İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Düşünmek, düşünmek, düşünmek… İslam medeniyeti, düşünmek ve tefekkür etmek temeli üzerine inşa edilmiştir… İlahi ve beşeri bütün keşifler, kalp ve kafa cehdiyle, mevzu bahis hususun üzerinde düşünceyi teksif ederek elde edilmiştir. Demirin, paranın, silahın, icabında atom bombasının bile erişemeyeceği gücü ve yıkamayacağı seddi “düşünmek” melekesi bir başına halledebilir. Nihayetinde bu saydığımız keşifler de bir düşünme faaliyetinin mahsulüdür. Düşünmeyi rafa kaldırdığımızdan beri millet olarak düştükçe düşüyoruz. Bu düşüşün de sonu yok… Kur’an’da Allah’ın “beyhum adal-hayvandan aşağı-” dediği çukura kadar düşebiliriz, hafazanallah… Bir saatlik tefekkürü bin yıllık nafile ibadetten üstün tutan, günü gününe eş geçeni ziyanda sayan Kainatın Fahri’nin(SAV.), değil saatlik, dakikalık dahi olsa tefekkür vatanına uğramamış, her gününün önceki gününü aratıcı bayağılık ve sahteliklerle dolu olduğu ümmetiyiz... Yazık! Şahsımızdan öte, kimlikte O’nun(SAV.) ümmeti olduktan sonra ümmetlik hakkını veremeyen, vermek için de hiçbir gayret sarf etmeyen halimize yazık... Böyle mi olur, böyle mi olmalı O’nun(SAV.) ümmeti? O(SAV.) ki Kainatın Fahri(SAV.), varlık sebebi… O’ndan(SAV.) miras olan mukaddesleri yine O’nun(SAV.) namına dünyaya hakim kılmakla mükellefken, O’nun(SAV.)düşmanlarının kapısında dilenci olan kepazeliklerimizi ne ile açıklayacağız? Acep hangi sular günaha ve pisliğe bulanmış bedenimizi ve ruhumuzu temizler? Acep hangi fikrin buğusu aklımızı başımızdan alır da bizi kendine bağlar? Acep hangi velinin kalbi bizi bile kapsayacak kadar geniştir de bize acıyıp elimizden tutar? Bu halimizden utanıp ümmetçe oturup ağlasak, gözyaşlarımız nehir olup Fıratları ve Dicleleri bastırsa yeridir! Ve bu saydıklarımızdan da acı olarak ümmetin içinde bulunduğu bu halin yine ümmetçe normal bilinmesi… Bu anormalliğin normal bilinmesi için gizli ve açık küfür hizipleri büyük mesailer ve çabalar sarf ediyor. Bu hiziplerin ve gizli mahfillerin çevirdikleri dolapları deşifre edecek topyekün bir fikir hamlesinden ise ümmet mahrum… Ve hapsinden de acı olan tarafı olarak, topyekün bir tefekkür ve hamle trafiğine olan ihtiyacın hissedilememesi… Bu ihtiyacı hissedecek melekemizin iptal olması… Ve bütün bunlardan da acısı, bu ihtiyacı çapınca hisseden zümrelerin kasıtlı-kasıtsız olarak fert ve toplum eliyle yalnızlaştırılması… İnsanımızın topyekün bir kurtuluş fikri ile olan muhataplığında gösterdiği tavırla, yüzüne sigara üflenmiş bir kedinin gösterdiği tavırdan bir farkı var mı bugün için?
Peygamber kelamı olan, “Günü gününe eş geçen ziyandadır!” telkininin hakkını vermenin ön şartı “aşk” ehli olmaktır… Hicri ikinci bin yılın güneş şahsiyeti İmam-ı Rabbani Hazretleri aşk bahsinde, “Aşk, Ebedi Sevgili’den(cc.) gayrı her şeyi yakmaktır!” der… Zaten bir Müslümanın nihai gayesi de Allah’ın emir ve yasaklarında fani olmak, onun rızasından ve muradından başka hiç kimsenin rızasını ve muradını gündemine almamak değil midir? Müslümana, inandıktan sonra kılkuyrukların kaygılarını dikkate almak değil, gereğini yapmak düşer! Bu gerek, o zaman ve mekanda İslam’ın ve İslam’a dair olan şeylerin menfaatine uygun olan ne ise onunla meşgul olmaktır… Bu hususu tasavvuf ehli,” Sofi, vaktin çocuğudur.” diyerek gayet nefis bir şekilde vecizelendirmiştir. Yani, içinde bulunduğu zaman diliminde ne ile meşgul olunması gerekiyorsa onunla meşgul olmaktır… Namaz vaktiyse namazı eda, zikir vaktiyse zikir çekmek, cihad vaktiyse cihada iştirak, tefekkür vaktiyse idrarını kan yaparcasına tefekküre bürünme hali… Malayani, rehavet, yılgınlık, bitkinlik, aşksızlık ve gafillik gibi menfi hasletlerden hiçbirisi Müslümanın kafa ve kalp gümrüğünden geçemez! Ayrıca, fedakarlık, çalışma ve eser verme gibi vasıfların katili olan “bahane” mefhumuna da Müslümanın lügatinde yer yoktur! Geçerli olmayan, sudan sebeplere dayanan bahanelerle İslami mücadeleyi ihmal etmek, ona ihanet etmekle eş değerdir dava adamının gözünde... Bundan sonra varın siz hesap edin, İslam’a muhatap olmuş ve onu her anın ve asrın yegane maliki görmüş bir ferdin içine girmesi gereken çalışma atmosferini… Dev bir cüsseye sahip olmayı kafaya koyanın, karınca azmine bürünmesi lazım...
Allah, bu millete yeniden ve ebeden İslam’ı temsil hakkını verir inşallah… Bizlere de bu ulvi vazifenin temelini atmayı nasip etsin… Allah, himmetini yüksek tutan kullarını sever… Bir ayette mealen, “Siz Allah’ın dinine yardım ederseniz o da size yardım eder ve ayaklarınızı yere sağlam bastırır.” buyurur Rabbimiz… Yeter ki bu çileye talip olalım ve taliplik liyakatinin asgari şartlarını yerine getirelim… Bunun için de canımızı dişimize takarak canla başla çalışalım, gecemizi gündüzümüze katarak her sahada eser vermeye gayret edelim… Öyle kuru kuruya İslam davası edebiyatı yapmakla İslam aleminin içinde bulunduğu krizlerden felaha çıkılmaz. Nimeti murad edenin, en baştan çileye razı olması lazım… Temelinde çile olmayan hiçbir nimet yoktur! Bu çileyi yudumlamanın yegane şartı da aşktır... Aşk olmadan hiçbir müsbet oluşa hayat hakkı yoktur! Hayatta kalmak için bütün canlıların oksijene muhtaç olması gibi İslam davası fikrine sahip her ferdin de bu fikri her sahada sistemleştirebilmesi için “aşk”a sahip olması lazım… En basit, suni işlerin bile canı gönülden, bilerek ve isteyerek, yani aşkla yapılması ile o işin zoraki, baştan savma, günübirlik suni tedbirlerle yapılması arasındaki dağlar kadar fark, herkesin malumu… Ah anlayabilsek… Anladığımız gün, kurtulduğumuz gündür…
Bir şefin emrinde olarak bütün aletlerinin ahenk içerisinde çaldığı bir orkestranın ortaya çıkaracağı eserin makbullüğü gibi tıpkı yine mutlak fikrin emrinde olarak bütün müesseselerinin birbiri ile ahenkli icrasından doğacak olan bir devletin gerek içeride gerekse dışarıda yürüteceği icraatlar da makbuldür… Bin tane başı boş ve nizamsız bir aslan yığınındansa yüz tane kedinin kendilerini bir fikre ve nizama amade kılmalarının daha efdal olduğunun inkarı ne mümkün… Her şeyden önce böyle bir devlet fikir devletidir ve böyle bir devletin bünyeleri arasında farklı telden çalıcı bir ucubelik peyda olmaz… Bir fikri nispet alıp kendisini o fikre göre çekip çevirmeyen devletleri seçim yoluyla bugün bir sosyal demokrat, yarın komünist, diğer gün ateist, daha başka bir gün de budist bir topluluğun yönetmesinin önünde bir mani yok demektir… Devlet mücerret bir kadın gibidir… Az önce saydığımız gibi yedi kocalı hürmüz olmaya müsait bir devlet anlayışı ile bugün inşa edilen bir müessesenin yarın diğer kocası tarafından yıkılmamasının bir garantisi yoktur… Buna engel olacak fikrî bir mekanizması yok çünkü… Bu bahsettiğimiz fikir devletinin Hristiyan toplumlarda bir karşılığı olmayabilir… Hristiyanlığın kendisini referans aldığı günümüz incili böyle bir devlet anlayışını mecbur kılacak bir mutlak fikir bestesinden mahrum çünkü… Hatta böyle bir devlet fikrine de en baştan karşıdır… İncil yazarı Pavlus, Hazreti İsa’nın çarmığa gerilmesi hadisesini “Yasaları ve şeriatı ortadan kaldırmak için kendisini feda etti.” diye İncil’e ekler. Ve akabinde bütün yasalara lanet eder… İsa’nın hakkı İsa’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a… İslam’ın, hayatın her alanında söz sahibi olan ve kendisine zerre kadar olsa bile kota konulduğu takdirde orada “İslam yok!” demeyi mecbur kılan bir bütünlük ve sistem dini olduğunu göz önünde bulundurun ve “İsa’nın hakkı İsa’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” sözünün sahibinin aslında Pavlus değil de Pavlus’un ağzından konuşan şeytan olduğunu anlamaya çalışın… Ve İslam aleminin son bir asırdır türlü sebeplerle karakter ve şahsiyet kaybına uğramışlığını bu bağlamda düşünün… İçinde horozun bulunduğu bir kümes, içerisinde bir sultanın bulunmadığı ve harem ağalarının insafına terk edilmiş bir saraydan daha makbul değil mi sizce?