İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Tarihteki bütün putlar, batıl ve muharref dinler, ideolojiler, şeytan eliyle ruhumuza vurulmuş narkozlardır. Şeytan, Peygamberlerin sadrından emilen, büyütücü ve yüceltici hakikat sütünden etmek ister insanı… Bu icraatını icra ederken de insanlık ağlamasın ve hakikati unutsun derdiyle, nefisler mahşere kadar uyusun, ruhlar cılız kalsın diye ağzımıza verdiği ucuz emzikler, sahte tesellilerdir bunlar…
İster ilkel olsun ister modern, nefsin arzusuyla şeytandan zuhura gelen fikirlerdir hepsi.
Nefsin gözü Allah’ın hükümranlığında...
Put isimleri, inanış biçimleri ve oncu buncu ideoloji tanımlarının hepsi, nefsin ilahlık iştiyakının maskeleri... Ruhumuzu, felç edici şeytani narkozlardır bunlar. Ardında şeytan ve nefis gizlidir, gizlenmiştir. Yüce Allah (c.c) mealen:
“Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü?” (Furkan-43)
Buyuruyorlar.
Görüyoruz Ya Rabbi…
Allah’ın ahkamı yerine, “bence, onca, şunca” koyan ve onu hüküm belleyen herkesin, nefsini yahut işine uyan sözleri söyleyen nefisleri ilah edindiklerini görüyoruz. Onlar görüyorlar mı bilmem, bu zümrenin savaş açtığı ise “o, bu, şu” değil bizzat Allah’tır…
İnsanı aşağıların aşağısına batıran şeytani düstur! Oysa insan için izzet ancak O’nun muradına, rızasına yani hakikate boyun eğmekle mümkün.
Hakikati nefsine rağmen kendinde ve kavminde bünyeleştirmiş her fert ve topluluk, hakiki olmanın şerefi yanında bir de bazı ulvi hasletlere gark olur Allah’ın izniyle. İzzet, heybet, kudret, şecaat gibi maddi pahalarla elde edilmesi muhal olan mukaddes ziynetler takar boynuna. Sermayesi hak olanın tükenmez madenleridir bunlar. Bu ziynetler ki, ferdi ve kavmi azizlik ve azamete taşır her iki cihanda. Tarih, tespitini yaptığımız bu mevzu için binbir misalle dolu. Bu misallerin mihrakı olarak gördüğümüz Asrı Saadet’ten başlayıp günümüze kadar hızlı bir yolculuğa çıkalım ve mevzumuza misal olacak duraklarda duralım.
O’na nispetle remzleşen nice misali, meraklısına havale edelim.
Miladi 6. yüzyılda Arap ve yarımadası… Ulvi birkaç istidat ve ahlak hariç insanlık haysiyeti bakımından topyekûn müflis olan Arap ve yanı başında iki kibir İmparatorluğu; Fars ve Bizans… Devlet fikri ve teşkilat zemini olarak, tarihte başarılılardan sayılacak bu iki millet, Arap’ı, aşağı sınıf ve medeniyetsiz farz etmekte… Kendilerini de içine katıp, medeniyeti; yol yapmak, çatalla yemek yemek, ipek kumaşlara bürünmek sanmasalardı bu bakış bizce daha hakiki bir bakış olurdu. Bizim gördüğümüz ise, ruh ve ahlak planında üç müflis kavim. İkisi, devlet ve vahdetin kuvvetiyle üstün. Arap ise parça parça ve sömürülmeye mahkûm vaziyette. Mevzumuzun vuzuha ermesi için acele vesikasını çektiğimiz Ortadoğu’nun hali özetle bu.
İşte bu vaziyeti ve zahiri dezavantajlarına rağmen, İlahi irade Arap’ın en şerefli ve en pak kolundan bir Peygamber ile hakikatin inkişafını gerçekleştirir.
Parantez içinde kaydedelim. İnsan ve insanlık vahiyle medenileşmiş, hayvani hasletlerden, insani vasıflara Nebiler sayesinde hicret etmiştir. Medeniyet dediğimiz şey zaten Peygamberlerin kırıntılarından başka bir şey değil…
Artık hak gelmiştir, batılın zail ve zelil olacağı hayat serüveni kul için işlemektedir. Bin eza, cefa ve fedakarlığa şahitlik eden nurdan 23 sene… Dünya var olma sebebini ağırlamaktadır ve tarih ise hiç bu kadar önemli olmamıştır, olmayacaktır… O’ndan önce olmuşlar da O’ndan sonra olacaklar da işte o 23 yıla meftun.
Fahri Kâinat Efendimiz'in (s.a.v) mübarek ellerinde yoğrulan iman ve İslam hamuru; icma, kıyas ve fikir oklavasıyla bütün arzı kaplayacak ve kıyamete kadar taptaze kalacaktır.
Üç müflisin en beteri Arap, Efendimiz’in (s.a.v) dünyadan hicretinden kısa bir süre sonra da Fars’ı ve Bizans’ı madden ve manen mağlup edecektir. Arap’ın fütuhatı gerçekleşmiştir. İslam’ın Dünya’ya teşrifiyle zaten insanlık da mutlak fütuhatına gebe…
Arap Yarımadası ve çevresi, İslam’dır, Müslüman Arap’ındır artık. Sonra ardı arkası kesilmeyen fetihler silsilesi. Peygamber sancağını taşımak, ne büyük şeref… Ancak sancağı taşıyacak şerefi ruhundan kovarsan elinden alınır. Arap hakikatin, hakiki davacısı olma iktidarından düştüğü an, ona kuvvetini veren ziynetlerden bir bir mahrum olmuş ve ardına şanlı bir mazi, anına pişmanlık, istikbaline de muamma bırakmıştır.
Ondan sonra sancak, kutlu sancak Türklerde... İlk Müslüman Türk devletlerinden sonra İslam şuuru ve fikriyatını, cevvalliğine katan Türkler yani bizler, İslam’dan hemen önce ezeli düşmanımız Çinlilerin paralı askerliğini yapacak kadar düşkün ve devlet olma kabiliyetlerimizden çoktan olmuş bir serkeşlik içindeydik. Hayatımıza gayelerin gayesi bahşedildikten sonra İmparatorluk şuuruna ermemiz ve bu şuuru toprak üstünde hisarlaştırmamız kısa bir zamanda bize de nasip olmuştur hamdolsun. Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı…
Yüzyılları üç beş kelimeye sığdırma basitliğine düştüğümüzü sanmayın sakın. O mukaddes oluş ve devletleri anlatmaya harf terkipleri yetmez farkındayız. Zaten Malazgirt’i, Miryokefalon’u, Niğbolu’yu, Mohaç’ı, Çanakkale’yi bilmeyen İslam’a tâbi olmanın azametini ve kudretini anlayamayacağı için yazımızın muradını da anlayamaz. Geçelim…
Osmanlı, İslam’ın devlet planında en kâmil örneği. Fazilet ilklerde, kemalat ise sonlardadır. Fazilet her zaman Asrı Saadet’e ve ona yakın olanların da olsa kemalat Osmanlı’da. 600 yılı aşkın bir hakimiyet ve azamet timsali şanlı Osmanlı.
Yetiştiğim bir mütefekkirin mısraları:
“Osman’ı boğan el öpülen else bundan gayrı öpmek hassası olmaz!”
Osman’a ve ondan olanlara, rahmet ve dua…
Osman’ı ve onda olanları boğanlara, lanet ve beddua!
Ve belki ihmal veçhesiyle Osmanlı’nın son iki yüz senesini de içine alacağımız hakikilikten olma devresi Türk için de başlamıştır. İlahi ziynetleri bir bir çıkarma utancı… Azameti gören için büyük bir imtihandır bu. Ben ve çağdaşlarım hep sefilliğe şahit olduğumuzdan, başka imtihanlara düçarız.
Duyduğumuz maziyi istemeyi geçtim, yaşadığımız an ile kıyas etmek bile artık lüks malumunuz bu topraklarda. Bu yoksunluğun adı Kemalizm’dir. Türk’e ne Bizans’ın ne Fars’ın ne Yunan’ın ne Avrupalının yapamadığı, yapmayı hayal dahi edemediği zararı veren ihanet şebekesi… Yani Kemalizm. Sahne artık onundur, hala da onun… Şeytanın şereften yoksun, ateşten ziynetleri; inkılap ve demokratikleşme yaftası ile Türk’ün ruhuna zorla giydirilmiştir. Paslı mahkûm prangalarını andırıcı bu çirkin aksesuarlar, günümüzde moda olduğundan çıkarılamaz, çıkarılması teklif dahi edilemez malumunuz.
İnkılap yaftası ile devirmeye memur devrimlerin artık gerçek yüzü gizlenemese de demokrasi ve demokratikleşme kılıfından nice minare hala camisinden çalınmaktadır.
Demokrasi…
Sahte ve pratiği karşılamayan akademik tanımlarını verme ihtiyacı hissetmeksizin bizce tanımını, Üstadım Necip Fazıl Kısakürek diliyle kaydediyorum:
“…hakikati ‘tek’ te bulmak yerine ‘çok’ ta aramak ve ebediyen kaybetmek sistemi…”
Bu tanımın ışığında ekliyorum:
Hakikate tabi olanların çok olduğu yerlerde, “azı” kurtarmak için “çoğu” harcamak sistemi...
Hakikatin temsilcilerinin azınlık olduğu yerde de çoğunluğun kararına saygı duymak sistemi…
Hasılı şeytan mayalı, insan yapması her türlü ideoloji, taraftarları farkında olsa da olmasa da karşıtlığı Allah’ın (c.c) kelamına olduğundan açık ve yalın bir şekilde hakikat, yani İslam düşmanlığı…
Bu sistem, İslam’ın ahlak olduğu beldelerde, dinen, fikren ve ahlaken azınlık olan gayrı İslami güruhların, çoğunluğu ve hakim fikri fesada bulayıcı tavrına köprü olmak vasfıyla vardır. Şeytanın mutlak ve tek mabudumuz Allah (c.c) yerine geçirmek amacıyla, hakkı, halka tahkir için tüm ustalık ve tecrübesiyle yonttuğu güzide putu, büyük putu, demokrasi...
Yaşadığımız coğrafyada bu puta çağıran, tapmayanı kurban eden, şerrin bu topraklardaki biricik tatbik edicisi ise malumunuz Kemalizm’dir.
Güya Anadolu’yu muasır medeniyetler seviyesine çıkarma derdi olan bu zümre, neredeyse bir asırdır, Anadolu’yu özünden koparmakta, medeniyetsizlik olarak İslam’ı görmesi sebebiyle de İslam’dan uzaklaştırma ameli gütmektedir. Şahsiyetindeki her şerli oluşun biricik sebebini de demokratikleşme olarak tanımlar ve bu icraatlardan Allah rızası için razı olmayanlara da “Büyük Put” böyle istiyor mavalını okumaktadır. Büyük putuna tâbi olmayanları da gerici, mürteci diye yaftalamakta ve onları yok etmeyi de kendine şiar edinmektedir.
Burada bir parantez daha açalım ve bu sahte yaftaları, fikrin mahkemesinde mahkum edelim…
“Zamanı korkutanlar mürteci diyor bana... Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana!”
Zaman… Esrarlı kavram… Fikir ile meşgul olmuş her kafanın sırrını aradığı girift mahluk zaman…
İnsan aklının avlamayı, ele geçirmeyi belki en çok istediği gizemli mefhum...
İnsan aklı için zaten ele geçmeyen avlanmayan her şey cezbedici. Sömüremediği tahlil edemediği her mefhum insanı hayret içinde bırakmıştır tarih boyunca. Ve hep kendine çekmiştir. Mahrem sırlar, açılmaz kilitler insan ruhunun ve idrakinin tükenmez mevzuları. Bilmem zaman kadar çarpıcı başka bir mefhum var mıdır ki insana acizliğini, kulluğunu bildirsin.
Mitolojilerdeki fantastik yaratıkları andıran zaman kavramını yakalama işinde akıl oku her ne kadar kifayetsiz de olsa, onun yakınlarına saplanmanın bile ne büyük avantajlara gebe olduğunu idrak etmiştir. Öyle bir mahluk ki zaman, etine diş geçirilmese de kokusunu almak bile peşinde olan için kudret vesilesi… Sanmayın ki zaman akıl okundan kaçan kuvvetsiz ve kıvrak bir ceylandır! Sanmayın ki, akıl ve onunla iş tutmuş insanlık onu yakalayamıyor diye zamana tahakküm edilmemiştir ve edilemeyecektir!
Zaman bir mahluktur, onu halk edenin emrine amadedir. Mutlak amirin memuru olmadıkça insan zamanı ihata edemez. Hakikatin yayında gerilmedikçe akıl oku zamanı yere seremez. Allah’ın ahkamı yani hakikat... Zamana tahakkümün yegâne sırrıdır.
Ah zaman…
Nazlı gelin…
Sana sahip olmak şanına, yeniden ne zaman erişiriz kim bilir!
“Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?
Bazı geriden gelen, yüz bin devir ilerde!”
Kim geride, kim ilerde, onu bilen bilir… Bu bilgiye milli tecrübemiz de şahittir.
Kemalizm’in bu hokkabazlığını gören ve zamana tahakküm iktidarını ancak hakikate tâbi olmakla elde edilebileceğini bilen onu çokta yahut halkta aramaz.
Zaten şu son asırda Müslüman Türk öyle olaylara şahit olmuştur ki, büyük putun elinden öyle zilletler tatmıştır ki tarihinin hiçbir devresinde böylesini tatmamıştır.
Mazinin şanlı serüvenini hızlıca geçtik ve haktan yana olmanın azamet ve şerefi beraberinde getireceğini naklettik. Bir de size günümüzden bir misal vermek arzusundayım.
Diyarbakır… Sahabeler, alimler, arifler diyarı... Günümüzün kirli politikası ve nesli onu hüviyetinden farklı göstermeye çalışsa da Anadolu’nun güzide prototipi.
Malumunuz iki seneyi aşkın, bir ana davasına şahitlik etmekte. Analar var, evlatları terör örgütü tarafından kandırılmış ve kaçırılmış analar… Davacılar… Ahiretteki hesabı kollarken, bu Dünya’da da bir mahkeme kurulsun, mağduriyetleri giderilsin derdindeler. Hükümet ve onun yayın organları mevzu ile alakadar vaziyete. Ve bu hadiseyi halka tebliğ makamındalar. Dikkat edin, tatbik makamı tebliğ etmeği iş edinmişse zalimlere gün doğdu demektir.
Yer, HDP il binasının önü… Terörle ilişkisinden kimsenin şüphesi olmadığından, dağdan düşeni de dağa çıkanı da sordukları merci HDP… Bunu HDP de dahil kimse yadırgamıyor zaten. Terörizmin siyasi tezahürü olduğunu herkes biliyor.
Bakın burada bir parantez daha açayım demokrasinin cibilliyetini göstermek amacıyla:
Hak nazarında teröristliği tescillenmişlere “Büyük Put” terörist dedirtmez. Neden? Halk nazarında seçilmişlerdir de ondan. Demokrasinin rabbi halktır da ondan!
Anneler ağlıyor evlatlarımızı verin diye. Ve nöbet tutuyorlar sırtlan ini önünde.
Sizden rica ediyorum dikkat buyurun!
Davacı analar, bizim analarımız… Dava edilen sireti terörist, milletin vekili suretli HDP… Yayan ve reklam eden hükümet...
Bir de şunu ekleyeyim. Bu anneler olur da öfkelenirler ve eline aldığı taş ile sırtlan inine zarar vermek arzusuna yenik düşerlerse diye kapıda bekleyen, pardon “bekletilen” aslan da polis… Yani devlet!
Tarih de acaba böyle bir zillet vesikası var mıdır?
İşte demokrasinin bu milleti ne hale getirdiğinin bir ve yeterli örneği. Anadan evladı koparırlar, atasına düşman ederler! Anayı siyasete meze ederler! Ve bu vatanın aslanlarını şehit edenleri korumak için de sırtlan ininin önüne, henüz şehit edemedikleri aslanları dikerler!
Ya Devlet başa! Ya kuzgun leşe!
İşte demokrasi; leş yiyicilerin, sırtlanların, kuzgunların sistemi…
Aslanları mahkûm etmek ve kedi çapına düşürmek isteyenlerin keyfiyetlerimize vurduğu narkoz!
Devi cüceleştirmenin rejimidir!
Bakın! Muradımız şahıs ve parti tenkiti değil, sistem tenkitidir.
Bu topraklarda son ihanetin hesaplaşması verilmedikçe, yani BÜYÜK PUT’un koruyucusu ve ihya edicisi ile ödeşmedikçe, dövüşmedikçe zilletten kurtulmak hayaldir.
Ve yine bakın! Bu dövüşün verilmemesinde tenkitimizin muradı hem şahıstır hem partidir! Aksi halde Müslüman Türk için şeref, maziyi yad ederken hatırlayacağı silik bir duygu olarak kalacak, belki hiç hatırlayamayacak hale gelecektir. Allah nurunu tamamlayacaktır, bunda şüphe yok… Ancak bin yılı aşkındır Türk’e azamet veren Peygamber sancağı, belki başka bir el bulacak ve Hafazanallah, bizi terk edecektir. Osmanlı olmamaya, olamamaya alıştık belki ama Osman’lıktan olmak bizim için ölümden beter bir garabettir.
Bu topraklarda mutlak fikre muhataplığı olan, hemen hemen herkesin üstadı saydığı Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya Nehri özelinde tüm Anadolu’yu fikri kıyama çağırdığı meşhur mısraları ile sözlerimizi noktalayalım…
“Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..”
Allah’ın rahmeti, mağfireti üzerimize olsun…