İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Buram buram hakikat kokan ve hakikat rayihasını muhatabının üzerine sindiren eserleri ancak ve ancak hakikat namına yaşayan, hakikatli adamlar yazabilir. İşte, o da böylesi bir eseri okumak niyetiyle eski adıyla kıraathane ama güya (yeni) adıyla ‘’kitap kafe’’ diye adlandırılan mekânlardan birine adımını atmıştı.
Neredeyse birbirleriyle bitişik sayılacak kadar yakın olan masalardan diğerlerine az da olsa uzak olan var mı diye bakındıysa da bu uğraş onu, tıka basa dolu otobüslerde yer aramakla eş değer bir vaziyete düşüreceğini anlamıştı. Toplumun neredeyse her alanında bu problemle karşılaşılıyordu; otobüslerin tümen tümen insan istifinde, yüksek binaların daire daire aile istifinde, okulların sınıf sınıf öğrenci istifinde hep aynı illet… Yani yığınların; ruhsuz, şuursuz, nizamsız ve gayesiz bir bütünde toplanma çabasının her ferde ayrı ayrı eziyet verdiği ve şuursuz yığınların oluşturduğu bütünlerde fertlerin ortaya çıkan nizamsızlığa refleks olarak gerçekleştirdikleri kayıtsızlıktan dolayı görünürde muazzam bir sosyalleşme ifade eden bu bütünlerin aslında muazzam bir asosyalliğin örtük halde ifadesi olduğu illet... İnsanın ruhuyla beraber bedenini de rahatsız eden bu illetli eylemin çözümünün bu tür mekânlarda neden önemsenmediği ayrıca bir merak konusuydu onun için...
Tüm bunlar bir yana özellikle elindeki eseri, dikkatli okumamakla hiç okumamak arasında bir fark görmediği için oturacağı yer hususunda hassas davranmaya çalışıyordu. Zira kitap öylesine örgüleştirilmişti ki yanlış anlaşılan bir cümle veya kaçırılan bir ayrıntı, o örgüyü bozar ve kitabın içindeki ince meseleleri yakalamaya mani olurdu. Hakiki adamların, hakikat namına yazdıkları eserler hakkını vererek okunmalıydı ona göre. Misal tefekkür sahalarında at koşturularak yazılmış bir eserle ‘’Cin Ali’nin Kuzusu’’ aynı tarzda okunmamalıydı. Yani, iki kapak arasına sıkıştırılmış her kâğıt topluluğuna aynı muamele yapılmamalıydı.
* * *
Tüm bu durumlar göz önünde bulundurulduğunda, bu kitabı okumak için seçtiği mekân çok yanlıştı. Çok geç olmadan bunu fark etmişti zaten ve bu mekânda elindeki eseri okumaktan vazgeçip bir çay söyledi. Çayın gelmesini beklerken diğer masalardan kulağına doğru hücum eden sesler… Bunun yanı sıra işletme çalışanlarınca özenle seçilmiş(!), insanların ruhuna dengesizlik büyüsünü üflerken bir yandan da yine ses düzeyinin, beyni patlamış mısıra döndürecek kadar özenle ayarlandığı “ruh ve beyin katliamı senfonyasına” tahammülün bir çay içimi vakitten daha fazla olamayacağını düşündü.
Çay kaşığıyla bardağı kırmak istercesine karıştırılan çaylar… Sesini en azından bir ok atımı mesafeye gümbür gümbür duyurmak borcunda olan insanların mikrofon yutmuş gibi konuşmaları… Aşırı mutlu kadın ve erkeklerin aşırı kahkahaları… Tüm bunlara ek olarak sıradaki parçada kulaklarımıza sunulan -edepsizlik sanatı(!) kullanılarak yazılmış- pop müziğin dengesiz ritimleri onu çıldırtmaya yetmişti. “Keşke insan katliamcısı bu kakafonyada tüm ses yüksekliği hadlerini aşsa” diye geçirdi içinden, bir sinirle... Ve devam etti: “Haddini aşsa ve haddini aşan her şey tersine inkılap eder hakikati tecelli etse... Mesela çay kaşığı bardağa daha sert vurulsa da bardak kırılsa, insanlar avazı çıktığı kadar bağırsa ve nihayetinde sesleri kısılsa, kahkahalar şiddetini o kadar arttırsa ki insanların gözlerinden yaş boşalsa ve pop müziğinin sesi sonuna kadar açılsa da hopörleri patlasa… Biz de insanın ruhuna pisleyip tüm duygularını alt üst eden, kulaklarından matkap gibi girip beynini delen, oradan da tüm bedenini iflas ettiren bu kakafonyadan kurtulsak.’’
* * *
Nihayet önüne bir bardak çay gelmişti. Çayı hemen içip gitmeyi planladığından alelacele bardaktan kaşığı çıkarıp çay tabağına yasladı ve bardağı eline aldı lakin çay çok sıcak olduğu için geri bırakmak zorunda kaldı. Mecburen çayın biraz soğumasını bekleyecekti. O sırada beraberinde getirdiği eseri incelemeye koyuldu. Bu mekânda, elindeki eseri dikkatli okuyamasa da en azından onu incelemek güzel bir fikirdi.
İnsanı gayri ihtiyari düşünmeye iten bir kapak tasarımı; Tarihsel bir harita üzerinde silah biçimindeki kalemle duran yazar elleri… ‘’Tarihin Romanla Tahrifi’’ adlı alt başlık… Ve oldukça enteresan bir isim;
PAÇOZTİKA…
Büyük bir merakla kitabı açtı ve içindekiler kısmına bakmaya başladı:
Takdim…
Roman Etrafında…
Öldürmek Kastıyla Sorumsuzluk…
Müzik Ruhun mu Gıdasıdır? …
“Hah! İşte!” dedi. “Kitap kafe” diye adlandırılan bu mekânda çektiği ıstıraba tercüman olabilecek bir yazı olmalıydı bu. Hemen işaret edilen sayfaya gitti ve okumaya başladı:
…Ruhun gerçekte ne ve kime göre nasıl olduğunu bilmeden, gıdasının ne olduğunu nereden biliyorsun?...
…Neyin neyi beslediği meselesinden önce, neyin neyi yıktığı meselesini aklımızda tebellür ettiren bu hakikat, bir de modern fiziğin ‘’Her maddenin bir rezonans frekansı vardır!’’ kavramını tedai ettirmekte… Şu mevzu: Her madde atomlardan müteşekkil… Atomlarda bulunan elektronların hareketi sebebiyle de her maddenin kendine has doğal bir titreşimi var… Eğer bu doğal titreşim, onunla aynı frekansa sahip hariçten bir frekansla uyarılırsa, maddedeki titreşim genliği artar ki; neticesi çoğu zaman, madde tabiatında hâsıl olacak bozulma ve yıkıcı hasar şeklinde ortaya çıkar. Yani dış etki –misal rüzgâr-, etkilenecek madde –misal köprü- frekansıyla eşitlenmişse, aklın almayacağı madde kıpırdanmalarının ortaya çıkması kaçınılmazdır. –toplayıcı bir misal halinde; yapıldıktan 4 ay sonra (1940) kaşar peyniri gibi kıvrılarak yıkılan ABD’deki Tohama Köprüsü- Şimdi tedaimizden kaptığımız irfan payıyla soralım; insan ruhunun rezonans frekansını, menfi bir dış etki halinde uyaran müzik frekansları, insandaki melekleşme temayülünün vasıtası olan ruhunun mu gıdasıdır, yoksa hayvanlaşma temayülünün vasıtası olan nefsinin mi?
* * *
Kitap kafe diye isimlendirilmiş böylesi bir yerde sırasıyla bir efkârlı bir hoplamalı zıplamalı müzik çalan bu mekânda insan ruhuna olan taarruzun bilinçli mi bilinçsiz mi olduğu bilinmez ama okuduğu bu satırlardan sonra kıvama gelmiş çayını hızlıca içmeye başladı. O sırada telefonu çalmaya başladı. Arayan bir dostuydu:
-Neredesin?
-Merkezdeki kitap kafede.
-Bende o taraftayım yarım saate geliyorum.
-Buraya gelme başka bir yerde buluşalım.
-Bu sıcakta başka bir yer bulamayız. Geç kalmam merak etme. Hem yanımda bir arkadaş var mutlaka tanışmanız, konuşmanız lazım.
-Tamam, iyi bakalım bekliyorum.
Bu demek oluyordu ki en azından bir iki saat buradaydı. Derinden bir nefes alıp verip ardından da ‘’neyse!’’ deyip çayını yavaşça yudumlamaya başladı.
* * *
Bir efkârlandırıp, bir hoplatıp zıplatan sırasıyla, insanları efsunlamış müziklerin yanı sıra kulağına gelip giden insan seslerinin de mahiyeti pek parlak değildi. Masaların birbirine yakın olmasından dolayı herkes, herkesin konuşmasını rahatlıkla duyabiliyordu üstüne üstlük insanların kendini ispatlamak istercesine bağırarak konuşmaları muhabbet mahremiyeti kaygısının güdülmediğine bir delaletti. O da bu durumun doğal neticesi olarak kulağına gelen sesleri engelleyemiyor ve yine doğal bir netice olarak bu sesleri içinden sorgulamaya başlıyordu. Tesettürsüz başörtülü kızlar ve yayvan ağızlı erkeklerden müteşekkil bir masadan gelen sesler ve ardından, tabi ki assolist; ‘’Bay Kahkaha!’’... Yayvan ağızlı erkek tamamen hayvansı bir hırıltıyla:
-Fevkalade bir konu seçmişsin: Asım’ın Nesli!
-Teşekkür ederim. Salonun ağzına kadar dolmasından belli ki hayırseverlerden aldığımız elli bin Türk lirası boşa gitmedi. Getirdiğimiz sanatçı, afişler, pankartlar, dağıtılan güller, ikramlar…
-Evet, evet çok haklısın. Her şey çok güzeldi muhteşemdin.
Kıza verdiği bu karşılık aksi dahi olsa asla değişmeyecekti ve bay yayvan devam etti;
-Şiir dinletisi ve konserden baya istifade etti insanlar. Hele ki senin konuşmanın sonunda ‘’Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya!’’ deyişin herkesi ayrı bir duygulandırdı.
Yayvan ağızlı erkeğin bu tavrından sonra iğrenmişti ve “bu tür tiplerin muhatabını etkilemek ve ona şirin görünmek için ayaklar altına alamayacağı hiçbir hakikat” göremedi. Arizona kertenkelesi gibi dişisini etkilemek için başını aşağı yukarı sallayarak dans eden bu tipler; Misal, karşısındakinin en ahmakça görüşüne dahi şevkle kafa sallayabilecek bir hüviyete sahiptir. Zaten bu durumda da bay yayvana göre; hayırseverlerden alınan elli bin Türk lirası parayla getirtilen sanatçılar, mideye giden konsepte uygun yiyecekler, birkaç dava ezgisi ve nihayetinde sağa sola dağıtılan güllerle kurtarılmayacak vatan, kazanılmayacak dava şuuru yoktur. Bir de programın adı ‘’Asım’ın Nesli’’ ise herkes o programdan sonra adeta bir Asım olur. Yersen… Ha bir de unutmadan konuşmanın sonunda ‘’Üstad Necip Fazıl Kısakürek’’ in şiirlerinden birkaç satır okumazsan program tamam olmaz.
Yüz üstü çok süründün ayağa kalk Sakarya…
Mehmed’im sevinin başlar yüksekte...
Bu düşünceler beynini istila ederken birden gözünün önüne; Üstad Necip Fazıl’ın “Korkunç! , Korkunç!” deyişi geldi. O da Necip Fazıl’ın ciğerinden kalemine kan çekerek örgüleştirdiği manaların bir iğne ucu kadar dahi olsa çilesi çekilmeden dostlar işte görsün kabilinden okunmasına kısık bir sesle ve kafasına sağa sola sallayarak; ‘’Çok Korkunç!’’ diyerek tepki verdi.
* * *
Konuşmadan o kadar iğrenmişti ki yönünü başka tarafa çevirdi. Ama ne var ki döndüğü taraftan gelen başka bir sese maruz kaldı:
-…Miras ayetleri okunurken ağlayan bir ihtiyar adamın yanına yaklaşmış demiş ki: ‘’Neden ağlıyorsun?’’ Ağlayan adam Kur’an okunduğu için ağladığını utana sıkıla söyleyince de yine sormuş ‘’Anlıyor musun da ne olduğunu ağlıyorsun?’’ ihtiyar adam ‘’hayır’’ deyince durur mu bizimkisi yapıştırmış cevabı; ‘’Bunlar miras ayetleri!’’ Karşılıklı konuşma bu olayın anlatılmasından sonra karşılıklı kahkaha ve gülüşmeyle bir aralık bölünse de şöyle devam ediyordu:
- Hep bu gibi softalar yüzünden bu haldeyiz.
-Tabi, tabi velhasıl azizim Kur’an’a aklımızla yaklaşmalıyız. Allah aklımıza boşa mı verdi.
“İhtiyar adamın Kur’an okunulurken manasını bilmese dahi Kur’an’ın ilahi kelam olduğu için yani Allah kelamı O’na (cc) bağlılığından gözyaşı dökülebileceğini anlamayan akıl Kur’an’a aklıyla hamletmenin peşinde. Tamam, akıl ama hangi akıl? Resul-i Ekrem’in (sav), ona tâbi sahabelerinin ve onlara tâbi olarak O’na (sav) tâbi olanların anlayışı ve aklı mı senin günde otuz kelimeyle düşünen basit aklın mı? Kendini akıl şahikası olarak gören bu tipin atladığı bir şey var ki o da; korunmaya alınan, şaşmaz ölçü, Kur’an-ı Kerim… Ama bu tip, korunmaya alınmış ve şaşmaz ölçü olarak kendi aklını görür ve kendi basit aklıyla Kur’an’a uyduramadığı hadisleri reddeder, ölçüleri alaya alır, hatta bir süre sonra ayet inkârına kadar gider. Kendini akıllılık şahikası olarak görme vehmi, ona tüm bunların salahiyetini verebilir.”
Tüm bunları düşünürken bardağı iyiden iyiye sıkıyor, sinirleniyor ve mütemadiyen “la havle” çekiyordu. Nihayetinde dostu yanında bir kişiyle mekâna geldi ve onları karşılamak için ayağa kalkınca az da olsa siniri yatışmıştı.
Selamunaleykum – Aleykümselam faslının ardından üç çay daha söylemiş ve yanında getirdiği kişiyi tanıtan arkadaşını dinlemeye koyulmuştu. Bu arada müessesenin özenle oluşturulmuş müzik listesinde sıradaki parça yine ahlaksızlık sanatıyla yazılmış pop müziklerden birindeydi. Efkârlı şarkıların kadere söven içeriğinin üstüne hoplamalı zıplamalı pop müziklerinin erotik içeriği; sırasıyla itikatta ve amelde iflas ettirmenin yeminlisi gibi çalışıyordu bu mekânda…
* * *
Dostunun tanıştırdığı kişi siyaset bilimi öğrencisi, kendini milliyetçi ve muhafazakâr diye tanımlayan ama neyi muhafaza ettiği hakkında pek de bir fikri olmadığını her haliyle belli eden ve konuşmaya patır kütür dalışıyla okuduğu bölümün malumatfuruşu olduğu kesin… Konuşmaya başladığından beri tüm dayanak noktaları şöyle:
İnsan haklarına göre böyle yorumlanır…
Demokrasiye göre bu böyle…
Bu çağın gereklilikleri böyledir…
Bu cümleleri dinlerken kafası dönmeye başlasa da kendine hâkim olmaya çalışıyordu. Muhatabının kendini tanıttığı kimliğe zıt bir şekilde; dünyayı inandıklarından başka her şeye göre yorumlaması ve buna inanıp kabul görmesini istemesi üstüne üstlük ısrarcı olmasının üzerine mekânı yatak odasına çeviren insanların istilası, hamasi sloganlar üzerinden kendinin ne kadar yüce bir dava adamı olduğunu anlatanların naraları, kızlı erkekli tebliğ(!) kolonileri…
O kadar zıt ve rahatsız edici durum bir araya gelmişti ki tüm bunları düşünürken iyiden iyiye kafa düzeni bozulmaya başlamıştı. Yakın camilerden birinden gelen ezan sesi, tüm bu kakafonyaya fon olan müziğin durmasını sağladıysa da arkasından gelen başka bir sesle irkildi:
-Ne kadar da takva ehli bir müessese! Ezan okununca hemen kapatıverdi müziği.
Artık iyice bozulan sinirleri yavaş yavaş bedeninde de hissedilebiliyordu. Hatta muhatabının gelişigüzel entelektüel havasını bozarcasına karşılık vermeye başladı. Karşısındaki konuşmaya devam ediyordu.
-Osmanlı… O sayılmaz çünkü Osmanlı laik bir devletti.
-Elbette laikti! Hatta yeniçeriler laiklik için kazan kaldırdığında yine Sultan Mahmut laikliği korumak adına yeniçeri ocağını bombalattı. 31 Mart’ta kendini bilmez birkaç çapulcu ‘’Laiklik İsteruk!’’ diye ayaklanınca Sultan Abdulhamid ‘’Osmanlı laiktir, laik kalacaktır!’’ dedi. Hatta ve hatta laiklik elden gidince Osmanlı bu hale düştü. Yaşasın laik Osmanlı!
Böyle bir kafada olan birini, bu cevaplardan başka tatmin edecek bir şey bulamamıştı. Gözlerini muhatabına dikerek konuşmasından belliydi ki durumu da normal değildi. Başı iyice dönmeye başladı. Gözünün önü kararıyor… Bu kadar insanın ne yaptığını anlamaya çalışıyor. Gülüşmeler… Kahkahalar… En ufak bir edep, hayâ tavrı yok… Kafası iyice allak bullak oluyor… Tüm düşünceleri buharlaşıyor ve aklında tek bir şey; Allah var! Allah’tan ki, Allah var!
Gözünün önü iyice kararıyor… Ne şekil, ne renk, ne desen hiçbir şey net değil… Sesler uğultular halinde geliyor kulaklarına… Birden ayağa kalkıyor, önündeki masayı bir tekmeyle yere seriyor. Herkesin gözü onda ve haykırıyor; ‘’Allah var!’’. Tüm masaları tekmelemeye başlıyor, duvarları yumrukluyor ve sürekli bağırıyor;
-Allah var!
-Allah var! Anlamıyor musunuz? Allah var!
* * *
Herkes şoka girmiş bir vaziyetteydi ve az evvel dinlemek durumunda kaldığı kakafonyanın mensupları onu dinlemek durumundaydı. Cinnet haliydi bu hal… İdraksizliğin kol gezdiği bir cemiyette düşünmeye başlayan adamın hastalığı…
Etraftakiler tarafından durdurulma çabaları, mekâna gelen polis ve ambulans ekibi ve bu mekândan kurtuluş. Ardından sesler:
Tesettürsüz başörtülü kızlar ve yayvan erkekler ekibinin masası;
-Ne oldu bu adama? Kim bilir kim getirdi onu bu hale?
Akıllılık şahikalarının masası:
-Hep bu gibi insanlar yüzünden…
Muhatabı:
-İşte adamı böyle delirtirim.
Diğerleri:
-Deli mi ne?
Ve masada kalan eserden bir bölüm:
Paçoz… Rum asıllı bu kelimeyi lügatler türlü anlamlarla karşılamakta… Özensiz ve uyumsuz giyinmiş kimse… Hafif meşrep kadın… Pasaklı, zevksiz… ‘’Mugil cephalus’’ namında bir kefal türü… Daha neler neler… Dilime hangi hayalet tedainin doladığını hatırlamadığım ‘’paçoz’’ kelimesi için şöyle bir tarama yaptığımda da, irice bir kefal gibi filede kalan tek şey sadece Alev Alatlı’nın ‘’Beyaz Türkler Küstüler’’ romanı oldu… Müellifi tarafından ‘’Paçozlaşmanın hikâyesi’’ olarak takdim edilen eserde, ‘’Dostoyevski’nin Postlost’u (Puşlost) gibi’’ diye tavsif edilen ‘’paçoz’’ kavramı, iblis kelimesiyle tamlanarak ‘’iblis ayarlı paçozluk’’ olarak sunuluyor ve onun topluma olan nispeti de şöyle belirtiliyor:
‘’Paçozluk iblisi tüm kurumları sardığı zaman sıkıntı başlıyor!’’
Evet, paçozluk iblisinin musallat olduğu insanların toplanıp paçozlaşma ayini yaptığı bu tür mekânlara biz de müsaadenizle bir tabela takıyoruz…
PAÇOZHANE…