İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Gece gündüz birbirinin peşi sıra ilerliyor… Kim bilir, dünya yaratıldı yaratılalı bu kovalamaca kaç defa devrini tamamladı… Âdem’de ilk gurbet, Nuh’ta tufan, İbrahim’de kurban, İsmail’de bıçak hep bu kovalamacanın sahne ışıkları etrafında… Ve topyekûn insanlık bu deveranın içinde geçen zamanı verimlendirmeye memur, tabi bu memuriyeti hatırlayabilirse… Öyle bir memuriyet ki bu ismini ağzınıza alacak olsanız ağırlığından mülhem insanın kendine yakıştırdığı tüm mücerret apoletler kendiliğinden yerlere seriliverir…
Rahman ve Rahim Allah adıyla…
Her zorlukla beraber bir kolaylık var…
İşittik ve itaat ettik…
* * *
Gündüzün vardiyasını geceye devrettiği vakitler… Gün yorgun ve bitkin, gece dinç fakat bıkkın… Vardiyanın tam değişme anına şahitlik ediyoruz. Bu sırada her gün Üsküdar’ın bağrında kurduğumuz gönüldaş soframızın etrafında halkalı haldeyiz. Sofra deyip geçmemek lazım, bu sofralarımızda uyduruk ve göstermelik konferanslarla inatlaşırcasına ağzımıza fikrin acısı değdikçe samimiyetimiz arttı, samimiyet arttıkça soframız bereketlendi… Ya Kerim, Ya Allah… Bugün Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kurulu sofralarımızdan tüm Anadolu’ya tadı damağında kalmış o aşı kaynatacağımız günleri gördürmeyi nasip et…
* * *
Oturduğumuz mekân her tür insanı barındırması hasebiyle tam biyocoğrafik bir vakıanın örneği… Nuh’un gemisine özenilmiş sanki de ortada ne Nuh var ne nübüvvet ne de makul çiftler... Sadece çeşit ve safi tufan… Anlayın öyle bir mekân…
Konuşmamız devam ederken dikkatlerimizi masamızın hemen arkasındaki konferans bölmesine doluşan insanlar çekiyor. Renkli renkli şalvarlar, incik boncuk, mor-pembe fonlu insanların başını çektiği bir program icra edildiğini görüyor ve Anadolu çocuğu refleksimizle “Bunlar kim lan?” diye sorguluyoruz. “Omcu bunlar” diye muzipçe cevap çıkıyor masadan ve anlamayan arkadaşlara “aura, çakra, makra” diye izah ediliyor. Hadise hakkında birkaç espriden sonra işimize dönüyor ve onları kendi haline bırakıyoruz.
Muhabbetimiz devam ederken arada kulağımıza kedi miyavlamalarıyla birlikte ilişen omcuların “sevgi, aura, çakra, evrene mesaj” sözleri dikkatimizi dağıtmaya güç yetirememiş olacak ki “dum dum” diye vurulan tef sesiyle irkiliyoruz. Mor şalvarlı, incikli boncuklu kadın elindeki tefe kapı tokmağı gibi ahenksiz vurarak konferanstaki sıra sıra insanların arasında geziniyor. İnsanların gözleri kapalı, çakraları açık… Bahtlarını sormayın…
Bir tür ayin galiba dedikten sonra yine muhabbetimize dönmeye çalışıyoruz. Tef seslerinin fikir dünyamızdaki karşılığı, oynanan bir trajedinin fon müziği… Böyle algılıyor ve muhabbetimiz bitmeye yüz tutarken ibret vesikası olarak zihnimize yerleştiriyoruz.
Omcuların konferansları nihayete erip dağılmaya başladıkları zaman aniden istemsiz kulak ve göz misafiri olduğum bir sahne beni ürkütüyor. Mor şalvarlı, incikli-boncuklu ablanın etrafında dizili birkaç teyzenin birisinden kesik kesik duyduklarım şunlar:
“ Çok aradım ve iç huzuru sonunda buldum… Evren… Yükseldim… Evrene odaklandım, aman ne mesajlar ne mesajlar… Aura… Çakra… Sevgi… Doğa…”
Mor şalvarlı abladan buna karşılık tavsiyeler (yine kesik, kesik):
“21 gün -şunu şunu- yapacaksın… -Şu- seanslara geleceksin… Pozitif insanlar… İç huzuru bulacaksın… Evren… Aura…”
Bu konuşmadan sonra birbirlerine sarılışları ve ayrılışları sevgi dolu…
Diyaloğu kafamda tahlil ederken birden bu insanların hali zihnimde mefhum halini alıyor: Seküler mürşid ve mürid hukuku…
* * *
Hiç uzatmadan bu halin meramını bize ifade eden hakikati mahyalaştıralım:
“KAİNÂT BOŞLUK KABUL ETMEZ!”
Auracı kadın iç huzuru bulamayan teyzeye ruhsal yolculuğunda evrenle olan ilişkisi bakımından yapması gereken pratiğe dair tavsiyeler veriyor. Vasat altı bir gözle bakıldığında şeyhin müridine seyr-û suluk yolunda verdiği tavsiye tarzına benzetmemek çok zor. Ayrıca auracı düzenli yapması gereken bazı görevler veriyor. Yine vasat altı bir gözle; müridin günlük rabıta, evrad-u ezkar’ına benzetilebilir. Ne diyeceğiz şimdi… Şu hüküm münasip mi sizce:
Çağımızda insanlık asli nispet noktasını kaybedince Allah’la irtibatı kavi şeyhlerin yerlerini yaşam koçları auracılar aldı, zikrin yerini çakra açma seansları (vasat altı bir gözle yukarıda hikaye ettiğimiz tefe vurma hadisesiyle kadiri zikrini bir karşılaştıralım), murakabenin yerini meditasyon…
Evet… Kâinat asla boşluk kabul etmez… Hakikatin kesifleşmediği her yerde sahtenin tezgâhı kurulur. Fikir zabıtası gelip devirene kadar dallanıp budaklanıp binlerce şubeli kurumsal bir mahiyet kazanmasa iyi… Yoksa görün curcunayı…
Peki, bu hadisede suçlu kim?
Tasavvufun hakikatini yaşadığını iddia edip türlü sapmayla onun hakikatini perdeledikten sonra insanları bu müesseseden tavrıyla soğutanlar mı?
İnsanlığın referans noktasını hakikatten saptırıp da batıl(y)ı deli torbası halinde önümüze koyanlar mı?
Tasavvufu önümüze satanist tarikatlarından daha sevimsiz olarak sunanlar mı?
Yoksa göz var izan var ihtarını hiç anlamamış mor hıyarlara tuzlukla koşanlar mı?
Abdürrahim Karakoç’un dizelerinden ilhamla:
Soğutanlar, koyanlar, sunanlar, koşanlar
Dehşet ötesi dehşet
Akıl karaya vurdu, gırtlağı geçti vahşet.
Hadisenin enteresanlığı ortada olduğundan başkaca bir izaha girişmiyor ve başlığı izahla bitiriyoruz:
Seküler Tasavvufta olmaz Şeriatsız Tasavvufta… Ama bu çağın bazı insanları akrep yumurtlayan tavuk gibi olmaz bir mahiyet belirtiyor ve bu olmazları önümüze Rönesans’ın pisliğiyle maruf ressamı Michelangelo’nun ayaklarının iğrençliği gibi seriveriyorlar.
Ya Selam Ya Allah…