İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Meşhur darbı mesel; tarih, tekerrürden ibarettir... Fertlerin, milletlerin ve bunların teşkil ettiği devletlerin önüne adeta hayret ve ibret duygularını artıracak vesikalar sunar tarih... Aynı gayelerle aynı şeyleri ısrarla yapıp farklı sonuç alma beklentisinin hamakatı defedilirse; yeni nizam ihdas edilir, yeni insan tekemmül eder ve yeni yurt, lahuti bir çivi gibi, arza çakılır. Meşhur Osmanlı tarihçisi Mustafa Naima’ya dikkat kesilelim:
“Tarih, faidesi herkese şamil bir ilimdir. Ulemanın zekasını tezyin eder; ukâlayı uyararak basiret gözünü açar. Avâmı eski haberlere, havası da gizli sırlara vakıf eder.”
Tarihi; Doğu’yu ve Batı’yı imbiğinden geçirecek bir mefkure nazarının verdiği ferasetle muhasebe edebilme hassasına ne kadar da muhtacız değil mi? Dünü doğru tahlil edebilmek, bugünü sıhhatli tetkik etmek için başlıca usul şartıdır diyebiliriz. Ama ne yazıktır ki milletimizin, maziyi de mevcut ahvali de sağlıklı anlamlandırmalardan uzak bir idraksizlik zeminine çekebilmek sistemli ifsada maruz kaldığı açık. Dün ipleri elinde bulunduranların yaptığının farklı cinsini bugünkü muktedirler icra ediyor. Dünün sahte kahramanlarını hakiki kahraman diye yutturmaya çalışan ufunet sloganları, bugün hakiki kahramanlarımızı kendi derekelerinden istismar ederek mana kıyımına maruz bıraktıkları bir hamakat propagandasına tahvil etti.
Milleti beş asırlık bir muhasebeye davet eden Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in çoğu hususta ihtarlarının makes bulmadığı maalesef bir vakıadır. Evet Büyük Doğu Mimarı buyuruyor:
“Daha dün bizi ‘tek’ yakıyordu; şimdi ‘çok’ yıkmak istidadındar. Daha dün ‘tek’in ceberutu altında inliyorduk; yarın ‘çok’un hercümerci içinde harap olabiliriz. Daha dün baştanbaşa memleketi ve hakikati ezen ‘tek’, yarın aynı memlekette hakikati savurup yele veren bir ‘çok’la yer değiştirebilir.” 1946-Çerçeveler
Üstad’ın korktukları o yaşarken de birçok defa başa gelmiştir ve hatta siyasal zemin, bu ihtarların uyardığı hususlar üzerine bir ölü kemik politikasını artık kronikleştirmiştir. İslam’ın fikir meydanındaki yağız atlı süvarisinin açtığı çığırda “olabilir” üzerinden değil “olmuş olan” üzerinden biraz maddelendirerek mevcut seciyeyi analiz etmeye çalışalım:
Daha dün milletin mukaddesatının topyekûn imha etmeye memur “tek”, bugün bu mukaddesatın sinelerdeki mıntıkasını kirleten bir “çok”a dönüştü.
Daha dün Müslümanların tesettüründen bile tiksinen kazurat ağızlı “tek”, bizzat o tesettürün, Kapitalizm’in küresel pazarı elinde Müslümanların bile görmekten utandığı hal ile övünen bir “çok”a kalp etti.
Daha dün kirli emellerini Anadolu insanına zerk etmek ve gayri ahlaki ne kadar unsur varsa toplumda yerleşmesi için ‘Milli İrfan’ı tasallut etmeye gayret eden “tek”, bugün üniversiteler eliyle fuhuş semtlerinin ihdas edilmesine sebebiyet verip bunu temiz ve masum Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar taşıyan, şuursuz bir “çok”a dönüştü.
Daha dün yazılı ve görsel medyada, radyolarda Allah’tan ve ahlaktan bahsetmeyi yasaklayan ve İslam’ı camilere mahpus kılmayı kutlu hedef bilen “tek”, bugün Allah ve ahlak namına en ufak bir hakikat sayhasını bile tehdit gören ve bizzat idraksiz Müslümanları da bu çığlığa karşı tepkisel bir provokasyona davet eden bir “çok”a sancağı devretti.
Daha dün İslam’a (haşa!) beyni sulanmış hafızların dini diyerek batılın yılmaz savunucusu Batı’nın tahakkümünü, bizzat devletin üç ayaklı sehpalarının yağlı urganlarıyla şebekeleştirmeye çalışsan ceberut ‘tek’, bugün mezkûr tahakkümün gönül huzuruyla kabulü için bir zemin oluşturarak İslam’ı bile (haşa!) gavurun tasdik edeceği formda “güncellemenin” önünü açan bir “çok”a avdet etti.
Daha dün kendisini anlamanın bu meyanda her şeyi anlamak olacağı Ulu Hakan Abdülhamid Han’a, kızıl sultan dememeyi bile suç unsuru telakki edecek kadar veli hünkara köpek dişlerini geçirmeye çalışan “tek”, bugün kendi kısır idrakleri çerçevesinde mafyamatik bir dizi karakteri derekesine düşürmek cinayetini yapan ve hatta kendi süfli köşe kapmaca oyunlarını bu mübarek sultanın yalnızlığına atfen bir meşruiyet kazandırma gayretiyle manasını ve mahiyetini kirletmekten korkmayan bir “çok”a avdet etti.
Maddeler tutup uzatılmaya kalkılsa belki de mecmuaları ve hatta külliyatları dolduracak çapta bir irtikaba şahit olmanın elemini yaşıyoruz.
Öyle bir vaziyet ki kendimizi naçizane yukarıda temas ettiğimiz Abdülhamid Han yalnızlığını bir nebze tadar halde hissediyoruz.
İdrak kısırı Müslümanların, kaba bir heva körlüğü içinde devlete ve millete hükmetmeye çalışan mal değneklerinin, nefsani ihtilaçlarını “vatanperverlik” adı altında legalize eden hödüklerin, Siyonist ve batılı tezgahın kendi emellerine alet ettiği ve fakat bunu “devlet selameti” için gerekli faaliyetler manzumesi olarak adlandıran ehliyetsiz, zırtapoz ve hırt adamların eliyle kaskatı bir yalnızlığa icbar edilen son hakiki Osmanlı Başbuğu’nun bu yalnızlığı; onu ve her şeyi anlamak için mutlak hakikati mehaz kılmaya gayret eden Müslüman Anadolu insanına adeta üleştirilmiştir. Milli mukaddes kıymetlerimiz hususunda dert taşıyan insanların payına düşen bir apolettir bu aslında.
Servet Turgut’un bir yazısında belirttiği gibi;
“Asılan Anadolu,
Basılan Anadolu;
Yaşasın Allah davası!”
Zannedilmesin ki çizilen bu tablo ümitsizliğe sürükleyen heves kırma ifadesi… Hissettiğimiz yalnızlığın hakikat projektörüyle bakıldığında sakıt olduğunu görüyoruz. Zira mealen “Üzülmeyin, Allah bizimle beraberdir!..” ayeti, Abdülhamid Han yalnızlığına ortak olmaya çalışan her fedainin gönlünde serlevha halinde asılı durmaktadır. Allah, mukaddes zatının ve Resülü’nün (aleyhisselatuvesselam) sevenleriyle beraberdir vesselam…