İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Bir büyük zâtı anlatmak demek onun hayatını kronolojik bir çizelge üzerinde sayı ve kaba hadise fırçasıyla sunmak demek midir?
Kesinlikle katılmıyoruz…
Allame Kevserî’den bahsedeceksek eğer, gayemiz onun ilmî müktesebattaki nüfuzunu ve ilmî şahsiyetinin dekorunu oluşturan vakar ve hamiyetini bu çağın hakikat ve liyakat bakımından ıstırap verici havasına teklif etme niyeti olmalı değil mi? İşte bunun için Allame Kevserî’nin ulaştığı bu payenin arka planını irdelemeyi kendimize borç bildik.
Evet, din uğruna verdiği mücadele ve idrak çapı bakımından bizde hayranlık bıraktıran bu adamın nasıl bir ilim aslanı haline geldiği bizde bir merak uyandırdı ve silsileler halinde İmam Zâhid’in babası üzerinden Gümüşhanevi tekkesine ve oradan da hiç beklemediğimiz bir şekilde Halidiyye koluna bir gedik açıldı.
Hayrolsun...
Bu meyanda Hâlidilik meselesinin kritik konumu mukadder oluşlar halinde bağrından İmam Zâhid gibi ilim adamları, Necip Fazıl gibi mütefekkirler ve daha nice bu diyarların mayasını oluşturan şahsiyetler çıkarması bakımından dikkat teksifini de beraberinde getirdi. Bu anlamda Âllame Kevserî hakkında doğrudan bahislere girmeden onun ruh ve tavır iklimini oluşturan unsurdan bahsetmek gibi dolaylı ama bizce hadisenin temelini sunmak bakımından ehemmiyetli bir usulü tercih daha makul gözüktü...
Seriyye Tavrında Silsile: Seyr-i Hâlidiyye
Abdülhâlik-ı Gucdüvânî hazretlerinin temel prensiplerini ortaya koyduğu bu yol seyrine devam edip, Şah-ı Nakşibend hazretlerinde sistemleşirken Haceganiyye isminden Nakşibendiyye ismine tahvil olur. Tümen tümen mana orduları İslam havzalarında pekleşirken Aleyhisselatu Vesselam’ın nurundan uzaklaşan dünya, hakikatin kesafeti bakımından nasibine eremediği zamanlarda çağları aşan bir ‘’Seriyye’’ mantığıyla ‘’O’nun (sav) olmadığı yerde O’nun (sav) emriyle ben varım!’’ diye kükreyen Serhend aslanı İmam-ı Rabbani namıyla Hace Ahmed Faruk batılın fikir ve amelle kovulmasının mektebini kurar ve bu yola -Mevlana Halid’e kadar- faaliyetine nokta atışı bir isimlendirme halinde Müceddidiye adı koyulur. Nihayetinde bu mektep Mevlana Halid elinde stratejik ve sistematik bir hâl alır ve Hâlidiyye adıyla arzı kaplar.
Belki de dünya üzerinde emsali görülmemiş bir tevarüs disiplini… Bugünün meczupça derin dünya halüsinasyonları kuran komplo teorisyeni takımının hayal kudretinin dahi eremediği çok katı bir gerçeklik… Öyle ki Allah Resulüne (sav) rabıtalı bu mana teşkilatının seyrine bir nazar etse şaşkınlıktan küçük dilini yutabilir. Düşünün asırları aşan bir seyir… Sürekli değişen bir zaman ve mekan tasavvuru var ve bu silsile belki dünya tarihinde eşi görülmemiş bir ordu disiplini halinde kaidelerinden zerre taviz vermeden haftaları, ayları hatta asırları aşan bir yürüyüşle yoluna devam ediyor.
Şüphesiz bu seyir disiplinini ezoterik izahlarla yahut olmadık komplolarla anlamlandırmak idrak kısırlığıdır. O zaman şu soruları anlamlı bir şekilde izah etmek amel ve fikir planında serlevhalar çıkarabilmek için elzem:
Nasıl oluyor da bu silsile dünyanın onca çalkalanışına rağmen günümüze kadar gelebiliyor? Öyle ki 1300’lü yıllarda Kasr-ı Arifân köyünde doğan Muhammed Bahaddin ismindeki zât, bir domino istikametinde Şah-ı Nakşibend namıyla Necip Fazıl gibi büyük bir mütefekkirin kalemine el uzatabiliyor? Bu ulu nizam nasıl kurulmuş ve istikamete sokulmuştur? Bu sistematiğin altında yatan motor kuvvet nedir?
Tabi bu soruları ‘bilmek iştahını gidermek için sormak’ üzerinde durduğumuz davadaki nasipsizliğimizi ele verir yalnızca… Bugün ipini koparanın irili ufaklı bir teşkilatlanmayla STK c(i)ennetine dönüştürdüğü vatanımızda hakiki teşkilatlanmanın mana ve usulünü bahsettiğimiz hususa nispet edildiğini bir düşünün… İnanın izaha lüzum dahi görmedik, bir bedahat haliyle neler olacağını kestirmek zor değil… İşte bu bedahaten paçozluğun hükmü altında olduğunu gördüğümüz mevzunun, aslının nasıl olması gerektiğine dair bir aşinalık kazansak dahi bize kâfi… Düşünün el’an vatanımızda 100.000’in üzerinde STK var ve gerçekten ne işe yaradıkları konusunda kendilerinin dahi ucuz hamasetten başka bir cevabı yok.
Evet, bu soruların belli bir oranda izahı “Seriyye Tavrı” dediğimiz mana ve halihazırda üzerinde durduğumuz Hâlidilik meselesinin bir bakiye halinde kendinde cem ettiği kaidelerdedir. Allah’tan yardım dilenerek çapımızca bakalım o halde…
Teori ve Pratik Dilemması Batıl, İlimle Amel Hakikat
Ahir zamanın olanca kesafetiyle üzerimize çullandığı bu zamanlarda gerçek manada bilmekten bahsetmek ne zor… Belki bahsetmek bir nebze kolay ama anlamak yahut anlatmak gerçekten dille yahut kalemle kuru bir laf israfı çabasını çok büyük oranda boşa çıkarıyor. Fikir neşri çabasına girişenlerin bir hakikati anlatmak için “Bak şimdi Allah Hz. Adem’i (as) dünyaya gönderdi” diye meseleye başlaması ve her meselede aklî ve naklî deliller sunmak zorunda kalması, var olan tahribatın boyutunu gözler önüne seriyor. Şüphesiz bu ıstırap kuyusundan çıkmanın yolu hakikati üç boyutlu hatta varsa dördüncü buud cinsinden göstermeye çalışmak. Şüphesiz bu artık tatmin sağlayacak bir gösteriden öte muhatabıyla birlikte anlatanı da yılanlı kuyudan çıkaracak bir ip mahiyetinde olacaktır.
Allah’ım bu yılanlı kuyudan çıkaracak o ipi tutmayı cümlemize nasip et…
Bugün sabahtan akşama kadar akıldan ve realiteden bahseden batılının ütopik ve iptidai kainat izahında teori-pratik dilemmasını aslî tabiatımızla hiç alakası olmadığı halde biz de çekiyoruz. Çünkü bugün yaşadığımız toplumsal hayatın neredeyse en küçük unsuruna kadar batılının tarihsel tecrübesi neticesinde kurgulamış olduğu kanunlar ve teoriler hâkim… Batı’nın keşif kolu olan Oryantalistler vasıtasıyla tarihimize, kültürümüze en vahimi dinimize bir yabancı gözüyle bakıyoruz. Tek kelimeyle korkunç… Nur yüzlü anamızı yabancılamak ve onun merhamet ve şefkat pınarlarından beslenememek kadar…
Dönecek olursak, sorun (teori-pratik dilemması) aslı itibariyle bizim olmayınca çözümü de kompleks hale geliyor. O ki, insan nefsinin terbiyesi yerine insan nefsini meşru hale getiren bir anlayış ülkemize sistematik olarak ithal edilmiştir. Bundan kurtulmanın yolu ise sistematik olarak evvela vatan hududundan bu anlayışı ihraç daha sonra “en iyi savunma hücumdur” yoluyla kâinata rahmet bildiğimiz anlayışımızı teklif etmek. Bugün bazılarının entelektüel şehvetlerine dokunsa da bu olmazsa olmazdır.
İlimle amel meselesine gelecek olursak… Hiç şüphesiz bu bizim şiarımızdır. Bakınız; “Faydasız İlimden Allah’a sığınırım” hadisi… Bu anlamda insanın terbiyesini ve mesuliyetini ihtar etmekle birlikte bilginin kaotik bir olgu hali gelmesine de müsaade yok. Ayrıca ilmin kendi hususiyetini de tahkim eden amel zorunluluğu yine ilmin sıhhati bakımından da kıymetlidir. Yani, ütopyalar, idealar, teoriler âlemi gibi sadece zihni fonksiyon olmak yahut zatı itibariyle izafi ve soyut olmaktan da azade… Bugün maalesef modern çağın hakikat olarak iddia ettiği durumlardaki izafilik ve noksanlık post-modern dönemde bizzat hakikatin izafi olan bir değer olduğuna dair bir inanç doğurmuştur. İşte bugünde asıl hakikatin bütünüyle uygulanmasının önünde duran engeller insanları fert fert tahrip etmektedir. Bugün insanların ekser kahiriyetinin ateist, deist olmasının asıl sebebi kafasında çözemediği bazı kompleks durumlar yahut şüphelenecek şeyler olmadığını rahatlıkla fark edebiliyoruz. Asıl problem, içinde bulunmuş olduğu çağın her cihetten onu manipülasyona alması ve gerçekten hakikatin amel boyutunun önünde fertleri hatta Müslüman toplulukları aşan bir engel olmasıdır. Misal, normal şartlarda bilim denilen kâinat izahı görebilen için imanı arttıracak bir hususiyet belirtirken bugün imandan eden bir anlayışla yorumlanmaktadır. Yahut tarih ibret vesikalarını sunması bakımından imanımıza cila olacakken küfrün elinde şüphelere yol açmaktadır. En vahimi bugün tarih, sanat, bilim, siyaset gibi ne kadar şube varsa bunların aslî usulünü tecdid etmek hesap defterimizde bir borç olarak durmaktadır.
Tevekkeli dememiş Hz. Ali (kv); “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.”
Evet, uzatmaktan kaçınalım ve serlevha halinde şunu ifade edelim; Teori-pratik dilemması batıl olan her şubenin çıkmazıdır. İlimle amel ise hakikatin bizzat fıtratındandır. Hiç şüphesiz kurtuluş ise bu fıtrata dönmekte olacaktır. Anadolu insanı hakikate, felsefi sayıklama yahut beyin jimnastiği tavrıyla yaklaşmayı bıraktığında ve hadiseleri bin bir gece masalları seviyesinde algılamaktan kurtulduğunda olması gereken, olacaktır…
Tam burada işte Hâlidiyye’nin ilimle amel düsturunu nasıl yürüttüğüne bakalım…
Mevlana Hâlid hazretleri “İlimsiz zühd ve ibadetin kötürüm ve kocakarı tarafından da yapılabileceğini” söylemiştir. Her devirde tasavvuf mesleğinin manasını kirleten tiplemelere karşı aslında bir ihtar bu… Bugün olduğu gibi her devirde karşımıza çıkan bu tipin manaya musallat olmasına karşın bu yolun kol başçıları tekke ve medreseyi birleştirerek bir önlem almışlar. Aslında tarikat neşrinden gaye ahkâmı hakkıyla ve edebiyle yerine getirmek ve sünnet-i seniyyenin ihyası olduğundan hâlihazırda bu iki mekânın önceden birbirinden ayrı olduğunu söylemek çok doğru olmayacaktır. Ama gelgelelim gerek İmam-ı Rabbani (ks) döneminde gerek Mevlana Halid (ks) döneminde yaşanan sapık tasavvuf anlayışlarının anarşisi bu hatların iyice belirginleşmesini sağlamıştır. Bu anlamda ilmi icazeti olmayana tasavvuf icazeti verilmemiş ve kıl kadar bir sapmaya tahammül gösterilmemiştir. Hatta ve hatta sapkın tasavvuf anlayışlarıyla kıyasıya mücadele edilmiştir.
Binaenaleyh, bu yol bir bütün olarak ilimle amel hususunu o kadar önemsemiş ki, insanların ilahi emirlere sıkı sıkıya bağlanması ve uygulaması için nefis terbiyesi metotlarını “keşfetmişler” ve mekânlarının muhtevasını buna göre kurgulamışlardır. Bu mekânların içine dâhil olan herhangi bir insan ne iş yapıyor olursa olsun zaten âlim olan şeyh efendilerden meselenin ilmini öğrenmişler bununla birlikte amele gösterilen hassasiyet ve edep vesilesiyle ilmin üç boyutlu halde yaşanmasını görmüşler ve bu doğal olarak irfan ve hikmetin onlarda karşılık bulmasına vesile olmuş. Öyle ki ulemanın pasif hale geldiği dönemlerde bu mekânlar içtimai hayattaki dinamik yapılarıyla da ahkâmı ayakta tutmuşlar ve “sahih” yaşanması için elinden geleni yapmışlar.
Özellikle, Cihanâbâd’daki Nakşibendî-Müceddidî dergâhında temel tasavvufî eğitimlerin yanında sabah, öğleden sonra ve akşam fıkıh, tefsir ve hadis derslerinin verilmesi bir vakıadır. Mevlana Hâlid döneminde ise bu dersler yoğunlaşarak kat’î bir zorunluluk halini almış ve çift kanat düsturu açısından olmazsa olmaz bir kural haline gelmiştir. Bunların üzerine, Mevlana Hâlid tekkenin halka hizmet maksadıyla toplumsal yönünü daha çok öne çıkaracak bir usulle yetiştirmeye başlaması kaynaklarda zikredilen hususlar arasındadır. Öyle ki halkın sağlık, eğitim, ahlak açısından ihtiyaçlarının giderilmesi için talebelerini görevlendirmiştir. Hatta Mevlana Hâlid seyrü sülûkta alışılmışın dışına çıktığı için bazı tarikat zümreleri tarafından eleştiriye maruz kalmıştır. Zira Mevlana Hâlid hazretleri seyrü sülûk için belirli şart ve mekân olmadığını saraylarda yahut rahat ortamlarda dâhi bunun yapılabileceğini kabul eder.
Burada Hâlidi kolunun içtimai hayattaki dinamik yapısı gerçekten kritik bir durumdur. Bugün sanılanın aksine tasavvuf dünyadan el-etek çekme yahut dünyaya kayıtsız kalmak değil aksine dünyayı hak için imar etme ve iş halindeyken gafil olmama durumudur. Bugün olan Hint fakiri tarzı tasavvuf algısı dünyayı küfür ve zulüm tarlası haline getirenlere ses etmeyecek bir tipleme olması bakımından yine küfür fert ve zümrelerinin işine gelecek şekildedir. Ne de garip değil mi?
Bakalım…
Savaşta ve Barışta Cemiyet Kolonları
Şüphesiz bu yolun en ehemmiyet verdiği hususlardan biri tüm oluş ve işlerini sünnet-i seniyye’ye tâbi etmektir. Bundandır ki gerek batın gerek zahir terbiyelerinin tekevvün cevherlerini Allah Resûlü’ne (asv) uydurmaya gayret etmişlerdir. Nakşiliğin en mümeyyiz vasıflarından biri olan Halvet der-encümen kaidesini de Mevlana Hâlid’in talebelerinden olan Muhammed el-Hâni buna işaret ederek açıklar. Muhammed el-Hâni, Nakşibendilerin zâhirî değil bâtınî halvet esas aldığını ve bunun sebebinin Efendimiz’in (asv) “İnsanların arasına karışan ve sıkıntılarına katlanan mümin, insanlar içine karışmayan ve eziyetlerine sabretmeyen müminden daha hayırlıdır” hadisini temel almaları olarak açıklar. Bununla birlikte Pir-î Nakşibendî Muhammed Bahaûddin “Bizim yolumuz sohbet yoludur. Halvette şöhret, şöhrette ise afet vardır. Hayır ve bereket cemiyette bir araya gelmektedir” diyerek cemiyet mücadelesinin bu yolun olmazsa olmazı olduğunun altını çizmiştir.
Bahsedilen kaide ve prensipler çerçevesinde Hâlidî tekkeleri olağan zamanlarda ilim ve zühd ile meşgul olurlarken bir yandan “halka hizmet hakka hizmettir” düsturuyla insanlara sağlık, eğitim, gıda gibi temel ihtiyaçlarda yardım etmeyi önemsemişlerdir. Örnek olarak Hâlidi-Tavîle Tekkesi felçliler ve akıl hastalarının tedavi edildiği bir merkez olarak maruf iken Hâlidi-Biyâre Tekkesi kimsesiz ve yetim çocukların her türlü bakımını üstlenmek ile bilinir. Bununla birlikte toplumsal krizlerin çözümünde halkın teskin ve terbiyede ciddi etkileri olmuştur. Gerçekten de sosyal hayattan kopuk bir usule sıcak bakmamışlar ve bizzat halkın içinde olmayı önemsemişlerdir. Ecnebi tarzı sivil toplum anlayışının fevkinde olan bu usul devlet ve milletin uzun yıllar ayakta durmasında başat rolü oynamıştır.
Savaş gibi durumlarda ise bu tekkeler bizzat şeyh efendiler başta olmak üzere cephelerde savaşmıştır. Özellikle savaşlardan bitkin düşmüş ve yılgınlığa uğramış halka hem nasihat ile hem de bizzat savaşarak örnek olmuşlar, maddi ve manevi ne kadar çaba gerekiyorsa ortaya koymuşlardır.
Merkezden Serhat Boylarına Vatan Müdafaası
Bilinir ki, Hâlidilik dünya üzerinde neredeyse yayılmadık yer bırakmaz. Mevlana Hâlid’in yaşadığı dönemde Ortadoğu, Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar, Uzakdoğu, Anadolu’ya yayılan bu yol ondan sonra Çin’den Afrika’nın içlerine kadar hatta Avrupa’ya kadar tesir sahasını bulmuştur. Özellikle Mevlana Hâlid döneminde olan bu yayılma yine aynı dönemdeki içtimai problemlerin derinleşmemesi bakımından etkili olmuştur. Mevlana Hâlid’in yetiştirdiği talebeleri Osmanlı Devleti başta olmak üzere Âlem-i İslam’ın izzeti namına ciddi gayret sarf etmişlerdir.
Doğudan gelen İran ve Şia fırkasına Mevlana Hâlid bizzat kendisi başta olmak üzere halifeleriyle çok güçlü bir set oluşturmuş ve ümmetin nifakı namına çalışanlara engel olmuştur. Hatta Hâlidi şeyhlerinin Osmanlı yanlısı ve Şia karşıtı tavırlarını bilen İranlı yöneticiler yakaladıkları Hâlidi mensuplarını canlı canlı yakacak kadar onlara kinlenmişlerdir. Hâlidilerin bu tavrı o dönemler içerisinde İran’ın ve Şia’nın Osmanlı için artık bir tehlike olarak görülmemeye başlamamasının sebebi olduğu söylenir.
Güneyden gelen Vehhabilik akımına karşı da Hâlidiler ciddi bir cephe oluşturmuştur. Hatta Alûsi gibi Vehhabiliğe meyyal olan bir zâtı dahi etkileyen Mevlana Hâlid daha sonra bu zâta icazet vermiştir. Bu anlamda başta Osmanlı’ya karşı şişirilen Vehhabiliğin Anadolu’ya yayılmasının önüne geçilmiştir.
Kuzey’de ise Kafkasya’ya göndermiş olduğu halifesi İsmail Şirvânî vasıtasıyla ciddi bir etki alanı bulmuş ve daha sonra bu tarikata bağlı bulunan Şeyh Şâmil Dağıstânî ile Müslümanların izzet ve şerefi uzun yıllar boyunca Rusya’ya karşı muhafaza edilmiştir.
Batı’da ise Avrupaî fikirlerin Türkiye’ye girmesini engellemek adına ciddi ilmî ve siyasi çalışmalar yürütülmüştür. Burada yine bir Hâlidî tekkesi olan Gümüşhanevî tekkesi uzun yıllar boyunca halkın batılı inkılap ve yenilikler karşısında çözülmemesi için uğraş vermiştir.
Savaş yıllarında ise Alvarlı Efe hazretleri, Muhammed Ziyauddin hazretleri gibi birçok Hâlidî şeyhi Birinci Dünya Savaşı’nda ve Kurtuluş Savaşı’nda savaşarak ve halka moral ve maneviyat aşılayarak vatanı müdafaa etmişlerdir.
Apaçık bir vaziyette görülüyor ki Âlem-i İslam’a hangi cihetten bir zarar getirilmeye çalışılıyorsa o cihete doğru koşmuşlar. Savaş yokken zihin işgalinden, savaş varken toprak işgalinden vatanı korumak için ellerinden geleni ardına koymamışlar. Bunu yaparken de günümüz insanının havsalasının alamayacağı bir gayret göstermişlerdir. Bu sebepten gerçekten bu İslam büyükleri olan bu zâtların üzerinde titremiş olduğu bu yola sadakat belirtmek gayretindeysek eğer fikrî, ilmi ve amelî bakımdan paçozlaşmalardan sakınmak ve sakındırmak yine bu yolun izzet ve şerefini kurtarmak adına boynumuza borçtur.
İngilizlerin Nakşibendîlere Asırlık Kini
Batının dünya arzının kanını olanca iştahıyla emdiği vakitler… Mekân Hindistan… Belki de burası baş sömürgeci devletlerden olan İngiltere’nin en çok abandığı beldelerden birisi… Bahse girmeden şunu diyelim hemen: İngilizlerin sömürme taktiği ve stratejisine vakıf olunduğu zaman modernizmin, reformizmin yahut oryantalistlerin etkisiyle ortaya çıkan görüşlerin kompleks dünyası aslında birden bire kendini imha eder.
İngilizlerin Hindistan’ın tüm kaynaklarını sömürmesiyle birlikte mutlu mesut yaşayan Hint fukaraları diyarında bu sömürüye karşı çıkan Müslümanlardan neredeyse tek bir grup vardır. Bu grubu tahmin etmek zor değil… İmam-ı Rabbani gibi bir aslanın bağrından çıkan aslanlar… Uzatmadan olayı kısaca şöyle verelim: Mevlana Hâlid hazretlerinin hadis hocası olan Şeyh Abdulaziz Dehlevî (Abdullah Dehlevî ile karıştırılmamalı) Hindistan’da İngilizlere karşı izzet ve hürriyet meşalesini yakar uzun yıllar hem ilmi sahada hem cihat meydanlarında İngilizlerin döndürmeye çalıştıkları bu çarka sürekli çomak sokuldu. Özellikle bu mücadelenin tarihi seyrine bakıldığı zaman tasavvuf mekteplerine yapılan ithamın asıl kaynağını hakkında bize ibretlik vesikalar sunacaktır.
Gelelim Anadolu’ya… Halk arasında “devlet kâhyası” olarak anılan Halet Efendi denilen bir zevat nedendir bilinmez(!) Hâlidîlere karşı oldukça tepkilidir. Sultan II. Mahmut’un danışmanıdır ve Hâlidîlerin devletin bekası için tehlike arz ettikleri ve faaliyetlerinin derhal durdurulması için padişahı ikna etmiştir. Bunun üzerine Sultan Mahmut iki kişiyi görevlendirerek ajanlık yapmaları için Şam’a, Mevlana Hâlid’i teftiş etmek üzere göndermiştir. Bunun üzerine bu iki zât Şam’a gitmiş ve Halet Efendi’nin dediği gibi bir durum olmadığını belirtmişlerdir. Hatta bu iki zât Mevlana Hâlid’den etkilenerek onun müridi olmuşlardır.
Halet Efendi’ye gelince İngilizlere istihbarat (İngiliz ajanlığı) sağladığı ve sair sebeplerden ötürü önce sürgüne gönderilmiş daha sonra boğdurularak öldürülmüştür.
Daha izaha lüzum var mıdır bilmiyoruz…
(Bu arada hemen belirtelim bu başlıktaki ve dahi mevcut yazıdaki veriler menkıbe kitaplarından yahut kulaktan dolma veriler değildir çok ciddi olarak üzerinde çalışılmış akademik makalelerden alınmıştır.)
Tarikat-ı Alîyye Gayrettir, Oyun Değildir! Fantastik, Histerik Bir Araç Hiç Değildir!
Bilinmelidir ki bu yolun büyükleri İlây-ı Kelimetullah adına ciddi gayret ve emek sarf etmişlerdir. Misal mi istersiniz… Binlerce evliya menkıbesi önünüzdedir… İlim yolunda solan gözler, sürgünler, savaşta şehit olanlar, gazi olanlar, kilometrelerce aşılan yollar, aileden maldan mülkten geçmeler… Ne kadar gayret ve emek adına mefhum varsa Allah dostlarında bulabilirsiniz. Ama gelgelelim bunca gayret neticesinde oluşan havayı fantastik bir hikâyeye dönüştürmek en basit tabirle ihanettir. Düşünün Allah dostları gayret etmişler, ilimle iştigal etmişler, nefis terbiyesi yapmışlar, koşmuşlar, sıkıntı çekmişler sırf İslam kalplerden kalplere yayılsın diye ama birileri geliyor bin bir gece masalları anlatır gibi sırf kerametlerden bahsediyor. Bu büyüklerin ilminden, usulünden ve hakikatlerinden misalleri hayatımıza aktarmayı dilerken birden ehemmiyetsiz bir detay halinde keramet ezbercilerine maruz kalıyoruz. Yine bilinmelidir ki keramet ezbercilerini maruz kaldığımızda yine usulünce uyarmak bu yolu sevenler olarak üzerime borç…
Bugün bazı ekranlardan çıkıp Hâlidîlik müessesesinden dem vurup insanlar için ahireti garanti altına alıcı bir yol olarak sunan ahmaklara “Hâlidîlik hak dava uğruna çatlarcasına koşmak, ilimle amel etmek, ehl-i bid’at’e karşı durmak ve kâfirlere karşı mücahede etmenin okuludur” desek “ben değil demedim ki” diye karşılık verirler lakin yaptığı ahmaklığın farkına varırlar mı bilmeyiz… İnşallah varırlar…
Bununla birlikte bu devrimizin bize kalırsa asıl problemi olan vakar eksikliği neticesinde insanların bağlı bulunduğu zâta romantik ve nispetsiz histerilerle sarf-ı nazar etme durumları vardır. Bu zâtları “Süpermen” derekesinde hayalî bir kurgu durumuna “indirgemek” yahut ona duyulan muhabbeti(!) ne kadar izhar aracı varsa oralardan duyurmak gibi amiyane bir durum söz konusudur. Şüphesiz muhabbet sevenle sevilen arasında mahrem bir mevzuudur ve yalnızca muhataplarını ilgilendirir. Aksi halde ya bir ölçüsüzlük, hamlık yahut bir riya söz konusudur. Bununla birlikte her mahremin ifşasında arıza olduğu gibi bu mahremin ifşası da beraberinde türlü arızaları getirir.
Ulvi hadiselerde vakur ve ciddi yaklaşılmalı histerik yahut romantik değil…
Usul ve Metod
Şüphesiz Hâlidîlik bahsi gerçekten tam teşekküllü bir şekilde incelendiğinde günümüzün ilim ve amel yönünden kanayan yaralarına merhem olacak hususları bize gösterir nitelikte olacaktır. Külli olarak bir özetleyecek ve ufkumuza yerleştirecek olursak Hâlidîlik meselesini şöyle hülasalandırabiliriz:
Şeriat ve sünnete hem ilmî hem de amelî boyutlarda sıkı sıkıya bağlılık, ilimde derinleşmede ve amelde disiplinli bir gayreti ifade eder. Bununla birlikte kadim ve modern bid’atlerden sakınmak ve sakındırmak, izzet ve vakarı mahyalaştırmak binaenaleyh küfürle her cephede mücadele etmek bu okulun olmazsa olmaz gerekliliklerindendir. Keramet yerine istikameti önemsemek, şathiyat yerine hakikati konuşmak, halvet yerine halka hizmet ve cemiyetin nabzını tutmak bu yolun mümeyyiz vasıflarındandır. Ayrıca tebliğ ve telkinde stratejik ve sistematik bir seyir; kitleye nüfuz, etkileyicileri etkileme gibi metotlar kullanılarak izlenmiştir.
Şunu da belirtelim: Büyük Doğu eserlerine vakıf olanlar Üstad Necip Fazıl’ın cemiyet mücadelesi usullerinin kaynağını nereden aldığını bu yola nazar ederek daha net bir şekilde görebilecektir.
Vardık Kevserî Havuzuna…
İmam Zâhid el-Kevserî’yi tanıtmak adına bu yollardan geçme mecburiyetinde hissedeceğimiz aklımıza nasıl gelebilirdi ki… Ne var ki bu yolda herkes birbirine o kadar bağlı ki birini tutsan asırlar ötesinden sesler duymaya başlıyorsun bir anda… İlkin baktığımızda şu soruyu sormak ne de makul idi “Mevlana Hâlid ile İmam Kevserî arasında ne alaka var?”… Artık değil…
İşte Osmanlı’nın son dönemlerinde ve dahi ondan sonrasında Hâlidî şeyhlerinin Anadolu’ya attığı maya burada muhkem bir ilim ve tavır kültürü doğuruyor ve bu mayadan binlik çapta adamlar çıkıyor. Bugün Allame Kevserî’nin ilimdeki tavrına baktığımızda kendisi de bir Hâlidî şeyhinden ders almasından olacak ki aynı tavrın bir numunesi oluyor. Allame Kevserî’nin bugün muhtaç kaldığımız ilimdeki tavrının tohumunu Osmanlı coğrafyasına serpen Kur’an ve Sünnete bağlı bu büyükler atıyor ve biz bu tavra silsile halinde nazar etmek ve ibret almak için oralara bakmak zorunda hissediyoruz. Yani aynı çamdan aynı kozalağın çıkması için o çama gereken muameleyi yapmayı öğrenmek çabası bir bakıma…
Ne diyelim… Çam da bizim, kozalak da…