İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Siyaset, tarih boyunca muhtelif eller tarafından farklı şekillerde yorumlanarak günümüze kadar seyretmiştir. Her düşünüş ve inanış biçimi siyaset ilmini, kendi mefhumlarıyla yorumlamıştır. Siyaset, insan hayatının her alanına yayılan ve her alanında etkili olan bir mesele olduğundan kültürden kültüre ve inanış biçimden diğer inanış biçimine göre siyasetin tarzı da farklılaşmıştır. Gelgelelim, zaten insanlığın kahir ekseriyeti tek bir inanç ve düşünce biçimi altında halkalanmadıkça siyaset tek bir anlama gelmeyecektir. Belirtmek gerekir ki bu tek anlama gelmeme, dünya için bu zamana kadar iyi sonuçlar doğurmamıştır ve doğurması da beklenmemektedir.
Anlamı toplumdan topluma hatta kişiden kişiye bu kadar çok değişen bir mefhum için, selim akıl sahiplerinin takınacağı tavır; bu mefhumun asıl manasını belirlemede kullanılacak ölçütlerin belirlenmesidir. Yani, “Siyaset nedir? Siyaset ne için yapılmalıdır? Devlet neden vardır?” gibi soruları cevaplarken hangi ölçütlerin ne şekilde kullanılacağı belirlenmelidir.
Batılı anlayış, siyasi düşünce tarihinde bu belirlemeyi daha çok üç temel üzerinde ele almış ve dönemlerin sınıflandırılması bu temellere göre yapmıştır. Siyasi düşünceye dair soruların cevaplanmasında ana ölçüt olarak kullanılan bu temeller; ilahi emre göre(vahiy) belirleme, akla göre belirleme ve deney yoluyla belirlemedir. Şekil açısından bakıldığında akla göre belirlenen dönem, Modern döneme; (güya) vahye göre belirlenen dönem, Ortaçağa; deneye göre belirlenen dönem ise, post-modern döneme denk gelmektedir.
Batılı anlayışın belirlemiş olduğu bu sınıflandırma, kendi toplumunun yaşayış ve düşünüşleri özelinden baktığı için dünyaya teşmil edildiğinde gayet yüzeyseldir. Batı ortaya atmış olduğu kavramların bir pabucuna, iki ayağı sığdırmaya çalışmış yani dünya üzerinde meydana gelen hadiseleri zorla kendi oluşturmuş olduğu kavramlarıyla izah etmeye çalışmıştır. Ayrıca buna küresel bir hava oluşturma gayreti içerisine girmiştir. Bu durum neticesinde, Batı’da tecrübe edilmemiş bir hadiseyi yine kendi kavramlarıyla izaha çalışmaları, siyaset bilimi için daraltıcı bir mahiyet belirtmiş ve hadislerin muhkem bir şekilde tahlilinin önüne geçmiştir. Bu durum belki de tüm insanlığa kazandıracak değerlerden mahrum olunmasına yol açmıştır.
Siyaset gibi anlamı farklılaşan kavramların izahını yaparken, mevcut Batılı bakış açısının ilim dünyasının ufkunu daraltan usul hatasına düşmemek için özelden genele giderken, özellerin niteliklerini inkâr etmemek gerekir. Şöyle izah etmeliyiz ki; siyasetin teoriler âleminin özelden genele doğru gidişi genellikle insandan devlete doğrudur. Teori üretirken insanı sadece tek bir tanım üzerinden sınırlandırmak onun diğer özelliklerini inkâr etmektir. Bununla birlikte insanda ruhani bir takım özellikler varsa bunu birtakım delillerle çürütüp buradan yola devam etmek ya da insanda akıl hususiyeti varsa bunu da topyekûn iptal edip buradan bir şeyler üretmek ilim adına noksanlık belirtir. İnsanı görünen ve görünmeyen hususiyetleriyle bir bütün kabul edip buradan genele doğru çıkmak daha tutarlı sonuçlar ortaya çıkaracaktır.
İşte biz de siyasi düşünceye dair sınıflandırma yaparken bunu göz önünde bulundurarak toplamda iki sınıfı tanımlayacağız. İlki, İlahi emre bağlı ruh ve ona bağlı akıl tarafından düşünen ve hareket edenler; yani öz hakikatiyle derin ve gerçek Müslümanlar. Diğerleri ise zıttı mukabilinde kendi içinde dört bölüme ayrılmış olarak sırasıyla: mesnetsiz ruhçular, başıboş akılcılar, ilahi emri aklın emrine vermeye uğraşanlar ve kendinden bile şüphe eden deneyciler.
Bu sınıflandırmanın iki kutbu, siyasi düşünceye hamlederken ayrı ayrı verimler ortaya koyar. İlk sınıfın verimi genellikle fikriyat(fikir) yahut yerine göre hikmet; diğerinin verimi ise felsefe olarak adlandırılır daha doğrusu adlandırılması gerekir. Bu ikisi arasındaki ayrımın izahı da gayet sarihtir. İlahi emre bağlı ruh ve ona bağlı aklın emrindeki düşünce faaliyeti tefekkür; mesnetsiz, başıboş ve mihraksız düşünce faaliyeti ise felsefedir. Bu mesnetsizlik ve başıboşluk ise sadece akıl yürütmede değil metafizik ve deneysel uğraşlarda da kendini gösterir. Meselenin iç yüzüne bakıldığı zaman Augustinus gibi mistik bir adamın metafizik çıkarımlarındaki başıboşlukla, Hobbes gibi realist bir filozofun akli çıkarımlarındaki başıboşluk arasında herhangi bir fark yoktur. Bu husus daha geniş bir biçimde ele alınacaktır.
Fikriyat ve Felsefe Arasına Turnusol Kâğıdı
Baştan kaydedelim ki İslam’da felsefe yapmak yoktur. Bilindiği üzere felsefeyle nas (dogma) bir araya gelemez. Bu yüzden ilahi emrin altında yapılan düşünce faaliyetine felsefe denilmez. Ayrıca Yunanca “seviyorum”, “ardından gidiyorum”, “arıyorum” gibi anlamlara gelen phileo sözcüğü ve “bilgi”, “bilgelik” anlamlarına gelen sophia sözcüğünün birleşmesiyle meydana gelen ve sözcük anlamının “bilgelik sevgisi” olmasıyla felsefe, güttüğü amaç bakımından da İslam’la uyuşmaz niteliktedir. İslam’da herhangi bir unsura duyulan iştiyakın ardında hakikat olması gerekir. Yani İslam mütefekkirleri bilgelik sevgisinde olmazlar. Bilgelik onlar için amaç olacak bir kıymet belirtmez.
İslam’a nispetli fikriyat ile felsefeyi ayıran en önemli durumlardan biri de “hakikat arayışı” faaliyetidir. Felsefeciler, asırlar boyunca hakikati bulma peşinde koştuklarını iddia etmişlerdir. Ortada bir hakikat vardır ve felsefeciler sayısız yanlış arasında o hakikati bulmaya çalışırlar. Felsefe seyrinde handiyse bu garip halkaya katılan her filozof kendinden öncekilerin zıt mukabili olarak güya hakikat arayışı derdindedir. Gelgelelim, hakikatin “tek” olma özelliği bu faaliyeti anlamsız kılar. Hakikatin tek olduğunu idrak edemeyenler, hakikatle usulü karıştırmaktadır. Hakikat, varılması gereken asıl hedefi ifade eder. Sekiz farklı yoldan gidilen bir varış noktası düşünelim... Burada sekiz farklı yol, çeşitli özelliklere sahip olsalar da hedeften saptırmadıkları müddetçe bir tek varış noktasına çıkarlar. O tek olan varış noktası hakikat, yollar ise usullerdir. Ne var ki felsefeciler için bu yolların kendisi bir varış noktası ifade etmekte ve işin garip tarafı da yollar bir hedefe varacak şekilde değil sürekli tekrara düşmeye yol açacak bir çember şeklinde tertiplenmiştir. Bu yol üzerindeki bir seferî, kaç kilometre yol alırsa alsın bir ilerleme kat edemeyecektir.
Felsefecilerin yanılgılarından biri de akla ve insan havsalasına olan fazlaca itimattır. İnsanın kendine bu denli itimadı ilk çağ filozofları eliyle hakikate mitolojik bir kıyım yapmışken, sonraki reform hareketiyle de Katolik inancının hurafelerinden intikam alan aklın despotizmine yol açmıştır. Tüm bunlara neden olan şey elbette akla olduğundan fazla yetki verip onu asıl işlevinden uzaklaştırmaktır. Görünene bu denli itimadın, görünmeyeni zem edemeyeceğini göremeyen felsefe, zihin illüzyonu vasatında kalakalmıştır. Düşünelim, dünyadan habersiz bir coğrafyada yaşayan insanlar var ve bu insanlar teknolojik tüm aletleri reddediyorlar ve buna delil olarak da gözleriyle görmemelerini sunuyorlar… Bu olayın çözümlemesi şudur ki; bu insanlar aslında görmeye imkânı olmadıkları ama aslında var olan şeyler hakkında duyum aldıktan sonra belli ki sırf beş duyu organıyla şahit olmadıklar için aslında var olan şeyler hakkında inkâra gitmişlerdir.
Felsefi faaliyetin içtimai meselelere menfi etkisi de oldukça fazladır. Batı tarihine umumi bir nazar ederek bunun birçok emsaline şahitlik edebiliriz. Misal olarak liberal fanteziler uğruna serbest piyasa sultasını hâkim hale getiren ve yer kürede neredeyse sömürülmedik bir toprak parçası bırakmayan sülük devletler üreten sistem, bu düşünüş tarzının bir sonucudur. Ona karşı olarak gelişen, aile ve toplumda derin ahlak yaraları açan komünizm de aynı fabrikanın farklı cinsten malıdır. Felsefe öyle bir fabrikadır ki bir hastalığı geçirecek farklı bir hastalığı icat edebilir lakin baştan aşağı o hastalığı ortadan kaldıracak tedavi yolunu keşfedemez. Yani felsefenin dayanabileceği herhangi bir mihrak noktası olmadığı için toplumun değer yargılarında herhangi bir intizam oluşturamaz, bunu oluşturamadığı gibi değer yargılarını hesaba çekecek bir keyfiyetten de yoksundur. Düşünelim, dünyanın felaha kavuşması için tam bir milyar insanın katledilmesini ön gören ve bunun mantıksal ve felsefi izahını yapan bir düşünceyi hesaba çekecek bir felsefe mahkemesi var mıdır? Yahut bu düşüncenin ortaya çıkmasını engelleyebilecek felsefe normları mevcut mudur? Bu felsefenin yapısı itibariyle mümkün değildir. Kendi içerisinde hem materyalist hem de metafizik unsurlara inanan ve savunan filozofları bir arada barındıran felsefenin buna engel olabilecek bir yöntemi yoktur. Gelişigüzel, kendi isteği doğrultusundaki düşüncesini felsefeye uyduran artık bir felsefe azizi yani filozof olmuştur. Felsefenin, kendine beşeri din imal eden, hüküm koyan, bu hükümlerle toplumlara ve devletlere yön veren yani bir nevi bu beşeri dinin tanrısı olan filozofları, eski Mısır’ın ilahlık iddiasında bulan firavunlarına ne kadar da benzer zihinsel faaliyetlerde bulunmaktadır.
Felsefeye dair böylesi birçok husus vardır ve ciddi bir şekilde irdelenmesi gerekir. Felsefede mevcut bu kadar sakatlık varken İslam’da felsefe diye başlayan cümlelerin ardına sadece “yoktur” kelimesi eklenebilir. “İslam’da felsefe yoktur” hakikatini İslam’da tefekkür veya düşünce faaliyeti yoktur olarak anlamakta ayrı bir sorun belirtir. İslam’da tefekkür vahyin emrinde gerçekleştirilir ve akla sınırlar çizildiği gibi ruha da sınırlar çizilmiştir. Akla ve ruha çizilen Kur’an, sünnet, icma ve kıyas sınırları ise Katoliklikteki gibi aklı iptal etme veya materyalizmdeki gibi ruhu hapsetme değil, bunları terbiye etmek ve kıvamında tutmaktır. Ayrıca serbest kaldığında kendi etrafında sonsuz daireler çizen akıl, yularını İslam’ın eline verirse fezalara kadar fethe memuriyetinin farkına varacaktır. Beden kafesinde hapsolan ruh ise ancak İslam’la muntazam bir felaha kavuşacaktır. Buradan anlaşıldığı üzere İslam itidal dinidir ve hiçbir unsurun aşırıya kaçmasına müsaade etmez.
Aklın ve ruhun nasıl şekil alacağını yani vahyin emrinde nasıl konumlanacağı belirleyen de fikirdir(fikriyat). İslam ise mutlak fikirdir. İslam’a nispetli tüm fikirler ise bu mutlak fikrin emir-komuta zinciri dışına çıkamaz. İslam sadece ibadethanelerde değil hayatın tüm alanında olduğu için ona nispetli fikrin memuriyeti de her şeyi yani insan hayatındaki her unsuru ona uydurmak olacaktır. Edebiyat, ilim, sanat, müzik, mimari, siyaset yani insan hayatı içerisinde ne kadar mesele varsa, İslam’a nispetli fikir anlayışı bunları tanzim etmek borcunda olarak manevi kıymet belirten meseleler karşısında insanın nasıl konumlanması gerektiğini izah eder.
Son tahlilde anlaşılan şudur ki; felsefe belirli bir nizam ve ölçüden yoksun bir meşgaleyi belirtirken, mutlak fikir (fikriyat) demiş olduğumuz şey, ilahi vahyin emrinde ve onun çizdiği hudutlar içerisinde kat edilen mesafeyi ifade eder. Hal böyleyken, siyaset felsefesiyle, İslam’da siyasete dair yapılan tefekkürü kavramsal olarak ve mana itibariyle birbirinden ayırmak gibi bir zorunluluk içerisindeyiz. Yani siyaset üzerine insan aklıyla, gelişigüzel bir şekilde yapılan düşünce faaliyetiyle, mutlak fikre nispetli düşünce faaliyetini aynı kavramla tanımlamak, anlam bakımından eksikliğe yol açacaktır. O halde bu türden bir faaliyeti “mutlak siyaset fikri” diye adlandırmak daha uygun olacaktır.
Mutlak Siyaset Fikri
Mutlak fikir İslam’dır demiştik. Mutlak siyaset fikri ise haliyle, öz hüviyetiyle İslam’da siyaset fikrini belirtir. Yani İslam’ın ruhuna ve hükümlerine nispetli bir tefekkür sonucunda ortaya çıkmış siyaset anlayışı… Modern gözbağcılığın ve kendi değerine yabancılaşmanın nihayetinde “İslam’da siyaset anlayışı yoktur” veya “İslam’ın topluma bakan bir yönü yoktur” gibi bir söylemle hakikat kıyıcılığına yeltenenlerin olduğu bir cemiyette bu tanımın izahı elbette zor olacaktır. Fakat bu meseleyi çok kısa bir şekilde izahlandıracak olursak muhataplarımıza şunları söyleyebiliriz: Hiç tafsilata inmeden sadece İslam’ın hükümlerine (fıkıh) ve tarihsel sürecine bakınız, o zaman dinin dünyayı tanzim etmek için geldiğini göreceksiniz. Ayrıca İslam’ın ruhbanlıktan uzak yapısı bu söylemin ne kadar tutarsız olduğunu gösterecektir. Günümüzde sadece insanın namaz, oruç gibi ibadetlerin nasıl yapılacağını öğrenmesi için oluşturulduğu zannedilen fıkıh ilmi aslı hüviyetiyle bunlarla beraber insanla insan arası ve insanla devlet arası ilişkilerde hükümleri belirtmek için vardır ve bugün ki hukuk onun basit bir simülasyonundan ibarettir. İnsanın insanla ve insanın devletle olan ilişkisine dair ahkamlar ortaya koyan ve buna özel bir ilim dalına sahip olan bir inancın siyasete ve topluma bakan bir yanının bulunmamasını iddia etmek bu verilere göre olmazları zorlamaktır.
İslam’da siyaset fikri yani mutlak siyaset fikrinin özünü Üstad Necip Fazıl şöyle tanımlamıştır: “İslam’ın sayısız dallara ayrılan siyaseti tek gövdede birleşir: Bütün insanlığın İslam’a teslim olmasını sağlayıcı usul… Teslim olmakta selamete çıkmak, selamete çıkmakta İslam’a ermek, İslam’a ermekte sonsuz kurtuluşu bulmak vardır; ve İslam siyasetinin baş hedefi, İslam ülkelerinin içinde ve dışında, insanlığı bu saadete erdirmektir.”
Yani mutlak siyaset fikri, liberalizmin yaptığı gibi suni bir tavırla “laissez faire” deyip, devleti sadece kazancına bakan, tembel ve sıska halde inşa etmez. Aksine devlete insanların maddi ve manevi kurtuluşunu gözetmek görevini vermekle kalmayıp bu kurtuluşun beynelmilel seviyede olması gerektiğini ifade ederek, uluslararası düzendeki konumuna dair atıfta bulunur. Evet, mutlak siyaset fikri, tüm insanlığı saadet bildiği İslam’ın etrafında halkalamanın yollarını arar. Bu inanıştaki samimiyetin doğal refleksidir yahut samimi bir şekilde inanılma keyfiyetine sahip bir inancın, mümine kattığı güzel hasletler arasındadır. Bir tarafta günümüzün herkes istediğini yapsın ve herkes istediğine inansın diyen beşeri ideolojilerine bakın bir de İslam’ın davasından emin bir şekilde insanları kurtuluşa çağıran yapısına bakın, İslam’dan gayrısında bir samimiyet görebilmek kabil mi? İslam kurtuluşun kendinden başka bir yerde olmadığını net şekilde ifade eder. İslam tek ve mutlak bir hakikat olduğu için yapısı itibariyle kendisinden başkasını ne kendi bünyesi içinde ne de kendi bünyesi dışında kabul etmez. Zaten kendisinin tek hakikat olduğunu bilen bir unsur neden sahteleri bünyesinde barındırsın ki veyahut sahteleri neden kabul etsin ki? Hal böyleyken İslam’ın başına getirilen ılımlı, antikapitalist, radikal vs. gibi her ek lüzumsuz ve en hafif tabirle ahmakçadır. Böyle yapanlara sorulması gereken soru da şudur: Ne yani sen İslam’ın başına getirdiğin bu eklerle (haşa) İslam’da tamamlanması gereken bir eksik mi görüyorsun? (Haşa) Allah’ın dinini eksik gönderdiğine mi inanıyorsun da onun insan üretimi ideolojilerle nikâhlanmasına razı geliyorsun? Açıkçası ahkam ve usuller bu denli ortadayken böylesi bir çabaya girenlere hüsnü zan beslemek doğru olmaz.
Anlaşılacağı üzere, Mutlak siyaset fikri tüm insanlığın dünya ve ahiret saadetine ermesini amaçlar. Ne dünyevi ideolojiler gibi sadece dünya hayatında kalır ne de sahte ruhçu inanışlar gibi dünyayı görmezden gelir.
Madde ve mananın eşsiz senfonisi… Öz, budur!
Siyasi Düşüncede Sınıflandırma ve İzlenilecek Yol
Tüm bu anlatılanlar göz önünde bulundurulduğunda siyasi düşüncenin sınıflandırılmasının temel saikleri daha net anlaşılacaktır. İmam Gazali gibi büyük bir İslam mütefekkiri tarafından sanatların en şereflisi, olarak adlandırılan siyaset mesleğinin hakikatini ortaya koyup şeref yoksunu olanından ayırmak bu sınıflandırmanın yalnızca amaçlarından bir tanesidir. Hakikati sahtesinden ayırmak, güzel olanı ağyarından kurtarmak ve etrafındaki yabani otları temizlemek niyetiyle bir bahçıvan marifetiyle uğraşmak yine bu sınıflandırmanın amaçlarındandır.
Uzun uzun izahının kitaplık çapta ele alınması gereken bu sınıflandırmanın kabaca her kategori için iddiaları vardır. Siyasi düşünce faaliyetinde toplam iki sınıf vardır. Bunlardan ilki derin ve gerçek müminler sınıfıdır ve reaksiyon halinde değil kendi öz oluş şartları halinde vardır, diğer sınıf ise bunun ağyarı hükmündedir. Tıpkı Müslüman ve gayr-i müslim ayrımında olduğu gibi. Bu ağyar sınıfı ise kendi içerisinde dört sınıfa ayrılır. Bunlar; sahte ruhçular, başıboş akılcılar, ilahi emri aklın emrine vermeye uğraşanlar ve deneyciler.
Derin ve gerçek Müslüman’ın siyasi düşünce faaliyetini “Mutlak Siyaset Fikri” diye adlandırmıştık. Ayrıca tefekkür biçimini de ilahi emrin komutasında ruh, akıl ve beden bağlamında izah etmiştik. Bu sınıfın içerisine mertebeler halinde ümmetin önüne adeta bir kandil olmuş ve özellikle siyaset alanında nispeten daha çok boy göstermiş tüm İslam büyüklerini dâhil edebiliriz.
Ağyar kısmının ilk sırasında yer alan sahte ruhçuların hususiyetleri şudur ki, bunlar ruhun bağlı olması gereken iman kutbundan yoksunlardır yahut bundan sapmışlardır. Böylelikle siyasete güya ruhçu bir temelle yaklaşmaya çalışmalarına rağmen, aslında kendilerinin ruha dair başıboş akılla saptadıkları temelle siyasete hamlederler. Yani ruh, asıl hüviyetiyle değil de onların kafasındaki hayal âlemi veya sözde mantık bütünü içerisinde yerini bulur. Hz. İsa’nın (as) dinini tahrif edenler bu sınıf içerisindedir. Bunların başında Platon gelmekle birlikte, Hristiyan siyasetine dair yaptığı yorumlarla tanınan Augustinus, Aquinas gibiler de bu sınıfa dâhil edilebilir. Ayrıca sözde Müslüman gibi gözükse de İslam’a ters uygulamalarıyla metafizik bir devlet felsefesi geliştiren İran’ı da bu grubun içine dâhil edebiliriz.
Başıboş akılcılar ise Hristiyanlığın hurafelerinden aklın öcünü alması olarak tarif edilen Reform ve Rönesans dönemlerinde daha çok kendini göstermiştir. Evet, akıl hurafeden öcünü almıştır lakin sonra kendi despotizmini kurmuştur. Tıpkı Fransız ihtilalinden sonra yıkılan monarşilerin yerine gelen despotik rejimler gibi… Akılcıların dünyası dört duvarla örülü ve sığdır. Duvarın arkasını göremezlerse duvarın arkası onlar için yoktur. Realist bir perspektiften baktıkları için bunlarda devlet, çıkarları için çalışır ve çıkarlar için vardır. Reel-politik denilen “kendi çıkarına göre politika yapma” anlayışını yol açarak uluslararası sistemde de önlenemez bir anarşiye neden olmuşlardır. Machiavelli, Hobbes, Locke gibi modern dönem filozofları bunlara örnektir.
Bunların arasında en anlaşılması güç olan sınıf ise ilahi emri aklın emrine vermeye çalışanlar sınıfıdır. Vahyi aklın emrine vermek gibi muhal bir işe türlü gözbağcılıklarıyla meşruiyet kazandırmaya çalışan bu sınıf İslam kadrosu içinde de vardır. Bunlar vahye akılla hamletmek gibi garip ve olmaz bir işle uğraşmışlardır. Bu insanlar haliyle siyaset hakkında da yazıp çizmişlerdir. Farabi bunlardan bir tanesidir. Günümüzde de yaşayan pek çok örneği vardır.
Deneyciler ise aklın despotizmini reddeden, hadiselere hep şüpheyle yaklaşan grubu temsil eder. Aklın yerine ikame ettikleri ise deneydir. Fakat deney yaparken hangi uzuv ve yetenekleriyle deney yapacaklarının izahı bizce yoktur. Post-modern felsefeciler buna örnek olarak verilebilir.
Değinildiği üzere bu sınıflandırmanın uzunca tahlil, teşhis ve terkibi kitaplık çapta bir çalışma niyetiyle yapılmalıdır. Biz siyasi düşünce faaliyetinde mutlak siyaset fikrine ulaşmak için bu iki sınıf arasında elbette derin ve gerçek müminlerin bulunduğu sınıfın izlenmesini siyaset ilminin istikbali açısından daha doğru buluyoruz.
Mutlak siyaset fikrine erişmek için izlenilecek yolun iyi saptanması gerekir. Batı’nın yaptığı gibi ilk çağdan bu yana sadece konuşan ve yazan adamları ard arda sıralayıp buradan hikmet devşirmek, İslam’da siyaset fikri için olmaz bir şeydir. İslam’da fikir aksiyondan bağımsız değildir. Her kâmil aksiyon bünyesinde bir fikir ve her kâmil fikir de bünyesinde bir aksiyon barındırır. Bu yüzden siyaset mesleği adı altında sadece yazı yazmış değil, bu meslek adı altında mücadele vermiş devlet büyüklerini hatta komutanlarını da incelemek gerekir. Yani Allah Resulu’nun (sav) sahabelerinden başlayarak, Ömer bin Abdulaziz, Abdullah bin Mervan, İmam Gazali, Yavuz Sultan Selim, Ak Şemseddin, Muhammed Diyauddin, Necip Fazıl Kısakürek gibi büyüklerin kalemlerinden ve kılıçlarından süzülen siyaset ilmine kuvvet verecek bir mananın terkibini kurmak bu uğurda yapılacak güzel bir iş olacaktır. Siyaseti yeniden Muhsin Yazıcıoğlu’nun deyimiyle, bir fazilet yarışı olarak görmek ve siyasetin İslam’ın emrinde olduğu sürece faziletli olduğunu bilmek niyetiyle…
Son söz Servet Turgut’tan:
Gizli kalmasın!
Nefsimize sansür koyup, ruhumuzu özgür bırakacak o devleti istiyoruz…