Kahrol Şeni Siyaset! Var Ol Ulvi Fikir!

Yazan: 09 Mayıs 2021 1584

FİKİR VE SİYASET

Günü kurtarma siyasetinin çalkantılı durumuna değil; siyaseti inhisarı altına alıp istikamet ve hareket kuvvesi verecek ve kuvveyi fiile tevcih edecek tamamlanmış fikir manzumesine bağlı olmak gerekir.

Siyaset, “nabza göre şerbet vermek” deyiminin mücessem halidir. Siyaset; tutarsızdır, gündeliktir, menfaatperesttir. Peşinden ideal sahibi kimseler değil, oportünist kafanın teşekküle getirdiği insan yığını sürüklenir. Bir istikamet çizgisine sahip değildir. Çünkü kendini bağladığı mezkûr fikir manzumesinden mahrumdur. Yeri gelip küfrettiren, yeri gelip tebrik ettiren muharref bir yapıya sahiptir. Ulviliğe değil, şenaate meyillidir. Sahte samimiyet, sahte hüzün, sahte sevinç gibi müselsel tasannu hislerle donatılmıştır. Koltuğu kaybetme kaygısı, haysiyeti kaybetmesi kaygısının önünden koşar vaziyet belirtmektedir. Koltuk kumaşlarına halel gelmesindense, haysiyet kumaşına halel gelsin denilir bir halete maliktir. “Vatan, Millet, Sakarya” sözcüklerinden oluşan siyasi arenaya atılım sacayağı, ekseriyetle yerini; “Satan, Zillet, Angarya” sözcüklerinden oluşan kendi menfaatine yatırım sacayağına terk etmektedir. Bilemeyiz, belki de asli hüviyetine dönmektedir. Ulvi fikrin koşturmadığı siyasetin temayülü heyhat ki bundan başka bir şey değildir! Velhasıl, günümüz dünyasının başıboş siyasetinin belirttiği manzara bundan ibarettir. Bataklık mı deseydik? Neyse, ona da okuyucularımız kendi vicdanlarıyla karar versin…

Fikir ise tutarlıdır, istikamete sahiptir. Madde değil, ruhtur. Misal, materyalizm üzerine kurulmuş, ruhu tamamen çöpe atan fikir sistemlerinin bile ruhla bağlantısı vardır. Burada İslam’ın ulvi ruh teriminden bahsetmiyoruz. Anlaşılması açısından bu mefhumu kullanıyoruz. Yani materyalistler her şeyi maddeden ibaret gösterme girişiminde bulunsalar da o görüşün teşekküle gelme aşamasındaki düşünceler, mukayeseler, muhasebeler ruhi mücerretliğe istinat etmektedir. Ruhla mündemiç mefhumlardır. Daha başın başında çöken bir sistem, anlayana bu bir vakıadır. Konumuzu dağıtmamak adına bu bahsi çok uzatmamak lazım gelir. Velhasıl fikir, kabuk değil, muhtevadır. Hareket kavramı ile mündemiçtir. Fikrin olduğu yerde hareket vardır. Tavsamaya karşıdır. İnsana bir dünya görüşü verir. İnsana bakış açısı kazandırır. En batıla bulanmış bir fikir bile gündelik siyasetten evladır. En azından bir hedefe sahiptir. İnandığı fikir, batılın pislettiği hezeyanlarla dolu da olsa, sonuçta inanmak eylemine haizdir. Abdulhakim Arvasi Hazretlerinin ifadeleri: “İnan da odun parçasına inan!” İnandığı tek şey inanmamak olan, inanmış gibi yapan, orta yolculuk ve nemelazımcılığı sloganı haline getiren, gündelik siyasetin kuluçkasında yatan dalkavuk tiplemeler bir batıla inanandan daha beter bir vaziyet belirtirler. Üstadımız Necip Fazıl’ın deyimiyle: “Biz, bâtıla inananlardan ziyade, hiçbir şeye inanmayanlardan tiksiniriz. Zira bâtıla inandığı halde mücerret inanma cevherini kaybetmeyen delâletteki adam, bir gün aynı cevheri hakka çevirecek olursa ondan halis bir mümin doğabilir. Ama hiçbir şeye inanmayan ve boyuna inkâr etmekten başka işi olmayan gübre insandan, çıksa çıksa tezek çıkar.”

Gayemiz fikrimizin nazarıyla fikir ve siyaset farkını izah… Soralım: Müslüman için fikir ve siyaset nedir?

MÜSLÜMAN İÇİN FİKİR VE SİYASET

Biz Müslümanlar için fikir sistemi ancak İslam’a tavizsiz bağlılık nispetinde geçerlilik taşır. Biliriz ki, ebedi yeni olan İslam’la ilinti kurmayan her iş, her oluş, her hareket pörsümeye mahkûmdur. İslam’ın renk vermediği insan topluluğu, adı insan topluluğu olsa da aslında ceset topluluğudur. Cemiyette insan hâsıla gelmez, aksine cemiyette bedenen insana, ruhen hayvana benzeyen hilkat garibeleri hâsıla gelir. Çünkü inanırız ki, Mutlak Fikre rabıtalı olmayan bir fikir sistemi, cemiyeti nurani aydınlığa kavuşturamaz; aksine cemiyeti zulmet karanlığına boğar. Mutlak Fikirle rabıtası ne kadar kuvvetli ve güçlü kurulmuşsa fikir de o nispette muhkemlik belirtir. Allah’a (c.c), Allah’ın Sevgilisi Resulullah’a (sav), hülasa Mutlak Fikrin gölgesine sığınarak ortaya çıkmamış bir sistem günümüzde de belli olduğu üzere insanı yaşatmaya değil, öldürmeye mihraklıdır. Müslüman için fikir, yaşanmaya değer hayatı inşa edecek münşilik vasfı belirten ulviliğe sahip olmalıdır ve Müslümanlar da bu münşi fikrin altında saf saf birleşmelidir. O fikir ki müminlerin gönül gözeneklerine dolmalı ve nar-ı beyza gibi cemiyeti yakmalıdır. Müminler, o fikre meftun olmalıdır. Bizce, o fikre sahibiz ama birleşmeden uzağız, en beteri de bu. Sahipken, sahipsizlik tavrı takınmak… Müslümanların idraklerine vurulan baltalar, Müslümanları gözünün önündekini göremeyecek kadar köreltmiştir. Göz kapaklarının tam önünü batılın kirli eli kaplamış. O kirli el itilse arkadaki nurlu ellerin görülmesi kaçınılmaz olacaktır. Heyhat ki o kirli eller itileceğine, o kirli ellerin gözleri daha da bir kavraması için uğraşılmaktadır. Sahip olduğumuz fikrin bahsi ilerde, devam…

m.m.1

Müslüman için siyaset de başın başında kaydettiğimiz üzere kırbaçları, Mutlak Fikre bütünüyle nispetli tamamlanmış ulvi fikir manzumesinin elinde olarak istikamet tayin edilen bir attır. Ulvi fikrin emrinde kamçılanarak yaşanmaya değer hayat için ufukların ardına koşturur. O koştukça yaşamaya değmez hayat, yaşanmaya değer hayata tebdil olur. Madde ruha tabidir düsturunca siyaset fikre tabi bir vaziyettedir. Siyaset, ulvi fikrin cemiyette tecessüme gelmesi için bir araç durumundadır. Ulvi fikrin hâkim olduğu toplumda siyaset, günümüzdeki sefil siyaset gibi amaç durumuna gelmekten, düşünde umacı görmüş çocuk gibi kaçınan, korkan ve temkinli davranan bir vaziyet belirtir. Müminler siyasete meftun değil, ulvi fikre meftundur. Ulvi fikrin emrindeki siyasette her tür tasannuya ret, samimiyete evet tavrı takınılır. Torpil sadece bakkallarda çocukların oynaması için satılır konumdadır, onun yerine liyakat geçirilir. Liyakat, layık olduğu yerdedir, ağızlarda değil. Koltuk kaygısı güdülmez, aksine koltuğa oturmamak için kaçılır bir ortam mevcuttur. Onun yerine de çok daha iyisi geçirilir: Haysiyet kaygısı. Gündelikten, köpek görmüş kedi gibi kaçılır. Çünkü ideallerin idealini güder. İdeali, iki artı iki işleminin sonucundan daha nettir. Ve ideali; “Bütün insanlığı İslam’a erdirmek ve sonsuz kurtuluşla müşerref etmektir!” Burada Üstadımızın İslam cemiyetinde siyasetin mutlak hedefini belirttiği yazısını aynen aktaralım:

İslam’ın sayısız dallara ayrılan siyaseti tek gövdede birleşir: Bütün insanlığın İslam’a teslim olmasını sağlayıcı usül… Teslim olmakta selamete çıkmak, selamete çıkmakta İslam’a ermek, İslam’a ermekte sonsuz kurtuluşu bulmak vardır; ve İslam siyasetinin baş hedefi, İslam ülkelerinin içinde ve dışında, insanlığı bu saadete erdirmektir.”

Üstadımızın sözleriyle bu bahsi de bitirelim. Müslüman için ulvi fikrin gerekliliğinden bahsettik. Soru şu:

“Böyle bir fikir sistemi var mı?” Biz buna hiç düşünmeden cevap veririz:

“Var, Büyük Doğu!”

ULVİ FİKİR “BÜYÜK DOĞU”NUN DOĞUŞU

Mutlak fikre tam bağlılık gösteren bir fikir sisteminden asırlarca mahrum kalındı. Mahrum kalındığı için de Osmanlı Devleti yıkılmaya mahkûm oldu. Servet Turgut’un ifadelendirdiği hakikat:

“Fikirsiz hiçbir şey olmaz! Ne tarikat, ne tasavvuf, ne aşk, ne iman!” Fikrin olmadığı yerde hiçbir şey tam değil. Fikirsiz ne devlet, ne millet, ne siyaset! Hepsine nizam getiren, fikir... Hepsinin gevşeklik belirtmesi de ancak fikirden mahrumluğun tezahürü... Fikirden mahrumluk da tabii olarak mahmurluk hali.

Yükseltici aşk döneminden sonra devletin sütunları çatırdamaya başladı. Batı’ya, atının üzengisini öptüren Osmanlı Devleti; Tanzimat’la peyderpey başlayan batılılaşma çığırıyla, Batı’nın tekniğini, ilmini, mimarisini, hendesesini, mühendisliğini, silahını velhasıl her şeyini tanışma-taşıma devrine geldi. Amiyane tabirle, sevgilisinden başka bir varlığın olduğunu dahi düşünemeyen, onsuz bir hayatı düşünmekten dahi imtina eden fenafi-kız olmuş bir liseli ergen gibi Batıyla flörtleşti. Batı’nın madde planındaki ileriliğini, kendi ulvi ruhuyla yoğurup ortaya özgün bir şey çıkarmaktan yoksundu. Uzun zamandan sonra, Osmanlı Devleti 19. asırda Ahmet Cevdet Paşa’nın Mecelle ile yardıma koşmasıyla biraz nefes almıştı. Lakin Mecelle yalnızca hukuki alana sesleniyordu. O yüzden devlette nefes darlığı illeti tekrardan baş gösterdi. Nefes daralınca nasıl insan bilinçsizce çırpınıp durursa devlet de bilinçsizce çırpınıp durdu. Çırpınışlar onu hayatta tutamadı. Mukadder oluşlar halinde kaçınılmaz sona sürüklendi ve yıkıldı.

Cumhuriyet ile tam dinsizlik çığırı açıldı. Tanzimat’la yuvarlanmaya başlayan kartopu Cumhuriyetle nihai büyüklüğüne erişti. Vatan sathında yuvarlanan kartopu kütlesi Müslüman Anadolu halkını, Müslüman olduğu için ezip geçiyordu. Müslüman Anadolu ne yapacağını bilemez vaziyette, elleri başlarına zorla geçirilmiş FÖTR şapkalarında dolanarak, hem bu başlarına geçirdikleri kara şapkanın kepazeliğini hem de acınası halini kara kara düşünüyordu. Kara düşüncelerinin beyazlara tebdil edilmesini her şeyden daha çok istiyordu. Bununla beraber başlarına geçirdikleri kara şapkaları da elleriyle fosseptik çukuruna atıp, yine elleriyle başlarına yıllarca taktıkları beyaz sarığı geçirmek istedikleri de yüzlerindeki mahzunluktan okunuyordu. Heyhat ki, şapka takmayanları dedektif gibi takip eden, yakaladığı yerde şapkasız başa urgan atıp ve ondan sonra darağacına bağlayan bir sistemde bunlar artık ütopya olmuş hissi uyandırıyordu. Çünkü Jakobenlerin kurduğu sistem buldozer gibi değerlerin üstünden geçiyordu. Geride hiçbir şey bırakmıyordu. Anadolulum, “Neyin kiniydi bu? Neyin öfkesiydi bu? Bizim insanımız değil mi bunlar?” nev’inden sorular sormaktan kendini kurtaramıyordu. Ve sonra cevap veriyordu kendi kendine: “Demek ki bizi birbirimize bağlayan ırk, soy-sop, beyazlık-siyahlık mafsalları değil; bizi birbirimize bağlayan İslami ve imani mafsallarmış…” Ne de güzel diyordu irfanla yoğrulmuş can Anadolum… Zaten bunu biliyordu. Ama tekrar ediyordu işte… Ve söyleniyordu kendi kendine… Kurtuluş Savaşı’nda şehit düşseydik keşke diyordu. Çünkü mukaddesatını, düşmanla cenge girdiği harpten galip ayrılarak kurtarmıştı ama mukaddesatını bizden sandıklarından kurtaramamıştı. Anadolumun kalbine giran gelen buydu… Ah Anadolulum ah, ne çektiyse bizden sandığı ruhu satılmışlardan çekti! Öylesine şiddetli çaresizlik ve öylesine şiddetli umutsuzluk mevcuttu. Bu yüzdendir ki ezanı asli hüviyetine iade etmekten başka bir icraatı bulunmayan Adnan Menderes’i adeta Fatih’leştirmişti. Anadolulum ne yapsın? Sistemin kavurucu güneşi vatan sathını çölleştirirken Anadolulumun çölde serap görmesi kaçınılmazdı. Serap gördüğünü anlayınca o öğrenilmiş çaresizlik hislerine tekrardan düçar oluyordu. Seraplar görmekten usanmıştı… Çöle vaha gerekti…

Sahi, İslam’ın çınarlarıyla dolu Anadolu coğrafyasını, Batı’nın Noel ağaçlarıyla dolu “Batıdolu” coğrafyasına evirenlerin sisteminde, çölde vaha olur muydu? Bunlar, vahaları bile kurutmamış mıdır? diyerek çaresizliğini böyle dile getiriyordu Anadolulu… Ama içinde bir yerde o vahanın geleceğinden de emindi. Anadolulum işte… Türlü mankurtlaşma mekanizmalarına maruz kalmış olmasına rağmen imanını mankurtlaştıramamışlardı. Çünkü o iman, onun ruhunun en derinliklerine işlemişti. Kendini çağdaş zanneden Jakoben kabileler oraya kadar inememişti…

Sistemin kavurucu güneşi vatan sathını çölleştirirken, çöle vaha olacak şahsiyet Üstad Necip Fazıl, metafizik ürpertilerle kıvranıyordu. Abdulhakim Arvasi Hazretleri, deyimi yerindeyse boynuna ipi atmıştı. Bir vapur yolculuğunda içine atılan bir cümlenin tesiriyle, Eyüp’ün sırtlarına tırmanacak ve o tırmanışın nihayetinde Batın Fetihçisi Abdulhakim Arvasi Hazretlerinin bir bakışıyla ruhunu yörüngesine sokacaktı. O sırta tırmanıp ipin sahibini bulmuştu. Ve o anı şiirleştirip şöyle ifade etti: “Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!”

m.m.2

Büyük pınar Abdulhakim Arvasi Hazretleri çöle vaha olacak şahsiyeti, pınarındaki ab-ı hayat suyuyla dolduruyordu. Öyle bir suydu ki, içtikçe bitmiyor ve tükenmiyordu. Abulhakim Arvasi Hazretleri ebedi âleme göçüşünü gerçekleştirmeden evvel en büyük kerametini göstermişti. Beş asırdır fikirden mahrum olan İslam dünyasına türlü çilelerle bir fikir sistemi ibda edecek kafayı İslam’a tahvil etmişti. Bu ne büyük nimetti! Ve bu olayın vuku bulmasından sonra sanki “Ben üzerime düşeni yaptım, sen de üzerine düşeni yap!” diyerek gerçek âleme göçtü.

Çöle, fikriyle vaha olacak şahsiyet işte cemiyetin tam ortasına atılmıştı. Müslümanlar, oluk oluk etrafında toplanıyordu. Onlar da vahaya kavuştuklarını anlıyorlardı. Vahanın yerini kaybetmemek için vahanın bulunduğu yere bir tabela çakılmalıydı ve vaha kendini isimlendirmeliydi. Tabela çakıldı ve vaha isimlendi. İşte o vahanın ismi koyulmuştu: Büyük Doğu. Çöle fikriyle vaha olan şahsiyet Büyük Doğu’yu nasıl tanımlamıştı peki?

Şöyle:

“Öyleyse Büyük Doğu, çizmeli ayaklarla dışımızdaki iklimlere doğru kaba ve nefsani bir yürüyüş olmaktan ziyade, rüzgârdan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ince ve ruhani bir sefer…”

Ve böyle:

“Büyük Doğu, İslamiyetin emir subaylığı… Büyük Doğu, İslam içinde ne yeni bir mezhep ne de yeni bir içtihat kapısı… Sadece Sünnet ve Cemaat Ehli tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslamiyet’e yol açma geçidi ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmi Birinci Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi… Galiba işlerinde en değerli ve pahalısı…”

Asırlardır Sultan Fikirden mahrum olunduğu için, sultanlaştırılan Batı’ya mahkûmluk ve perestişlik belirtilen devrelerde Sultan Fikir tebarüz etmişti. Sultan Fikri üfleyen ruh Abdulhakim Arvasi (k.s) ve Sultan Fikri sistemleştiren kafa Necip Fazıl Kısakürek’ti. Türkiye’deki entelektüellerin Batı’ya yaranmak için yaşadığı, kasıtlı olarak İslam’a sırt döndüğü, Anadolu insanını da zihni ve imani iğfale uğrattığı günlerde kurutucu güneş vasfıyla değil; yaşatıcı güneş vasfıyla cemiyete doğmuştu Üstad Necip Fazıl. İslam’la dolu Anadolu’ya özünü parçalayanları gösterip, özünü muhafaza etmesini haykırıyordu. Ciğerinden kalemine kan çekerek, yılmaz mücadelesiyle tezini sistemleştiriyordu. Ruhi manada ıstırap çeken Anadolu insanı ferahladığını hissediyordu ve hayatından İslam’ı çekip alan naylondan kahramanlara buğz tavrı geliştiriyordu. Anadolu insanı cesareti ve şecaati özlemişti. Hem bu duygular Anadolu’nun öz malıydı hem de bu vatanın asıl sahibi onlar değil miydi? Böyle düşünüyordu Anadolu insanı. Çünkü Büyük Doğu mütefekkiri konferanslarıyla, kitaplarıyla, dergileriyle bunu telmih ettiriyordu.

m.m.3

Çöle vaha olan şahsiyet, Müslümanlar derin bir gaflet uykusundayken, Müslümanları yüzlerine kovalarla su dökerek uyandırmıştı. “Kalkın! Yangın var!” demişti. Batılın pisleyerek harladığı yangını söndürmek için; nurun doldurduğu Büyük Doğu suyunu gösteriyordu. O ne güzel suydu… En çetin alevleri bile bir kova suyuyla söndürüyordu. Anadolu’nun derin ve içli müminleri sanki şöyle haykırıyordu: “Haydi! Büyük Doğu’nun suyuyla yıkanın ve batılın üzerine atılın!’”

İşte Büyük Doğu’nun doğuşu…

BÜYÜK DOĞUNUN İŞLEVİ

Büyük Doğu, Tanzimat döneminden itibaren peyderpey ve Cumhuriyet sonrasında der-akap bir biçimde baltalanmaya başlayan ruhları ve bıçaklanan idrakleri ihya edecek fikir sistemidir. Kavruk nesilleri ve paralize edilmiş milleti manevi olarak ameliyat edecek işleve sahiptir. Beş asır boyunca fikirsizlikten kuraklaşan tarlamıza, ab-ı hayat suyu olarak akmış ve tarlamızı abad etmiştir. Büyük Doğu hakiki manada hayatın İslam’da olduğunu, ondan uzaklaştıkça hayatın boğulduğunu dile getirmiştir. Siyasi, içtimai, mali, iktisadi, umumi, ferdi, ahlaki gibi muhtelif her meselenin çaresinin İslam’da olduğunu haykırmıştır. İslam’ı kültürel bir öge gibi vitrinlerde sergilemek isteyen zihniyete; “İslam kültürel bir öge değildir, her şeyiyle hayatın tam içindedir ve hayatın ta kendisidir!” vaveylasının adıdır. Büyük Doğu, kurtuluşun yalnızca İslam’da olduğunu, onun dışında tutunulan türlü nazariyenin, teorinin, akımın kurtuluş değil, yalnızca kurutuş olduğunu göstermek için çekilmiş çiledir. Anadolu’nun ruhunu fare gibi kemirerek semizlenen ve bizdenmişçesine davranan ama bizden olmayan dönmelere karşı nasıl mücadele edileceğinin diyalektiğini içinde barındıran fikir sistemidir. Büyük Doğu’nun işlevi çok, fakat bizim acizliğimiz fazlasına yetemiyor... Bu başlığımızı bizzat Büyük Doğu mütefekkirinin, Büyük Doğu’nun işlevini tayin ettiği cümlelerle sonlandıralım.

Şahısları putlaştırmak değil; davanın aşkını kuşanmak:

“Bende hal- iç kemal izleri diye bir şey aramayınız! Bu mesele benim iç ve mahrem çilem ve dış dünya ile alakasız bir tarafım… Bende sadece, ruhuna o büyükten düşen nur zerresiyle İslam davasını ideolojik çapta ve eksiksiz bir sentez planında bugünün ve yarının dünyalarına tatbiki ve Doğu-Batı arası mahsup sırlarını çözme ehliyetini arayınız ve Büyük Doğu mektebini bu ölçüye göre kıymetlendiriniz ve başka davranışlarla kıyaslayınız!”

Eşya ve hadiselere hâkim olmak ve ilk olmak imtiyazı:

“Sen bizdesin ve biz sendeyiz. Biz, senin içinden, seni sana anlatmaya ve seni vatanından başlayarak eşya ve hadiselere hâkim kılmaya doğru ilk cereyanın bayraktarı olarak fışkırmışız.”

Kurtuluş reçetesi:

“İslam vecd ve imanının, ana sütünden daha beyaz ve daha temiz çarşafı üzerinde Yirminci Asrın dünyasına ait şifalı ve zehirli ne kadar yemiş varsa hepsini silkeledikten sonra bizden olan her şeyi çekici ve bizden olmayan her şeyi itici bir ana kıyas vahidine sahip, sağ elimizde Allah’ın kul değmemiş biricik Kitabı ve sol elimizde insanoğlunun olanca fikir ve iş kütüphanesi, ani bir şahlanışla, kendimizi bulma!.. Kurtuluşumuzun ve dünya çapında kurtarıcılığımızın reçetesi sadece budur: Ve bu reçetenin temel unsuru İslamiyet’tir. İşte bugünden başlayarak kendimizi çerçevelemeye memur bildiğimiz muhteşem ve açıklığı içinde bir o kadar mahrem hakikat!’’

İslam’ı yenilemeye çalışma gaflet ve hezeyanına düşmek değil; ebedi yeni olan İslam’a tam teslimiyet göstererek anlayışı yenilemek:

“İslam yenilenmez. Anlayışı yenilemek gerekir. Anlayış mı? Nurun aynadaki aksi… Aynayı yenilemek…”

“Güneş yenilenmez. Göz yenilenir. İslam, başı ve sonu olmayan ebedi yeninin ismi… Ona her an biraz daha nüfuz etmektir ki, yenilik… “Bir günü bir gününe eş geçen aldanmıştır.” hadisindeki sonsuz hikmettir ki, yeninin ve yeniliğin sırrını getirmiştir.”

İşte Büyük Doğu’nun mütefekkirinden Büyük Doğu’nun işlevi!

BÜYÜK DOĞU’NUN KIYMETİ BİLİNDİ Mİ?

Her güzel şeyin şaşmaz yazgısı olan yaşarken kıymetinin bilinmeyişi gibi, Büyük Doğu’nun da kıymeti Üstadımız yaşarken bilinmedi. Hatta kendileri için “Siz bana evlatlarımdan daha yakınsınız!” dediği insanlar tarafından davasına “Ütopya!” mührü vuruldu. Bazısı kendi fikir sistemini oluşturma gayreti peşine düştü ve Üstadımızın zaten söylediği şeylerin tekrarını yaptı. Nefis öyle bir şey ki Allah için yapıldığına inanılan şeylerin altından dahi kafasını çıkarıyor ama insan morfin almış hasta gibi bundan bihaber olarak hayatına devam ediyor…

Üstadımız yaşarken de kıymeti bilindi elbet ama bu da tam anlamıyla bir türlü gerçekleşmedi. Üstadımız “Esas meyvesini ileride verecek.” diyerek bizzat kendi ağzından bu davayı geleceğe ısmarlamıştı. Hatta yaşarken etrafında halkalanan zümreyi ise “Çeşmenin ilk akışında akan bulanık su” teşbihiyle ifade ederek son zamanlarında bizzat kendi ağzından kıymet hükmünü vermişti. Zaten Üstad bu öngördüğü meseleyi korkar bir vaziyette ifade etmişti:

“Ben ne CHP’liden, ne komünistten, ne masondan, ne Yahudi’den, ne dönmeden, ne de herhangi bir Allahsız’dan korkarım!.. Bunlar ne yaparlarsa yapsınlar; davayı merkezinden ve ruhundan vuramazlar! Ne yapsalar ancak davayı merkezinden ve ruhundan alevlemiş olurlar. BEN YALNIZ GÖNÜLDAŞLARIMIZIN İDRAKSİZLİĞİNDEN VE DAVAYA LİYAKATSİZLİĞİNDEN KORKARIM.”

m.m.4

Bizde insanlar öldükten sonra kıymeti bilinir. Üstadımızın ve Büyük Doğu’sunun da kıymeti, Üstadımız gerçek hayata göçünce bilindi elbet. Buna kıymet bilmek de denmez aslında. Olanca kıymeti kıytırıkça mahvetmek denir. Hiçbiri tastamam değil, yarım yamalak... Anlık heves çapında kıymet bilişler... Devamı gelmeyen parlamalar… Yahut nefsani sevgi tezahürleri... Hiçbiri de gerçek sevginin yanında bir saman çöpü kadar öneme sahip değil.

Bir de hiç kıymetini bilmese daha iyi olur dedirtenler var. Üstad’a ait olmayan kamyon arkası yazı derekesindeki sözleri paylaşarak “Ne büyük şairmiş be!” gibi hiç kıymet göstermese daha evla dedirten kıymet bilişler... Şairliğini görüp mütefekkirliğini göremeyen romantik kıymet bilişler... Üstad’ın İslam’ın izzetini yere düşürmemek için serdettiği laf sokmalarını ezberleyip, millete söyleyerek nefsini tatmin eden ve bununla övünerek Üstad’a nefsini payelendirdiği için müteşekkir olarak hezeyanca kıymet bilişler...

Kaldırımlar Şairi” diyerek onu yücelttiğini sanan, aslında ona en büyük zulmü ettiğinden bihaber olup son beş asrı içine alarak muhasebe eden mütefekkirliğine gölge düşüren ahmakça kıymet bilişler… “Şairlerin Sultanı” olduğu kadar, hatta o sultanlıktan daha fazla olarak “Mütefekkirlerin Sultanı” olduğunu göremeyişler... Çünkü şiirlerini okuyup “Ah, ne güzel söylemişsin Üstaaad!” demek nefse ne kadar da kolay geliyor. Ama külliyatını okuyup “İslam’ın Devletini kurmanın yolu işte bu! Şiirine değil, şiirinle beraber ulvi fikrine de bağlıyız Üstad!” demek nefse ne kadar da zor geliyor. Bu şekilde nefsani kıymet bilişler de başka bir örneği… Nefsine acı geleni değil, nefsine tatlı geleni benimseyerek kıymet verdiğini sanma yanılsaması.

Üstad’ın ruhunu ne kadar da gadre uğratıcı kıymet bilişler… Olmaması, olmasından daha hayırlı... Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Velhasıl, Üstad’ın ve Büyük Doğu’sunun kıymeti bilinmedi. Muhal farz, Üstad bu şekilde kıymetinin bilindiğini görseydi, bu tiplerin alnını karışlardı, o da ayrı bir mesele…

Anlatmak istediğimiz, bu tiplerin sadakati Üstad’a değil, bu tiplerin sadakati kendi nefislerine! Hiç kıymet bilmemek, böyle bir kıymet bilmekten bin kat daha evladır! Bu tür yandan çarklı bir kıymet vermek, Üstad’ın ruhuna da davasına da ciğerinden kalemine kan çekerek yaşadığı çilesine de eza etmektir! Allah böyle bir kıymet bilişten uzak eylesin!

Kıymet nasıl bilinir? Kıymet nasıl verilir? Sadakat nedir? Sadakat nasıldır? sorularının cevabını içinde barındıran Servet Turgut’un cümlelerini aktarmanın yerinde olacağını umarım:

“Bizim oraların âdetinde sadakat, cesede değil, ruhadır! Bizim oraların âdeti ne güzeldir…” Cesede değil, ruha sadakat tavrı gösterenler ne güzeldirler, ne güzel!

Üstad’ın ruhuna sadakat gösterenler çıktı mı? Üstadın kıymetini hakiki manada idrak edenler oldu mu? Üstadın “Esas meyvesini ileride verecek.” dediği Büyük Doğu esas meyvesini verdi mi? Bu soruların cevabına direkt olarak “Evet!” demekten kaçınıcı bir tavırla, bu soruya şöyle bir cevap vermenin daha uygun olacağını umucu bir tavırla söylüyoruz: “Esas meyvesi olur mu? Allah bilir. Ama esas meyvesi olmaya kuvvetli bir talibi var: Seriyye!

BÜYÜK DOĞU’NUN ESAS MEYVESİ OLMAYA TALİP: SERİYYE!

Bu bahiste biz susacağız. Davayı merkezinden ifadelendiren ve davanın büyük yükünü omuzlayan büyüğümüz Servet Turgut konuşacak. Hep beraber Seriyye’yi, Seriyye’nin kurucu aklından okuyalım…

Seriyye ne için yola çıkmıştır, amacı nedir? Hülasa, SERİYYE nedir?

“Seriyye, bizim için O’na (sav) pazarlıksız uyma tavrıdır. Üç yudumla içilmemiş bir bardak suyu, besmele ile başlamamış bir sofrayı, haksızlığı defetmek için verilmemiş bir kavgayı yetim bilmektir Seriyye! Üç asırlık çöküş tarihimizle beraber ecdadımızın neleri yapmadıklarını, taze nesiller vasfıyla neleri yapmış olmak gerekliliğiyle beraber anlamlandırmak, dilde, işte, fikirde, sanatta, duyuşta, düşünüşte, yaşayışta diriliş ve atılımı arzulamaktır! Seriyye, Erzurum’da yanmayan sobasının başında ısınmaya çalışan mazluma da üniversitelerin tütmeyen fikir ocakları başında fikretmeye çalışan muzdaribe de elinde odun ve fikir meşalesiyle koşmak kaygısının adıdır!’’

m.m.5

Seriyye’nin cehd ve gayreti hangi amaca matuf:

“Böyleyken Büyük Doğu-Seriyye, Büyük Doğu’yu sadece kendine aitmiş gibi bir hasislikle habisleştirmek işinden ürker ve Büyük Doğu’nun, sadece Türkiye’ye de değil, bütün ümmete matuf bir fikir ve fiil çapına malik olduğunu bilir ve olanca gayretini, bu malikliğin kuvveden fiile geçirilmesine hasreder.”

İslam’ı yarım olarak alıp gelenekselleştirmek hezeyanına değil, İslam’ı bütün olarak kabul edip gayelerin gayesini içselleştirmek ulviliğine maliklik:

“Bu dava, Elif-Ba cüzü okutulan çocuklarla başlar ama bu başlangıcın gayesi, koltuk altına canlı horoz ya da ceket yan cebine bahşiş karşılığında cenaze ve düğünlerde Kuran ve Mevlit okumak değil, zülaline Kuran ve ilm-i hal akıtılan çocukların her istikameti gösterici dallarından olgun yemişler sarkıtılması, bu yemişlerle beraber onların ulu ağaçlara evrilmesi ve bu yolla yurdumuzdan başlayarak bütün arzın İslam çınarının patronajı altına alınmasıdır. Bu gayeden kopanların, İslami rükunlar ve müktesebatla bin kat çıksalar, küfür için bir üfürümlük işleri vardır ve üstelik bunlarla, İslami rükün ve müktesebatın da tahriş ve iğdiş olacağı muhakkaktır!”

Seriyye’nin cesur ve ahiret çehreli yiğitlere nidası:

“Artık iş, Büyük Doğu’nun, neye nispeten neyi örgüleştirmek istediğinin gösterilmesi ve içimizin kösteklik eden ambarını, dışımızı tesir ve zapt ederken, bize madde ve ruh azığı temin edici asli vazifesine irca edilmesine kalmıştır. Bir hadisin, manasını “Ölüm korkusu ve dünya sevgisi olarak verdiği “vehen”, aynı hadiste, Müslümanların sayıları çok iken, az sayıda kâfire ezilme sebebi olarak gösterilir. Başımızın değil, manamızın dili konuşsun ve ölümden korkmayan ve dünyayı, dünyalık bir sevgiyle sevmeyen, harbi cesur ve ahiret çehreli hakiki yiğitleri, sadece mutlak hakikat uğrunda mücadele için saflarımıza çağırsın:

                             İşte savaş! Ruh ve nefs! Hak ve batıl

                             Islık çalıp sıvışma, saflarımıza katıl!’’

Büyüğümüz Servet Turgut’un önce yüreğine, sonra yüreğinde durmayıp kalemine, oradan da kitapların satırlarına akan samimiyetiyle Seriyye budur!

SİTEM/UYARI

Üstad’ın Büyük Doğu’sunun kıymeti devlet ve millet planında, heyhat, ıslık çalarak havaya bakılan bir vaziyet belirtmekte... Kıymeti ne zaman bilinir? Bilinmez… Lakin alınan yaralar onulmazlığa gark olmadan kıymetinin bilinmesi elzemdir. Devlet ve millet olarak, eski ihtişamlı mazimize kanatlanmak Büyük Doğu’nun kartallığında gerçekleşecektir. Bunu söyledik, söylüyoruz ve söylemeye devam edeceğiz. Ta ki, ihtişamlı maziyi, ihtişamlı olarak atiye inikâs ettirecek fikrin kıymeti ve Büyük Doğu’nun kartallığı, devlet ve milleti toprak altından çıkarıp, göklerde serfiraz ettirerek ihtişamlı mazinin aydınlığında ihtişamlı atiyi kurana değin. Çabamız da gayretimiz de niyazımız da duamız da hep bu ideale matuf…

Satırlarımızı türlü hissiyattan mülhem şu cümlelerle sonlandırıyoruz:

“Devletçe ve milletçe keşke dememek için haykırıyoruz. Duyan var mı? Gören var mı? Anlayan var mı? Hisseden var mı? Keşke demeden duyun, görün, anlayın ve hissedin. Bu büyük devlet ve milleti özüne döndürmek için tek reçete: BÜYÜK DOĞU!

Ve haykırıyoruz:

“Doğsun Büyük Doğu, bizden doğarak!”

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi