… Çünkü Allah Resul’üne sımsıkı bağlanmış ümmeti batı safsatası çözmeye muktedir değildir.
* * *
Vakalar art arda gelip “Hilafetin İlgası” olayına geldiği zaman bu meyanda dikkatleri üzerine çeken bir şahsiyet olarak Mehmet Seyyid Bey’i gösterebiliriz. Kendisi bugün İslam’ı modern yorumlamak derdine düşenler için tam bir ibret vesikası… Heyhat, ne yazık ki bu adamın ahvalinden ders almayıp yine bu adam üzerinden Müslüman Türk’e Türk İslamı (!) imtihanını yaşatma derdindeler.
Seyyid Bey modern eğilimleriyle bilinen bir zât… Daha doğrusu sahih anlayışıyla modernizm arasında gidiş gelişleri var. Hayat detaylarını inmeyeceğiz ama Seyyid Bey ibret olsun diye tek başına alınıp irdelenmesi gereken bir şahsiyet… Kendisini mevzu bahis yapma sebebimiz “Hilafetin İlgası” için mebusların ve onlara bağlı olarak milletin gazını almada kelimenin tam anlamıyla bir “aktör” olarak kullanılması… Bu adam hilafetin kaldırılma yolundaki adımları açmak için mecliste saatlerce konuşuyor ve doğrusu çoğunluğun bu hususta gazını alıyor. İşe bakın ki yazmış olduğu fıkıh kitabındaki hilafet anlayışı mecliste yaptığı konuşmayla oldukça ters… Zaten bu yüzden “kelimenin tam anlamıyla aktör” dedik. Bu arada kendisinin milliyetçi bir damarı da var. Daha sonra Seyyid Bey ile işi biten devrin hükümeti, onu tasfiye ediyor. Yani milletin gazı sürekli mezhep imamlarına hadislere ve ayetlere dayanılarak yapılan ateşli bir konuşmayla alınmıştır ve neredeyse konuşan mikrofon dahi tasfiye edilmiştir. Yani hükümetin Seyyid Bey ile işi bitmiştir.
Olay kaba hatlarıyla böyle… Şimdi Seyyid Bey’in düştüğü ahvalden daha talihsiz bir duruma dikkati çekelim. Seyyid Bey’in Hanefiliğe düşündükleri anlamda bir dikkat çekişi olmaması başka bir durum diğer hak mezheplerin hükümleriyle karışık bir yasa hazırlamalıyız teklifini görmezden gelerek onun hakkında yapılan bir itham… Bugün Türk İslamı’nı modern yorumlanan (anlayış bakımından tahrif edilen) Maturidi-Hanefilik üzerinden okumak derdinde olanlar Seyyid Bey’i adeta Cumhuriyet devrindeki ilk temsilcileri olarak algılarlar. Hani bu çevreler İmam Gazali (rh) üzerinden Eşariliğe ve Ehl-i Hadis ekolüne de karşılar. Şafiiliğin, Eşariliğin bu dönemde yürütülemeyeceğini savunuyorlar. Daha sonra M. Kemal’in bir iki Elmalılı Hamdi Yazır’a yaptırdığı çevirileri de bu söylemlerin üzerine tuz biber olarak ekliyorlar. Gelgelelim ki nafile Seyyid Bey’in ahvali bu hamlelerin nihayetinde ne olacağını zaten ortaya çıkarıyor. Hoş illa Seyyid Bey gibi bir örneğe görek yok, gören göz düşünen akıl için her şey ortada… Üç yaşındaki çocuk ısrarcılığıyla “akıl akıl” diye ağlayan insanların aklını bu kadar kullanmamaları hayret edilesi doğrusu… İtiraf etmeyelim ki, koca koca adamların düşmüş oldukları bu durum beni bir miktar üzdü. İnsan muhalifinde de muhalif olacağı fikirde de bir kalite arıyor ki kendini onun üzerinden anlamlandırsın. Burada oturmuş İmamlarımızın laikliğe cevaz vermediğini, zannettikleri manada akılcı olmadıklarını anlatmaya çalışıyoruz. Düştüğümüz duruma bakın… Gerçi anlayışımızı temsil ve telkin etmede paçozlaşan ve büyüklerimizin sakındırdıklarından sakınmayan bizlere müstehak…
Hissi çöküntülerimizi bir kenara bırakıp mevzumuza dönecek olursak Türk İslamı söylemi için milat sayılan bu yıllardan sonra modernizm gazıyla Hanefilik adına Hanefilik kullanılmaksızın Türk İslamı’nın fıkhı uygulanmaya çalışılıyor. Türkçe ezan, Türkçe ibadet, içtimai ahkâmsız din daha da garibi âlemlere rahmet olarak gönderilen dinin ulusal sınırlara hapsedilme uğraşı… Hatta bu dönemlerde Üstadımızın bu hamlelere azamet tavrında bir karşı çıkışı vardır ki bize meseleyi özetler...
* * *
Zamanın diyanet reisi Şerafettin Yaltkaya’ya Türkçe Kur’an meselesini sorar ve Şerafettin Yaltkaya’nın bu güruhun ana özelliği olan İmam Azam’dan sözde referans bulup cevap verme eylemine şöyle karşılık verir:
"Sadece küfürle kalmıyor, bir de küfrünüze en büyük din adamlarından bir ortak arıyorsunuz! İmam Azam'ın bu mevzudaki içtihadı, el çabukluğuna getirmek istediğiniz gibi değildir. Kaldı ki, İmam Azam, hiç de sizin istismarına niyetlendiğiniz manada olmayan bu içtihadından, bir müddet sonra rücu etmiştir. Zaten bu mesele, üzerinde herhangi bir ilim dedikodusu yapmaya lüzum olmayacak derecede keskin bir bedahet ifade eder. Kur'an'ın Allah Kelamı olduğuna inanan her fert, Allah Kelamı'nın nazil olduğu lisan kalıbından ayrılmayacağını, ayrılacak olursa, artık onun Allah Kelamı olmayacağını bir hamlede kavrayacak bir irfana, tabii ve esasi bir irfana maliktir. Bu irfan, sadece mü'min camianın irfanıdır; ve sizin gibi ilim taslayan hiçbir fertte böyle bir irfanı tekzip edebilmek had ve salahiyeti yoktur. İşin içine gerçek irfan girince de, nasipsizliğiniz üzerine bir de irfansızlık dereceniz anlaşılıyor. Bir şey değil; fakat bütün bu incelikleri bilmeyen bir takım iyi niyet sahibi din isteklilerini böylece hüsranların en büyüğüne sürüklemeniz; ayrıca da, dinle hiçbir alakaları olmadığı halde, bu YÜZDE YÜZ MİLLİYET DIŞI HADİSEYE BİR MİLLİYET GAYRETİ SÜSÜNÜ VERMEK isteyecek ve bu vesile ile sanki Arapça'dan intikam almaya heveslenecek bazı ekabirin ayranını kabartmanız ihtimali vardır. Tabii bütün bunlardan hiçbirinin günahı sizinki kadar olmayacaktır.
Bakın Diyanet İşleri Reisi efendi, BEN NECİP FAZIL…
SİZİN ELİNİZDEKİ İCRA VASITALARINA KARŞI, BİR KAMYONU DURDURMAK İSTEYEN BİR PİLİÇ KADAR ZAYIF BİR FERDİM; FAKAT SİZE AÇIKÇA HABER VERİYORUM, EĞER DALALETİNİZİN BÜYÜSÜ ALTINDA ŞUURUNU KÖRLETİP SİZİ DESTEKLEYECEK BAZI FERTLER BULACAK VE BU NİYETİNİZİ TATBİK MEVKİİNE ÇIKARACAK OLURSANIZ, BİR PİLİÇTEN HİÇ FARKI OLMAYAN BU ZAYIF CÜSSEMİ, KAMYONUN TEKERLEKLERİ ALTINA ATMAKTA TEREDDÜT GÖSTERMEYECEĞİM!.. KANDIRACAĞINIZ ZATLARI, ŞUURA İADE İÇİN ELİMDEN GELENİ YAPACAĞIM! ELİMDEN DE BİRÇOK ŞEY GELEBİLECEĞİNE İTİMAT EDEBİLİRSİNİZ!"
O zamanda yapılmaya çalışılan bu menfur hamleyi günümüzde tekrar güncelleyerek yapmaya çalışanlara karşı biz de sesimizi yükseltiyoruz:
BİZ NECİP FAZIL SERİYYESİYİZ…
ÜSTADIMIZIN DEV FİKİR CÜSSESİNDEN ALDIĞIMIZ TERBİYEYLE ANADOLU’NUN KAYBETTİĞİ ŞUURU İADE İÇİN FİKRİ ANLAMDA ELİMİZDEN NELER GELEBİLECİĞİNİ TAHMİN BİLE EDEMEZSİNİZ!
* * *
Evet, Hanefilik adına Hanefilik kullanılmaksızın bir takım faaliyetler yapılma uğraşına girilmesine bu misali verdik. Bir devir böyle geçerken bu anlayış resmi anlamda dini eğitim veren fakültelere hatta belli bir oranda liselere kadar aşılanmaya çalışılmıştır. Bundan önceki konularımızda eğitim meselesinden bahsetmeye çalıştık o yüzden çok irdelemeyeceğiz. Özellikle Yaşar Nuri gibi adamlar İmam Azam’ı kullanarak, İmam’ın sahih hadislere ittiba etmediğini, İmam Azam’ın akılcı olduğunu ileri sürerek bu amacın bir parçası haline gelmişlerdir. Hatta çıkıp İmam Azam 17 tane hadis kabul ediyordu diye garip iddialarda bulunduğu da vakidir. 28 Şubat ve öncesine kadar Hanefi-Maturidi kimliğimiz Türkçe ezan, laiklik, akılcılık gibi kavramları temellendirmek ve dindar insanları modernizm uğruna dönüştürmek amaçla kullanılmaya devam etti. Hatta bu dönemlerde İmam Maturidi’nin Türk olduğu vurgulandı. Bu söylemin üzerine Türk olduğu için dışlandığı senaryoları da eklendi. Aynı durum İmam Azam için de söyleniyordu. İmam Azam ise akılcı olduğu için dışlanmıştı bunlara göre… 28 Şubat ve öncesi Ulus İslam’ı tesis etme anlayışının genel karakteristiği buydu. O dönemlerde hala etkisi süren Seyyid Ahmed Arvasi, Üstad Necip Fazıl gibi şahsiyetlerin Müslüman Türk anlayışını azametli ve sahih bir şekilde ortaya koyması diğer iddiaların komik ve alakasız durduğunu ele veriyordu. Asrın Yesevisi olarak anılan Seyyid Ahmed Arvasi Müslüman Türk’ün sahih İslam anlayışını ortaya koymuştu ve takip edilen anlayış büyük oranda o olmuştu ve olmaya devam etmeli de…
28 Şubat’tan bir süre sonra muhafazakâr hükümet iş başına gelmiş ve neyi neden muhafaza ettiğinin farkına varamadan FETÖ ile bir mücadele içine girilmişti. Nihayetinde FETÖ tarafından darbe kalkışması yapıldı ve Müslüman Anadolu insanı darbeyi püskürttü. Darbeyi püskürtenler oynar başlı zihnini batıya kiralamış insan veya insan grupları değildi bunu ayrıca belirtelim. Mevzumuz bu süreçle olmadığı için hızlıca geçiyoruz. Bu süreçten sonra siyasi ittifaklar da herkesin malumu… Unutmayalım “her ne olursa olsun” Müslüman Türk deyince Anadolu insanının ekser kabulü Devlet Bahçeli değil Muhsin Başkanımızdır. Düşünürken yardımcı olsun diye bundan bahsettik. Evet, bu süreç nihayetinde Türkiye’de “aklını kiraya vermek”, “cemaat”, “tarikat”, “din”, “mezhep” tartışmaları popüler hale geldi. Bu popüler hale geliş söz konusu olunca her nasılsa (!) sabah akşam sanki Müslümanlar bu yüzyıla taş devrinden ışınlanarak geldiğini ve aklın ne olduğunu onlar anlatınca anlayacaklarını zanneden türedi ilahiyat profesörleri ekranlarda ve cemiyette daha çok görülmeye başladı. Artan ilahiyat ve imam-hatip sayısıyla hayret verecek şekilde Ak Parti’nin oy sayısı ters orantı gösterirken sahte müçtehit taslakları bize bu sürecin bir hediyesi olarak armağan edilmişti.
Tabloyu analiz ettiğimizde dinler arası diyalog, cihat anlayışının modernize edilmesi gibi modern din yaklaşımlarıyla Müslümanlar arasında boy gösteren FETÖ’nün ülkede oluşturmaya çalıştığı modernleştirerek dönüştürme anlayışının faturası İslam’ın ahkâmında zerre taviz vermeyen tasavvuf/Ehl-i Sünnet camiasına kesilmişti. Hani FETÖ’de cemaatti, teslimiyet istiyordu, akıllarını FETÖ’ye kiraya vermişlerdi ya insanlar bir daha bu tecrübe yaşanmasın diye dini bireysel ölçekte yaşayan, batılı ulus-devlet modelini uygun, aklı önceleyen bir anlayışa sahip, ulus bilincine vurgu yapan modern bir din anlayışı ortaya koyulmalıydı. Servet Reis’ten talim ettiğimiz teşbihlerle açıklayacak olursak şöyle örneklendirebiliriz belki; İtikad ormanımıza musallat olmuş sırtlanın faturasını aslana kesip krallık tahtını maymunlara tevdi etmek gibi bir hâl…
* * *
Hani teşbih demişken bir parantez açıp bir meselenin bağrında biraz dinlenelim… İnsanoğluna misaller anlasın diye verilir. Yıllarca derdini anlamayan bir güruha derdini anlatmak bir süre sonra teşbih çuvalının taşıp dolmasına sebep olur. Gerçek dert sahiplerinden gördüğümüz kadarıyla söylüyoruz. Bu dert mücerret bir davanın gönül yangınıysa ve bu muhataplarında kıvılcım oluşturma borcunu beraberinde getiriyorsa o zaman işte teşbih kaçınılmaz. Bazı adam vardır entelektüel heveslerini tatmin etme adına anlaşılmayacak ne kadar kelime varsa sıralar (tecrübelerimizden biliyoruz ki birçoğunu kendi de anlamaz aslında) ve en ufak bir anlaşılma temayülü bile göstermez. Anlaşılmazlık onun için bir haz ve varlığını sürdürme haline gelmiştir. Ama davasında samimi olan bir insan özellikle mücerret meseleleri türlü misallerle teşbihlerle anlatmak derdindeyse bu hem zor bir işi başarmadır hem halisane bir tavırdır. Zor bir işi başarmadır çünkü beyin kıvrımları az olan adama bir şeyi ancak teşbihle anlatabilirsiniz ve bunu anlatabiliyorsanız bu ciddi bir birikimdir. Düşünün bir adam felsefeyi sadece okuldaki derste duymuş birine Platon’un “demiurgos”unu kritiğe çektirebilecek şekilde felsefe anlatıyor. Bu aslında hayret verici bir şey… Bunu yaparken onlarca misalle teşbih kullanmış ve bazısı çıkıp diyor ki “çok teşbih yapıyor” yani derdi olmayan adamın bunu anlamasını zaten beklemiyoruz da hani öküz adam, sanıyor ki bu adam bu kitapları edebi metin yazma gayesiyle yazıyor. Baksa anlayacak… “Bilmeyen kendi gibi bilir” diyelim yolumuza devam edelim…
* * *
En son krallık tahtı maymunlara tevdi edilmişti… Evet, bundan sonra artık akıl ön plana çıkarılmalıydı Fetullah Gülen Terör Örgütü mensupları aklını kiraya vermişlerdi. Cemaatleşme kötülenmeliydi çünkü FETÖ cemaat adı altında örgütlenmişti. Teslimiyet yerilmeliydi çünkü FETÖ bunu söylemlerinde kullanıyordu. Din ve siyaset itikad bakımından da ayrılmalıydı çünkü FETÖ dini siyasete alet ederek başa geçmeye çalışmalıydı. Namaz kılınmamalı…….. . Son örneği verseydik saçma bulunurdu şüphesiz çoğu kesim tarafından. Biz de ondan önceki örneklerin saçma değil mantıklı sayıldığı saçma bir düzlemde devamını getirmediğimiz ifadenin saçma sayılmasını saçma buluyoruz.
Her neyse, artık liselerde, ilahiyatlarda, camilerde, derneklerde mevzu buydu. Yine bu mevzuyu tam tafsilatlı bir şekilde irdelemeyeceğimizi bildirip kendi mevzuumuz özelinde değerlendirelim. Her yerde mevzu buyken artık kendilerine koltuk tevdi edilenler bir çare bulmalıydı. Akıl mevzuunu öne çıkarmak için tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş Mutezile’den medet umuldu ilk başlarda. İslam coğrafyalarıyla birlikte bizim coğrafyamızda da Mutezile’nin itibarı yoktu ve bu zaten ölü doğmuş bir çocuk olurdu. Sadece atomik okumalarla ve taraftar amigosu tarzı bilim söylemleriyle şuur kaybına uğratılan birkaç biçare hariç geniş kitleler tarafından itibarı yoktu ve uzun bir hamleydi Mutezileyi gündeme getirmek ve iade-i itibar yapmak. Hani İmam Maturidi ve İmam Eşari fikri olarak üzerine öyle bir toprak atmış ki sadece toprağı kaldırmak bir asır gerektirir. Nihayetinde karikatürize edersek İmam Eşari’den on defa daha fazla akıl (İmam Maturidi ve akıl bahsi detaylı irdelenecektir ilerleyen sayfalarda) demiş diye İmam Maturidi seçildi (haşa huzurdan) ve üzerine çalışılmaya başlandı. Üstelik bu doğrudan İmam Maturidi’ye uymak yollu değil de onu kendilerine uydurmak yollu olmuştu. Hani Üstadımızın velilere dair bir söylemi var “ellerini küfre atsa oradan iman çıkarırlar” diye… Bu Allah dostlarının ellerini attıkları her meseleden İslam’a fayda devşirme istidatlarını anlatır. Bu adamlarda da tersinden şöyle bir haslet var “ellerini imana atsalar oradan küfür çıkarma”… Düşünün, göreceğiz ki bu adamlar İmam Maturidi’den rasyonalist bir filozof çıkaracaklar. Mutezile’nin intikamını almak ister gibi Mutezile’ye en çok reddiyeyi yazmış imamlarımızdan olan İmam Maturidi’yi (rh) Mutezili formuna sokmaya çalışarak…
Evet, Türk İslamı projesinde kullanılmaya çalışılan İmam Azam’ın yanına İmam Maturidi’de eklendi. Amaç ise insanlar aklını kiraya vermesinler diye İtikatta Maturidi olan milletimize akılcı İmam Maturidi simülasyonunu sunarak bunlardan kurtulmak. Dahası simülasyonun artı özellikleri de vardı. Yeni versiyon Maturidi (İmamızı tenzih ederek devam ediyoruz) din-siyaset, din-fıkıh ayrımı yapıyordu yani laikti ve dahası tasavvuf münkiriydi. Üstüne üstlük son sürüm ve gelişmiş özellikli tarihselcilik kendinde yüklüydü. Bununla birlikte kendi sınıfında görülmeyen bir özellik olarak kadın haklarını da savunuyordu. Ayrıca yerli ve milli söylemine uygun olarak kendisi Türk’tü (bu ifade tenzih kastımızın dışındadır). Bundan sonra yeni Ebu Hanife sahih hadisleri kabul etmeyecek, yeni Ebu Mansur da yukarda saydıklarımızı… Bununla birlikte Hoca Ahmed Yesevi’nin de Nakşibendi tarikatıyla ilgisi kesilip Bektaşi tarikatı formatında bir şeyhe dönüştürülerek piyasaya yeniden sürülmesi lazımdı. Yeni Türk İslamı anlayışımız (!) böylece 2010’lu yılların ortasına doğru hızlanarak aşama aşama piyasaya sürüldü.
Sanayide araba modifiye eder gibi bir halleri var değil mi?
Kendi zevklerine göre her şey…
* * *
Servet Reis bu halin yansımalarına Seriyye Dergisi’nde dikkat çekmişti geçtiğimiz aylarda… Aynen aktarmakta yarar var. Eylül 2019 sayısından:
Devleti idare edenlerin “Evreka!” heyecanıyla bula bula buldukları en köklü fikir çözümüyse bu günlerde, Ağustos paydasında Sultan Alpaslan ile Mustafa Kemal arasında bir hızlı tren hattı açmak, Alptürk ya da Atarslan gibi bir karışımla ortaya karışık piyaz cinsinden yeni bir insan ve zihin tipi kodlamak, teröre malzeme kılınan mazlum ve mağdur Kürt’ü de bu hengâmede:
“Hadi hadi sen de Malazgirt meydanında yanımdaydın, küsme!”
Diye teselli etmek şeklinde icraya konulmuştur. Devletin içindeki habis cine, fikrî ve imanî rukyeler yapılmadıkça, devlet içinden Sultan Abdulhamitler değil, Mithat Paşalar baş doğrultmaya devam edecek ve bu da kaç asırlık devlet tecrübesiyle Anadolu bakiyesine, sineklerin kıç arasında festival düzenledikleri PKK’lı-HDP’li nursuz kadınlar karşısında acziyet yaşatmaya devam edecektir.
NeoKemalist devlet algısı, bugün yense, yarın yeniden mağlup olacak kısır bir terörle mücadele döngüsüne, mecbur ve mahkûmdur…
Bu ifadelere bağlı olarak şunu eklemeliyiz ki bugün Maturidilik-Hanefilik-Yesevilik simülasyonu bağlamında dile getirilen Türk İslamı söyleminin karşısında Kürtlerin çoğunluğunun tabi olduğu Eşari-Şafii çizgisi vardır. Çok basit bir mantıkla bu söylem dozunu arttırırsa PKK’nın yapamadığı nifak faaliyetini PKK’nın bile ayakta alkışlayacağı bir hamleyle yapılacağını söylemek mümkündür. PKK en nihayetinde Marksist bir örgüt ve İslam’la rabıtasını tam kurmuş Kürtler PKK ile mücadelenin baş aktörü... Yani bugün İmam Eşari ve İmam Şafii üzerinden İslam ile bağını kurduğundan dolayı PKK’nın bölücülük hamlesi gerçekleşmiyor. Peygamberini tahfif edene (babası bile olsa) ortalama bir Kürt’ün neler yapabileceğini düşündükten sonra bu söylemlerinizi itikatta Eşari amelde Şafii Kürtlerin bulunduğu cemiyette söylemek (itikadi/ilmi kaygıları zaten geçtik) ahmaklık değilse hainliktir.
Bunun haricinde herkes İslam ile rabıtasını tam kurtarmak keyfiyetiyle kavim hususiyetlerini İslam için kullanması ancak güzelliktir. Bizim için Yavuzlaşmış Müslüman Türk’ün Selahaddin olmuş Müslüman Kürt ile dünyayı atlas bir halı gibi bir kere çırpacağı haklı mahfuzdur. Ümmetin ihtilafındaki rahmet ümmet kaldıkça var. Eşarilik ve Maturidilik arasındaki ihtilafı dini bir boyuttan çıkarıp (haşa) batı safsatalarının eline verdiğiniz zaman ortaya çıkacak şey rahmet değil nifak ve fitne olacaktır.
Ek olarak Mart 2020 sayısı:
Türk televizyonlarının transatlantiği mevkiine, o da son yirmi yılda yirmi kez televizyonel dezenfekte ile yıkanmak ve temizlenmek suretiyle geçen devlet televizyonu, devleti de yöneten ve Atatürk ile Alpaslan arası, Ataslan ya da Alptürk isimli yeni nesil insan modelini seri üretime geçirmek isteyen hükümet elinde, bizzat kendisi tarihten yoksun bir şuursuz haline dönmüştür, bu şuursuzlukla da, Kemalizmin buzdan dağlarını eritmek için Osman Bey ve Sultan Abdulhamid dizilerinin çırasını yakmak işine ilaveten, onlara buz püskürtmek gibi bir tesir yapacağı muhakkak başka bir diziyi, “Ya İstiklâl Ya Ölüm” ismiyle ekrana sürmüştür. Oysa yapılan şey gerçekte “Ya Herro Ya Merro” diyalektikli bir tenakuz haline mütealliktir, yakmak ve söndürmek, düzetmek ve eğritmek, yapmak ve bozmak fiillerinin kucaklaştırılma girişimidir ve zaman, Türk televizyonlarında değilse bile, yılların perdesine yansıtılan kendi projektöründe hem İsa’ya, hem Musa’ya yaranmaya kalkanların, İsa ile Musa’dan başka bir de M….d’e (SAV) yaranamayacaklarını gösterecek, izlettirecektir…
Anlatmak istediğimiz bu alıntılarla daha net anlaşılmıştır umarım…
* * *
Bu yazının önceki bölümlerinde bahsetmiştik bu zihniyetin Eşarilikle Ehl-i Hadis ve İmam Gazali bağlamında bir alıp veremediği var. Bunu daha detaylı irdelemek lazım gelir. Biz burada yine tutunalım diye Servet Reis’in eserinden birkaç pasaj vereceğiz. Gariptir ki bu bölümü gökte ararken gözümüzün önünde bulduk. Daha önce Ankara’ya gidip kendisine soracağımız bir mevzuydu ki Ankara’ya gidip sorduk fakat Elazığ depremi sebebiyle sorumuz yarım kaldı ve cevabı alamadık. O sıralarda elimizde olan Servet Reis’in “Platon ve Aristo” eserini okurken acaba bitmesi ne kadar zaman alır diye arka sayfalarına göz gezdirirken sorunun cevabını orada bulduk. Zaten Maturidilik meselesi hakkında sahih bir şekilde çalışan adam sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda olduğundan (burada suçun büyüğünün arsızlık yapanlarda olmadığını anlayabiliriz) yaptığımız okumalar neticesinde acaba eriştiğimiz kanaat doğru mu diye sorabileceğimiz adam sayısı sınırlıydı… Böyle bir vaziyetteyken Platon ve Aristo kitabında sehven rastladığımız bölümler bu mevzu için oldukça kıymetli olmakla birlikte bizim için ayrıca bir kıymet ifade ediyor. Evet, yazının başlığı; ÇÖKÜŞE BAHANE: EŞARİLİK:
… İslam düşmanı oryantalistlerin, parmaklarına takılı kuklalar gibidir bunlar… Oryantalistler, vantrolog vasfıyla karınlarından konuşurlar, parmaklarıyla da bunların dudaklarını oynatırlar. Hani şu bildik geyik; onun (İmam Gazali), Farabi ve İbn-i Sina şahsında Yunan felsefesiyle hesaplaşması Eşarilik’in yolunu açarken Maturidilik anlayışının yolunu kesmiş de, böylece akla daha fazla önem veren Maturidilik’le beraber ilim de uçup gitmiş! Aristocuların, İmam Gazali Hazretlerinden intikamı böyle kostüm giyinmiş…
… Osmanlı devleti ve Padişahlarını başından beri Aleviymiş gibi gösteren ve onlarla beraber Anadolu’nun “KATI SÜNNİLİĞE” dizgin çevirişini, Sultan Selim’in Mısır dönüşünde yanında getirdiği Eşari alimlerine bağlayan sinsiler ve ahmaklar, büyük kısmı İslam düşmanlığından doğma gizli kasıtlarıyla gene avaz avaz karşıdan değil, fısır fısır içeriden saldırmaktadır!
… (Eşari alimler için) “İşte Anadolu’muzu kokutanlar” diye “katı sünni” mahreçli bir yafta asan İslam düşmanları, daima eğlence ve serbestiyet pavyonu olarak görmek istedikleri Anadolu’da, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat hakim renk kaldıkça asla durmayacak, namazsız, Kur’ansız, Şeriatsız, ama daima sazlı sözlü, halaylı, devranlı, sövgülü, sürgülü DİN ALGILARININ HAKİMİYETİNİ özleyip duracaklar.
… Bu üst sürüm sinsiliğin mahbubu Mutezili… Hz. Âdem’e baba arayan dingiller eliyle diriltmeye çalışıyorlar. Nefret kutbunda da, Eşarilik ile beraber, Maturidilik de var. Alt sürümdeyse, Maturidilik mahbub konumundayken, Eşarilik hedef halinde…
…Yani Maturidilik “Aklet!” derken, Eşarilik “Akla gerek yok!” demiyor. Ama öyle göstermeye çalışıyorlar.
…HANİ İMAM GAZALİ’Yİ, EŞARİLİĞİ İLE AKLA KET VURMAKLA SUÇLAYANLARIN, GRAM MİKYASINCA BİLE MATURİDİ OLDUKLARI GÖRÜLMÜŞ ŞEY DEĞİL…
* * *
Tüm bunlarla birlikte bu güruhun karşısına çıkan bir problemleri vardı.
Bakalım…
Numan’ın Bahçesinde Maturidi Yiğit: Allame Zahid Kevseri el-Halidi
Yeni din anlayışımızı (!) kurgulayanların en çok rahatsız oldukları zatların başında İmam Kevseri gelir. Hiç hesapta olmayan bir şekilde Mahmud Esad Coşan (ks) hazretleri ve Ebubekir Hoca tarafından ilim gündemimize sokularak hayli istifade edildi kendisinden. Bu istifade neticesinde daha önce vatanından koparılan büyük allame yeniden vatana gelmiş sayıldı. Haliyle kendisinden pek haberdar olunmadığı için malum çevrelerde davetsiz misafir sendromuna yol açtı ve hoşnutsuzluklara sebep oldu. Bunun sebeplerinden en önemlisi İmam Kevserî’nin son dönemin en büyük Maturidi-Hanefi imamı sayılmasıdır. Bundan dolayı İmam Kevserî ve onun takipçilerini Maturidiliği Eşarileştirmekle (ne kadar garip bir ifade değil mi?) suçlarlar. İmam Kevserî şüphesiz Hanefi fıkhının esaslarını yazdığı kitabında ve İmam Azam’ın hadislere muhalefet ettiği iddiasına karşı yazdığı kitaplarda bu Türk İslamı kurgusu yapanların iddialarını boşa çıkaracak ciddi bir ilmî kıymet belirtmektedir. İtiraf edelim ki ilerleyen sayfalarda biz de İmam Kevserî’nin eserlerinden aldığımız güvenle bu mevzu üzerinde söz söyleme cesareti gösterebildik. Onun Te’nibü’l-Hatip ve Nüket’üt-Tarife adlı eserleri özellikle burada kilit roldedir ve varlığı (Allahu alem) mekr-i ilahi vasfındadır sanki…
Bu iddiayla birlikte daha önceki yazılarımızda uzunca anlattığımız gibi İmam Kevserî’nin tarikatta meşrebi Halidi’dir ve “CAMİUL MÜTUN Fİ HAKKİ ENVAİS SIFATİL İLAHİYYE VEL AKAİDİL MATURİDİYYE” adlı akaid kitabının müellifi Ahmed Ziyauuddin Gümüşhanevi (ks) hazretlerinin halifesinin talebesidir. Bu bilgilerle birlikte ifade edelim ki malum güruh Halidi meşayıhının “şeriat ve sünnet” diye tutturmalarından dolayı Bektaşiliğin, Mevleviliğin, Yeseviliğin vs. gibi tarikatların bize kattığı neşveyi letafeti kaçırdığını iddia ederler ve bu meşayıhın anlayışımızı “selefileştirdiğini” iddia ederler. Bununla birlikte bu anlayışa karşı Yeseviliğin tekrar gündeme getirilmesini isterler. Tabi yine modifiyeli…
Ne diyelim… Gerçekten üzücü… Buraya kadar yazdıklarımız genel çerçeve ve meselenin önemini kavrama açısından ifadelerdi. Daha teknik meselelerle ilerleyeceğimizi bildirirken bu bölümü sonlandırmadan bazı mevzuları ifade etmekte yarar var. Bu yazdıklarımız tam emin olduklarımız ve delil bakımından sıhhatli kaynaklardan süzdüklerimiz… Haklı şüphelerimizi ise delil yetersizliğinden dolayı kayda almadık. İmam Kevserî’nin hayatını yazmak için başladığımız bir yazının ucunun buralara kadar gelmesine sevinelim mi üzülelim mi bilmeyiz ama bildiğimiz bir şey var ki o da bu yaptığımız işin niyetinin halis getirilmesi gerktiği… Reisimizden öğrendiğimiz usulü burada heceleyelim ve devamı öyle yapalım…
İTİKAD BÜYÜĞÜNÜN RUHÎ MUHTEVASINI KORU Kİ HİMMETİYLE KORUNASIN…
(DEVAM EDECEK…)