İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Şeytan, insanın en büyük düşmanı… İmani surlarımıza gedikler açabilmek için başvurmadığı yol yok. Surların dışından yapacağı saldırıların muvaffakiyetine nazaran içerden yapacağı saldırılar daha isabetli. O da bunu çok iyi biliyor. Ve tabii, nefsine, heva ve hevesine uyanlar da şeytanın yardımcıları… Bir şey içinden çürüyünce bütününü de çürütür. Bu sebeple de sırat-ı müstakim üzere olan “doğru yolu”, sapık kollara bölmüş, bölünmesine öncülük etmiş. Dişleri sökülmüş aslan misali, etkisiz kılmayı hedeflemiş. Var ama tesiri yok. Var-mış gibi ama yok hükmünde… İçerden çürütmek gayeli bu sapık kollardan biri, Kadıyânilik…
Mirza Gulâm Ahmed’in adına izafetle Mirzâiyye, ortaya çıktığı yere nispetle Kadıyânilik, bu sapık kollardan biri. Gulâm Ahmed, Hindistan’da küçük bir kasaba olan Kadıyân’da 1839’da dünyaya geldi. Babür Şah zamanında İran’dan Hindistan’a göç eden bir ailenin çocuğudur. Ne hikmettir ki İran hep, İslam’ı içinden çürütmek niyetlilerin karargâhı oluyor. Kollarını dünyanın her yerine uzatmış ahtapot misali her taşın altından çıkmayı beceriyor. Bu taşın altından da ne yılanlar, çıyanlar çıkardığına bakalım…
Mirza Gulâm çeşitli ilimler aldıktan sonra memur olmak için girdiği hukuk imtihanında başarılı olamayınca inziva hayatı yaşamaya başlar. Bu süreçte Kur’an, tefsir, hadis alanında ve diğer dinler üzerinde çalışmalar yaparak denemeler kaleme alır. Kendisinin “vahiy” dediği bazı sesler -içine kaçmış şeytanın fısıltıları- duyduğunu ileri sürmesi de bu yıllara rastlar.
Hindularla Hristiyanların Hint Müslümanlarına hücum ettiği bir dönemde Gulâm Ahmed, Hindu ve Hristiyanlara karşı 50 ciltlik bir reddiye yazacağını ilan ederek esere abone olunmasını ister. Berâhîn-i Aḥmediyye adıyla 50 cilt olarak vadettiği Urduca kaleme alınan eserin sadece 5 cildini çıkarır. Bu duruma da saçma bir izahat getirir; 50 ile 5 arasında sadece bir, sıfır farkı olduğundan, verilen sözün de yerine getirildiği ileri sürerek insanların akılları ile dalga geçer. Zaten bir süre sonra İngilizlerin safında olması da bu eserini neden yarıda bıraktığının delili olabilir. İngilizler’in, Hindistan Müslümanlarının sünni bütünlüğünü parçalamak adına körüklediği körüklerden biridir Mirza Gulam… Yarıda bıraktığı bu eserin 3 ve 4. ciltlerinde vahyin kesilmediği, kesilmemesi gerektiği, Resul-ü Ekrem’e tam anlamıyla uyan bir kişinin peygambere verilen zâhirî ve bâtınî bilgilerle donatılacağı gibi konular ile kendisini -nefsini- layık gördüğü konuma yerini hazırlamış olur.
Aynı zamanda Gulâm Ahmed, İngiliz hükümetini överek silâhla cihad fikrine de karşı çıkar. “Cihad, kılıçla savaşmak değil, nefsin terbiye edilmesidir.” diyerek İngiliz yönetimine karşı problem çıkartan, hakkını arayan ve hürriyet talep eden mücadeleci Müslüman yerine pasif, neme lazımcı Müslüman tipi oluşturma gayesi, İngilizler tarafından takdir edilmesinden de bellidir. Ne de olsa aksiyon ruhu alınmış Müslüman, işine gelir. Kendisi gibi boş heybeden atıp tutanların dini tahrif etme icraatlarına itiraz etmeyen Müslüman, itiraz edenden evladır. “Benim dini anlayışıma göre İslam iki kısımdır. Birincisi, Allah’a itaat etmek, diğeri ise güveni sağlayan ve zalimlerin elinden kendi gölgesine sığındıran iktidara itaat etmek ki bu da İngiliz Hükümeti’dir” diyerek de kime kul köle olduğunu saklamamış…
Şeriatın her türlü emrine “benim kalbim temiz” safsatasıyla Allah’ı değil -haşa- sadece kendini kandıran münafık tıynetiler gibi hükümleri saf dışı etme niyetiyle kurban ibadetine de saldırır. “Kurban kesmek hayvan kesmek değil, nefsini dünyanın güzelliklerinden arındırmaktır.” der.
Gulâm Ahmed kendini sürekli bir şeyler ilan etmeye doymayarak 1885’te, “hicrî 14. yüzyılın müceddidi” olduğunu ilân etti. Bunu da kendisine Allah vahiy yoluyla bildirmiş(!), 3 yıl sonra da Allah’ın kendisine taraftarlarından biat almasını ve ayrı bir cemaat oluşturmasını emrettiğini bildirerek kendi icraatlarını vahiy dediği şeylerin arkasına sığınarak meşrulaştırır.
Ona göre Hz. Îsâ çarmıhta ölmeyip öldü sanılarak mezara konduktan sonra kendine gelmiş ve yaralarını merhem-i Îsâ denen bir ilâçla iyileştirip İncil’i yaymak ve kayıp “on İsrâil koyunu”nu aramak üzere Keşmir’e seyahat etmiştir. Keşmir’de 120 yaşlarında ölmüş ve gömülmüştür. Âhir zamanda gelmesi beklenen Mesîh, Îsâ b. Meryem değil yaratılış bakımından ona benzeyen Muhammed ümmetinden bir kimse olacaktır. Tahmin edeceğiniz üzere bu kişi de Mirza Gulam’ın kendisidir. Allah’ın kendisini Hristiyanların ve Müslümanların beklediği “Mesih” ve “Mehdî” olarak gönderdiğini söyler. Zaten bir kere ipin ucunu nefse ve şeytana teslim etti mi çorap söküğü gibi devamı daha hızlı bir şekilde gelir. Mirza Gulam’ın çorabının son ipliği de Mesihlik ile kalmayıp peygamberliğe kadar varır. Taraftarlarından Mevlevî Abdülkerîm, onun için “nebî” ve “resul” sıfatlarını kullanır ve o da bunu reddetmeyip kendisinin “yeni bir kitap getiren kişi” anlamında bir peygamber olmadığını, nübüvvetinin “Allah’ın has ve seçilmiş bir kulu” mânasında değerlendirilmesi gerektiğini, bu noktada nebîliğinin velâyet nuruna sahip bulunması sebebiyle mecazi anlamda zıllî (gölge) ve burûzî (yeniden belirme) biçiminde anlaşılabileceğini, ayrıca Allah tarafından kendisine haberler ilham edilmesi açısından “muhaddes” olduğunu söyler.
Gulâm Ahmed 1904’te Müslüman ve Hristiyanlar için Mehdî ve Mesîh olmasının yanında Hindular için de Vedalar döneminde Tanrı Vişnu’nun iki şahsiyetinden biri ve insanın tanrıyı tanımasının aracı olan Krişna-Avatar olduğunu ilân etti. Tek din İslam iken Hristiyanların ve Hinduların din görünümlü dinimsi öğretilerini de kabul edip “ben de sizdenim” demekle kalmıyor ve kendini onların da kurtarıcısı ve hamisi olarak atıyor.
Kendisini peygamberlikten sonraki mertebe olarak İlah ilan etmesini de beklerdik ama herhalde sökülen iman ipliğinin ilmekleri bitmiş olacak ki ihtiyacı kalmamış… Bu kadar ileri gitmesinden rahatsız olan Müslümanlar, Gulâm Ahmed’in küfrüne dair fetvalar yayınlandılar. O ise bunları kaale almayarak İngiliz hükümetine bağlılığını dile getirip adalet ve iyilik yıldızı olarak gördüğü kraliçenin duacısı olduğunu açıklayan eserler kaleme aldı.
Bir gün Büyük Doğu Yayınları’na içinde Fransızca kitaplar bulunan bir paket geliyor. Kadıyaniliğe ait eserler. İçlerinde Milletlerarası Lahey Adalet Divanı’na başkan seçilmiş ve İngilizlerden ‘sir’ unvanını almış biri de var. Bu duruma Üstadımız;
“Kadıyani Hindlinin hiç şüphesiz İngilizlerin himmetiyle bu kadar nazik bir makama getirilmesindeki mana, Kadıyaniliğin Batı aleminde sırf İslam’ı zayıflatmak gayesiyle nasıl itibar gördüğünü açıkça ortaya koyar ve böylece Kadıyaniliği de izah etmiş olur.”
Diyerek şahit olduğu tek bir vaka ile Kadıyaniliğin kıymet hükmünü belirtmiştir.
Ortaya attıkları safsataları temellendirmek adına Kadıyaniliğin en belirgin görüşü hatm-i nübüvvet inancına aykırı görüşleridir. Yani Efendimizin son peygamber olduğu inancı… Derler ki;
“Son” olmakta bir özellik yoktur. Asıl güzellik “En yüce” olmaktadır. Son peygamber olmak ve peygamberleri sona erdirmek bir yücelik değildir. Esas yücelik peygamberlik vasfını kendi ümmetinde yaratabilmektir. Sona ermiş olan ancak şeriattır. Yani artık İslâm şeriatından başka yeni bir şeriata ve İslâm dininden başka yeni bir dine gerek yoktur.”
Bunu delillendirmek için Ahzap Suresi 40. ayete şöyle meal verirler:
“Muhammed sizler gibi erkeklerin hiçbirinin babası değildir. Ancak o Allah’ın Resulü’dür. Hatta daha da üstündür. Yani o peygamberlerin mührüdür.”
Kadıyaniler, kendi meallerinde bu ayete bir not düşmüşler:
“Bazı ulema “hatemün nebiyyin” kelimelerini “peygamberlerin sonuncusu” olarak tercüme ederler. Aslında “hatem” kelimesi, Arapça “mühür” anlamına gelmektedir. Mühür ancak tasdik etmek için kullanılır. Yani Hz. Resulullah (s.a.v)’ın tasdiki olmadan hiç kimse peygamberlik mertebesine ulaşamaz. Başka bir anlama göre “hatemün nebiyyin”, peygamberlerin iyisi ve en mükemmeli demektir. Bir diğer anlama göre de peygamberlerin süsü ve yüzüğü demektir.”
Peki, bütün bu manalar doğru mudur?
Doğrudur…
Lugat üzerinden gittiğimiz zaman bütün bu manalar doğrudur. Bu manalar üzerinden yapılan tevil mantıklı gibi gözükmektedir. “Bize Kuran yeter!” diyen hadis inkârcıları bu tevili nasıl açıklayacaklardır? Sadece Kuran üzerinden Efendimiz’in “son nebi” olduğunu açıklayabilecek kimse çıkamayacaktır ve önüne gelen tevil adı altında ayetlere kendi diledikleri manayı verebilir/vermektedir. Lakin zırva ile tevili ayırt etmek gerek… İşin içine yorum ve tevil girdiği andan itibaren Kuran-ı Kerim’in bize ne dediği hakkında hiçbir netlik kalmaz. Bizim, Efendimizin “son peygamber” olduğuna delil getirdiğimiz ayetten hareketle, onlar da kendilerince Efendimizin son peygamber olmadığını ortaya koyuyorlar. Mirza Gulam Ahmed bu konuda ikna olmayacaklar için de başka bir zırva daha ortaya atarak; “Ayette son Nebi diyorsa da son Resul demiyor. Nebi gelmeyecek ama Resul gelebilir. Ben de Nebi değil Resulüm” diyor. Gel de şimdi bunlara Nebi olunmadan Resul olunamayacağını anlat!..
Müfessirler, aynı âyetin başında yer alan, “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir” cümlesini, genellikle Yahudiler’de görüldüğünün aksine, nübüvvetinin babadan oğula intikal etmediğine, dolayısıyla yeni bir peygamber beklentisi içinde bulunulmaması gerektiğine bir işaret saymışlardır. Kadıyaniler dünyada fesat ve bozgunculuk olduğu müddetçe peygamberlerin gelmesinin zorunlu ve ümmetin doğru yola iletilmesi için bir ihtiyaç olduğunu söyleseler de Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
"Benimle, benden önceki diğer peygamberlerin misâli, şu adamın misâli gibidir: Adam mükemmel ve güzel bir ev yapmıştır, sadece köşelerinin birinde bir tuğla yeri boş kalmıştır. Halk, evi hayran hayran dolaşmaya başlar ve (o eksikliği görüp); "Bu eksik tuğla konulmayacak mı?" der. İşte ben bu tuğlayım ve ben peygamberlerin sonuncusuyum." (Buharî, Menâkıb, 18)
Yani O’nunla enbiyalar binası tamamlanmış, kâmil şeklini almıştır. O’ndan sonra gelen bütün peygamberlik iddiaları da boştur. Nitekim bu iddiada bulunun ilk kişi tabii ki Mirza Gulam değildi. İslâm dinini Hz. Peygamber’den hakikatiyle öğrenen ashabın nübüvvet iddiasında bulunanlarla savaşması bu hususta tarihî bir delildir. Eğer yeni bir peygamberin zuhuru Kur’an ve Sünnet’e aykırı olmasaydı ashap bu iddiada bulunanlarla mücadele etmez ve onlarla savaşmazdı.
Bir diğer Hadis meali:
“Benim beş ismim vardır; ben Muhammed’im ve Ahmed’im; ben Mâhî’yim: Allah benimle küfrü yok edecektir; ben Hâşir’im: Kıyamet günü insanlar arkamdan gelerek haşrolacaklardır ve ben Âkıb’ım” (Buhârî, Menâḳıb, 17)
Âkıb, kendinden sonra peygamber gelmeyen kimse diye açıklanmaktadır.
Bu delilleri artırmamız mümkün lakin teslim olmak yerine aklını ve nefsini put edinenler için hiçbir kelamın fayda etmeyeceğini biliriz.
İfrat olan bu yaklaşım tabii ki tefritini de doğurmuştur. Bir yanda sahte peygamberler doğuran bir zihniyet var iken bir yanda da -başta Efendimiz olmak üzere- mevcut peygamberleri kıymetsizleştirenler vardır. Modernist olarak nitelendirdiğimiz din tahripçileri, Peygamber ile birlikte dinin temel ilkelerinin getirildiğini, hukuk düzeninin (şeriat) o dönemlerdeki insanların kültürlü olmadığı ve zihnen gelişmediği için oluşturulduğunu iddia ederler. Sanki de o dönemdeki insanlar (mübarek sahabe-i kiram) azgın köpekmiş de -haşa- saldırganlığını önlemek için bazı hükümler icbar edilmek zorunda kalınmış. Ama -güya- artık insanlar bilinçlenmiş, zihnen gelişmiş. (O kadar fazla gelişmiş ki kendi sığ akıllarının kapasitesi haricindekileri saf dışı etmişler!) Hukuk yapacak, yasa üretecek duruma gelmişler. Onun için artık şeriat yasalarına ihtiyaç yokmuş. Çünkü boşlukları insanlar kendi içtihatlarıyla doldurabilirlermiş. -Mış ve -mişleri uzatmak mümkün... Kendilerini İmam-ı Azam Hazretleri ile meslektaş zannedenlere birilerinin hadlerini hatırlatması gerekir...
Her hakikate sahtesinin musallat olması gerçeği bize bu sahtelikleri izhar ettirmeyi gerektirir. Sahtelerini işaret etmeli ki hakikat, tozlarından sıyrılarak kendini göstersin. Hakkın olduğu yerde batıla zail olmak düşer…