Hadlere Riayet

Yazan: 17 Temmuz 2020 2070

Allah, her birimize akıl vermiş ve bu aklı kullanmamızı emretmiş… Gerçek Müslümanlığın bu hususta bir ihtilafı yok… Ancak bu aklı, bizlere bir nimet olarak veren Rabb’imiz, aynı zamanda onu hangi sınırlar içerisinde kullanmamız gerektiğini de çerçevelendirmiştir. İhtilaf, bu çerçevenin hudut tayininde… Aklı, çerçevesinden değil de, haddinden aşıran ve bütün ve hakiki resmi zedeleyenler, ihtilafın da başaktörleri…

Gerçek ve derin Müslümanlık için, İslam’da akıl hakimiyeti yoktur, aklın teslimiyeti vardır. Üstadımız Necip Fazıl’ın ölçülendirdiği hakikat:

“Hududunu tanıyan, tükeniş sınırlarını gören akıl, dince en mübarek vasıta… Ve kendi kendisini yenmeye, çürüğe çıkartmaya memur köle alet…”

Peki, bu hudutlara neler örnek verilebilir?

Mesela kader bahsi ve bazı müteşâbih ayetlerin yorumlanması mevzuları… Bunlar sadece iki misal, yoksa Allah’ın dini içerisinde elbette hiçbir konuda haddi aşmamak lazım… Lakin bu iki misal, tarih boyunca ilgi çekicilikleri hasebiyle farklı bir hususiyet de belirtmektedirler.

Evvela kader bahsi, niteliği itibarıyla da giriftliği aşikâr olan bir husus... Birçok batıl mezhebi, batıl yapan düşüncelerinin başında, imanın altı şartından olan kader meselesini yanlış yorumlayarak, ifrat ve tefrite düşmeleri sebebi yatmaktadır.

Kimi kaderi büsbütün yok saymış, iman dairesinin dışına atmış ve kula mutlak bir irade atfetmek adına, Allah’ın kudretini devre dışı bırakarak aciz olan nefsini kaderi tayin etmede başköşeye oturtmuştur.

Kimi de, kendi iradesini yok sayarak yaptığı bütün şeytanlıkların faturasını -haşa- Allah’a kesmeye kalkmıştır…

Her meselede olduğu gibi itidal olanı tercih eden, yine Ehl-i Sünnet’tir. Bu konuda “Küllî irade” ve “Cüz-i irade” ayrımlarını yaparak haddin aşılmaması için sınırlar çizmiştir. Bu sınırlar belli olduğu halde yine de, kaderi idrak etmek tam anlamı ile mümkün olamayacağından, bu konu hakkında fazla mesai harcamak menedilmiştir.

Bir gün Allah’ın Resulü, Sahabîlerinin mescitte ateşli bir halde bir şeyler konuştuklarını görüyor ve:

-Ne konuşuyorsunuz?

Diye soruyorlar

-Kader meselesini müzakere ediyoruz, ey Allah’ın Resulü!

Diye karşılık alınca da, mübarek çehreleri birden değişerek kıpkırmızı oluyor ve şöyle buyuruyorlar:

-Sizden öncekiler, böyle meselelere daldıkları için helak oldular. Ben bunun için mi gönderildim?

Allah, kader hakkındaki bilgiyi mahlûkattan gizlemiştir. Allah’ın sakladığı ilmin peşine düşmek, onun künhüne vakıf olmaya çalışmak, insanın güç yetiremeyeceği beton bir duvara çarparak geri dönmesi demektir.

Ehl-i Sünnet itikadına göre kaderin aslı, Allah’ın mahlûkatına gizlediği bir sırdır. Bu sırra ne mukarreb (Allah’a mertebe olarak yakın) bir melek, ne de Peygamberler vakıf olabilir. (Allah’ın bildirmesi durumu hariç!) Bu meselede derine dalmak, akıl ve fikir yürütmek; ilahi yardımdan uzak kalmaya yol açan bir sebep, mahrumiyete götüren bir merdiven, azgınlığa götüren bir basamaktır. Kişi de, bu basamaklardan sonra hızlân (Cenâb-ı Hakk’ın itaatsiz kullarını kendi haline terketmesi, yalnız bırakması) ve tuğyana (Hakikatten haberdar olduktan sonra meşrû sınırları aşıp, azmak) düşer.

Üstadımız Necip Fazıl, başeserlerinden olan “Bir Adam Yaratmak” piyesinin ön sözünde, kader karşısında insanın ahvalini, muazzam bir şekilde tarif etmiştir:

“Onca insan kaderi, arşın ta üstünde, bize, onu kendimiz idare ediyormuşuz gibi, uçsuz bir rahatlık ve serbestlik hissi verecek kadar ince bir sanatla idare ediliyor.”

Kuran-ı Kerim’deki ayetler “muhkem” ve “müteşabih” olarak ikiye ayrılır. Muhkem ayetlerin manası açıkça belli iken, müteşabih ayetlerin manası daha geniş olması hasebiyle yoruma açıktır. Derunî ve sırlı manalar içerir. Kader meselesi gibi müteşabih ayetlerin sırrı da, Allah’a aittir.

Ayet meali:

“Sana bu kitabı indiren O’dur. Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te'vil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Hâlbuki onun te'vilini Allah’tan başka kimse bilmez. İlimde uzman olanlar, "Biz buna inandık, hepsi Rabb’imiz katındandır." derler. Üstün akıllılardan başkası da derin düşünmez.” (Ali İmran-7)

Bu durumda müteşabihatın tevilinin peşine düşmenin, kınanan bir tutum olduğu aşikârdır. Muhkem ayetlerin verdiği manayı yıkmak için müteşabih ayetleri kovalayanlar, Kuran-ı Kerim’in de tabiriyle “kalplerinde maraz ve yamukluk olan” fitnecilerdir.

Buna rağmen gene ağzı olan konuşuyor ve Kelam-ı İlahi’ye istedikleri manayı giydiriyorlar. Örneğin:

“Rahman arşa istiva etmiştir.” (Taha-5)

Ayeti, Kelam ilminde çokça tartışmalara yol açmış ve birçok kimsenin ayaklarının kaymasına sebep olmuştur. “İstiva” kavramına “oturmak” anlamını verenlerin başında Selefî olmak iddiasındaki İbn Teymiyye gelir. Ona göre Arş, bizim için tavan gibidir, Allah için koltuk gibidir, yani bizim üstümüzdedir, Allah’ın altındadır. Zamandan ve mekândan münezzeh olan Allah için bu ifadelerin kullanılmasında, tecsime (cisimleştirme) düşme tehlikesinin olduğunu ifade etmeye bilmem gerek var mıdır?

Allah’ın Arşı istiva etmesi İbn Teymiyye’ye göre, Arşın “üzerinde” bulunması anlamında olduğuna göre burada İmam-ı Azam’ın dile getirdiği şu sual akıllara gelmektedir:

-Allahu Teâlâ’nın varlığı ezelî olduğuna göre, Arş’ı yaratmadan önce Allahu Teâlâ nerede idi?

Bu hayati soruya İbn Teymiyye’nin verdiği cevap, Arş’ın da “kadîm” olduğu şeklindedir! Bu ise -haşa- Allah’ın “vacibu’l-vücud” (varlığı zorunlu) sıfatını “Arş” ile paylaştığı manasına gelmektedir ve bu durum bizzat Allah’ın “ilahlık” sıfatını yerle yeksan edici bir hezimettir…

Yunan felsefesinden geçme, kadim illet!

İstiva ve İbn Teymiyye hususu, müteşabih ayetlerde ölçüyü kaçırmanın, itikat zeminine dinamit yerleştirmek olduğunu gösteren misallerden sadece biridir.

Bu hususta Ehli Sünnet’in ölçüsüne örneklik teşkil etmesi adına, İmam Malik’in tarifini verelim:

“İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür. Bundan soru sormak bid’at ve buna iman vaciptir…”

İstivanın keyfiyetini bildirmekten beri durarak, aslında; sorgusuz sualsiz iman etmenin keyfiyetini ortaya koymuştur. Zaten imamlarımız genellikle “istiva”nın ne olduğunu değil de, ne olmadığını ifade etmişlerdir. Çünkü haddi ve hududu aşmanın neticelerinden, her daim Allah’a sığınmışlardır.

Yine Kuran-ı Kerim’de “Hurûf-u Mukattaa” denilen, bazı surelerin başındaki esrarlı harfler de bu sırlardan biridir. Abdülhakim Arvasî Hazretlerinin beyanı ile:

- Sevenle sevilen arasındaki şifreler…

Bunlar ile buna benzer birçok hususu, insanın kalbine yerleştirmesi, çözülmeyecek bir düğüm atar gibi itikat etmesi; ilimde râsih (tereddüte düşmeyecek şekilde bilgisini sağlamlaştıran) mertebesine ulaşmanın bir aşamasıdır. İnsanoğlu nerede bir yasak görse, onu deşmeye programlanmış bir makine gibidir. Allah'ın bizlere “sır idraki” olarak telkin ettiği her husus, adeta insanı cezbetmektedir.

Ve Allah'ın emir ve yasaklarında, bizler adına imtihan olmakla birlikte, koruma kastı da muhakkak bulunmaktadır. Allah’ın kişiyi imtihanı, yasak olandan nefsini beri tutması iken, koruma kastı da, insanın elindekileri yitirmesini engellemektedir. Bu manada insanoğlu, aciz olarak yaratılmış bir mahlûk olduğunun idrakine vararak aklının nakıs kaldığı meseleleri deşmek yerine, Mevla’ya teslim olmalıdır.

Ebubekir Sıddık Efendimizin ölçülendirdiği mana, bu hakikate müstenittir:

- İdrakin aczini idraktir ki, idraktir…

Son söz, meseleyi de toplamak üzere Hayâlî Bey’den olsun:

“Yeridir deyû yerinde yeri terk eyler isen

Gökler seni el üstünde tutar mânend-i semâ”

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi