İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Cemaleddin Afgani 1838 yılında Şii bir ailenin çocuğu olarak İran’ın Hemedan şehrine bağlı Esedabad beldesinin Seydan Köyü’nde doğmuştur. Cemaleddin Afgani, isminin yanında doğduğu yer olan Esedabad’ı değil de sünni bir coğrafya olan ve bir müddet de bulunduğu Afganistan’ı kullanmıştır. Şüphesiz ki bunun sebebi, faaliyet sahasının genellikle Osmanlı toprakları, yani sünni bölgeler olduğundan ve kendisinin de bu topraklarda rahat faaliyet yürütebilmek için Şiiliğini gizlemesi gerektiğinden ötürüdür. Doğum yerinin Afganistan ve ailesinin de Afganlı sünni bir aile olduğunu iddia edenler varsa da bunun aslı yoktur. Yine bu iddialar da Afgani’yi sünni coğrafyalarda meşru göstermek için başvurulan yollardandır. Afgani’nin Meryem Begüm ve Tayyibe Begüm isimli iki tane de kız kardeşi vardır. Bu kız kardeşlerinden birisinin oğlu olan Lütfullah Esedabadi isimli yeğeni de dayısı hakkında “İranşehr” isimli dergiye yazdığı makalede dayısının İran’ın Hemedan şehrine bağlı Esedabad beldesinin Seydan Köyü’nde dünyaya geldiğini ayrıntılı bir şekilde yazmıştır.
Ahmed Han Melik Sasani, Afgani lakabının Cemaleddin Afgani’ye Abdülhamid Han tarafından verildiğini iddia etse de bu iddia bizce doğru değildir. O zamanki İran’ın, Cemaleddin Afgani’yi Nasireddin Şah’ın katlinden sorumlu tutması, katilin de maktulün de İran’lı olduğu için İstanbul’da bulunan Afgani’yi kendilerine teslim etmelerini istemesi üzerine Abdülhamid Han da, Cemaleddin Afgani’nin Afganistan’lı olduğunu iddia ederek onu İran’a vermemiştir. Abdülhamid bu cevabı vermeden önce de uzun bir süredir mezkur şahıs zaten Afgani lakabıyla anılıyordu. Abdülhamid’in bu cevabı Afgani’yi İran’a vermeyip kendi gözetimi altında tutmak için başvurduğu politik bir manevradır. Buradan Cemaleddin Afgani’nin Afganistanlı olduğu anlamı çıkarılamaz.
Cemaleddin Afgani’nin “Afganistan Tarihi” ve “Maddeciliğe Reddiye” isimli iki eseri vardır. Kendisi, hayatının en verimli anlarının, 7-8 yıl gibi uzun bir süre kaldığı Mısır’da geçtiğini belirtmektedir. Burada Muhammed Abduh ile tanışmıştır. Muhammed Abduh, Afgani’nin en gözde talebesi ve bağlısıdır. Afgani, inkarı mümkün olmayan bir gerçeklik olarak ıslahatçıydı. Dinde ıslah hususunda düşüncelerinin nerelere kadar gittiğini belirtmeden önce dinde ıslahatçı ve modernist grubun düşünce dünyasını biraz resmetmeye çalışalım…
İsmi reformist, modernist, aydınlanmacı veya her ne olursa olsun, bu iddia sahiplerinin gerek iyi niyetle gerekse kasıtlı olarak asıl yapmaya çalıştıkları şey, İslam’ın tedai ettirdiği meselelerin yeniden anlaşılması için çaba sarf etmek değil, nihayetinde İslam’ı temelsiz ve dayanaksız bırakıp yıpratılmasını ve yıkılmasını kolaylaştırmaktır. Gerek bilinçli gerekse bilinçsiz olarak… 14 asırlık İslam tarihi boyunca şahit olunan bütün dinde ıslahatçı anlayışların ortaya çıkardıkları şey, müstakil bir din ya da din anlayışı olmuştur. Şia, Mutezile, Cehmiyye, Kaderiyye, Vahhabilik, vs.. İsmi ve niyeti ne olursa olsun, İslam’ı gerçek manada anlamanın olmazsa olmazı olan Kuran ve sünnetten ayrılıp kendilerine müstakil bir yol belirleyenlerin yolu, hakikat gözünde hep uçuruma çıkar. Nitekim öyle de olmuştur. Kuran ve sünnetten süzülerek örgüleştirilmiş olan ve İslam aleminin ekseriyetinin mensubu olduğu Ehl-i Sünnet anlayışı dışındaki bütün fırka ve mezhepler, reform hususunda yaptıkları tahfif ve tahribat sebebiyle İslam’a hiçbir şey katmadıkları gibi, ondan pek çok şey alıp götürmüşlerdir. Mezkur şahıs Cemaleddin Afgani de farklı bir şey yapmamış, 19. asrın sonlarında İslam aleminin içerisinde bulunduğu her türlü sıkıntının sebebinin, dinin gerçek manada anlaşılamaması olduğunu iddia ederek kollarını sıvamış ve şu söylemle işe başlamıştır:
“İslam’ı anlamada yegane kaynak Kuran’dır. Kuran’ı bugün için doğru bir şekilde anlamanın metodu da modern bilimi rehber kabul etmektir.”
Bu sözler bugün için ne kadar da tanıdık geliyor değil mi? Son yıllarda “Kaynaktan(Kuran’dan) yapalım.” maskesi ardında hadis binasının temeline dinamit döşeyen, mukadder oluşlar halinde de Kuran’ı gözüne kestiren, koyun postuna bürünmüş kurtların, varlıklarını borçlu oldukları şeye dair bir ipucu veriyor bize... Devam edelim… Cemaleddin Afgani’nin bu görüşünün netice itibariyle bizce şu iddiadan da hiçbir farkı yoktur:
“Çağdaş hayat şartlarına göre İslam yeniden yorumlanmalıdır. Yorumlanırken bilim ve teknolojik gelişmelerle zıt düşülmemesine, hatta ayetlerin bilim ve teknolojik gelişmelerin ışığında tetkik edilmesine azami derecede riayet edilmelidir…”
Sizce burada yapılmak istenen şey, hakim kürsüsüne teknolojiyi, felsefeyi, sekülerizmi, yani İslam dışında her şeyi konumlandırıp, sanık kürsüsüne de bizzat İslam’ı koymak değil midir? Bakınız, yukarıda “Bizce” diyerek ifade ettiğimiz şeyin delili Afgani’nin bir numaralı talebesi olan Muhammed Abduh’tur. Cemaleddin Afgani’den aldığı formül ile Kuran tefsiri yazmaya başlayan Abduh, ayetleri tefsir ederken teknoloji ve bilimi referans almıştır. Hatta teknoloji ve bilim ile örtüşeceğim diye kendini öyle bir zorlamış ki, ayet ve hadislerle varlığından haberdar olduğumuz cinlerin, bir nevi mikrop(!) olarak düşünülebileceğini bile söylemiştir. Güldüğünüzü tahmin edebiliyorum. Gülmeyin, gerçekten böyle düşünüyor Muhammed Abduh… Peki, cinlerden haber veren ve onlara da İslam’ı tebliğ ettiğini belirten onca Peygamber Kelamı(hadis-i şerif) ortadayken Muhammed Abduh neden böyle bir görüş beyan etmiş olabilir sizce? Hadisler Abduh için güvenilir olmayabilir mi acep? Evet… Hadisler hem kendisi için hem de hocası Afgani için güvenilir değildir… Zaten bu fikri ona aşılayan da hocası Afgani’den başkası değildir…
Afgani, hadislere güvenilemeyeceğini, rivayetlerin ve ravilerin çok ciddi sıkıntılar ihtiva ettiğini iddia ediyor… Dikkat edin, şu şu hadisler diye sınırlama yapmadan bütün hadis külliyatını kastediyor. Hadisler ve raviler hakkında hadis usulüne göre konuşma ve çıkarım yapma zorunluluğunu kim takar? Sünnet ve hadis turnikesinden kendini muaf tutan herkes kendi başına Kuran’dan ne anladıysa İslam için de “Budur!” diye ahkam kesmekten çekinmeyecektir diye düşünüyoruz. At yalanı, illa ki bir inanan çıkar… Hatırlarsanız, yazımızın başında Cemaleddin Afgani’nin iki adet eserinin olduğunu ve bu eserlerin de “Afganistan Tarihi” ve “Maddeciliğe Reddiye” olduğunu belirtmiştik. Yani Cemaleddin Afgani’nin düşünce ağı örmüşlüğü ve bağlılarını o ağ içinde yetiştirdiği külliyat çapında bir ilim ve fikir örgüsü kaleme almışlığı da yoktur. Topu topu iki eser. Bunun da bir tanesi tarih kitabı… Ve bunlara ek olarak, çıkardığı dergide yazdığı makaleler… Bütün bunlara rağmen hala Cemaleddin Afgani taraftarları var bu ülkede. Bunun birçok sebebi var şüphesiz… En mühim sebebi ise Batının bilimsel ilerlemeler akabinde İslam alemi üzerinde kurduğu psikolojik ve maddi hegemonyanın insanımızı esir alması ve akabinde bizde eziklik hissi oluşması... Yoksa Kuran’da ve hadislerde varlığından haber verilen cinlerin bir nevi mikrop olduğunu ne ile izah edebiliriz? Başkaca bir sebebi de yaşanılan toplumun içinde daha önce hiç değinilmemiş meseleler üzerine konuşmanın o toplum içinde her zaman küçük de olsa bir cazibe oluşturması… Düşünün… Allah Resulü, 571 yılında doğmuş, 632 yılında vefat etmiş, yaşadığı süre içerisinde de İslam’ı ümmetine eksiksiz ve kusursuz bir şekilde tebliğ ve telkin etmiştir… Ve bütün bunları “Hatemü’l Enbiya (Son Nebi)” vasfıyla yapmıştır… Allah Resulü’nün Hatemü’l Enbiya oluşu, güneşin varlığı gibi katî bir bilgidir değil mi? Ama gelin görün ki buna rağmen dangalağın birisi çıkıp, alegorik okumalar yaparak kendisinin nebi olduğu iddiasında bulunarak etrafına binlerce insanı toplayabiliyor… Misal, İskender Evrenesoğlu… Diyanet İşleri Başkanlığı, bu dangalağa ait internet sitelerinin devlet eliyle yasaklanmasını sağladı ama atı alan da Üsküdar’ı geçti hani… Yani adam bu ülkede kendisine binlerce ümmet(!) edindi…
AFGANİ’DE AKIL
Cemaleddin Afgani, ispat edilemeyen ve delil gösterilemeyen hiçbir inanış ve meselenin İslam ile uzaktan yakından alakasının olmadığını değişik vesilelerle beyan etmiştir. Dikkat edin, “ispat ve delil” mefhumları, keyfiyet sarayının sultanı olan ruhun değil, kemmiyet curcunasının baş müdavimi olan aklın levazımlarıdır. Çünkü ona göre akıl, İslam’ı anlamada biricik yoldur. Neticede cin de insanoğlu tarafından elle tutulur gözle görülür bir mahluk olmadığı için, Muhammed Abduh’un, cine bir nevi mikrop demesinin sebebi de budur. Bahsettiğimiz arızalı görüş bir sebep değil, sonuçtur. Muradı anlaşılmamış veya yanlış anlaşılmış bir meselenin üzerine binlerce saat mesai harcamak, o işin hakkını vermiş olmak anlamına gelmez. Hatta bu yanlış anlayış, o kimseyi gerçek muradın bulunduğu yerden ters istikamete doğru götürerek gerçek istikametten fersah fersah uzaklaştırır. Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz yani… Mezhepler de zaten bu lüzuma binaen inşa edilmemiş mi? İslam’ın, akaid ve muamelat hususlarında gerçek muradını anlamak ve ortaya çıkarmak için bir anlayış geliştirmek ve bunu da sistemleştirmek… Bu işi yapmış mezhep imamlarımız... Bunu da bağımsız akıl faaliyetleriyle değil, Kuran’a ve sünnete sımsıkı perçinli olan, terbiye edilmiş bağlı akıl ile yapmışlardır.
At ne kadar cins olursa olsun, onu terbiye eden ve doğru istikamete doğru mahmuzlayan bir süvarisi olmadığı müddetçe, aynı at başıboş ve serseri dolanışlarla bir gün kendisini uçurumun kenarında bulabilir. Akıl da böyledir… Eğer kendisinin bağlı olduğu mutlak doğrular manzumesi yoksa, kurtuluş için yegane yolun serbest düşünce faaliyeti olduğunu zannederek serseri düşünüşler akabinde, her gün farklı bir boş beleşliğin limanında demirler ve bir gün tehlikeli sularda seyrederken, ansızın çıkan bir fırtınayla alabora olarak denizin dibini boylar!
Zaman ve mekan gibi insanoğlunun mücerret ve müşahhas faaliyet sahasını, İslam’dan süzdüğü fikirle doldurmak her Müslümanın boynunun borcudur. Lakin bu süzme ve doldurma işleminde hakim kürsüsünde muhakkak İslam, sanık sandalyesinde de mutlaka küfür bulunmalıdır. Küfrün belirli bir süreliğine bilimde, teknolojide, ekonomide ve siyasette üstün olması Müslümanın fikir ve psikoloji surlarından bir tuğla bile eksiltememelidir. Her halde ve şartta İslam’ı hakim, küfrü mahkum bilici bir şuura ve bu şuuru anlamlı kılacak aksiyona sahip olmalıyız. Aksi takdirde Cemaleddin Afgani’lerin, Muhammed Abduh’ların türemesinin ve en önemlisi de bunların fikirlerinin toplumda makes bulmasının önüne geçemeyiz.
·
Afgani’ye göre İslam’ın bilim ve teknoloji karşısındaki konumu nedir? Buna dair bilgi edinmek için Afgani’nin 18 Mayıs 1883’te Journal des Débats gazetesinde çıkan bir yazısına bakalım isterseniz. Afgani’ye göre bu yazı, Fransız filozof Ernest Renan’ın 29 Mart 1883’te Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği ve İslam’ı hedef aldığı “İslam ve İlim” konferansına cevap niteliğinde yazılmıştır. Afgani’nin yazısından bir parça aktaralım:
“…İlmin tekamülünde İslam’ın bir mani teşkil ettiği doğru ise de bu maninin bir gün ortadan kalkmayacağını söylemek mümkün müdür? Hayır… İslam’da bu ümidin beslenmediğini kabul edemem. Ben burada Renan’a karşı Müslümanlığı değil; barbarlıkta ve cehalette yaşamaya mecbur kalacak yüz milyonlarca insanı savunuyorum. Müslümanlığın, ilmi ve ilmî gelişmeyi yok etmek isteği bir hakikattir. (Müslümanları kastederek:) Bir öküzün arabaya koşulduğu gibi bir dogmanın, bir mezhebin esiri olarak şeriat ehli tarafından evvelce çizilmiş yolda aynen yürümeye mecburdurlar…”
Sanki de bu ifadeler, elinden piposu, boynundan fuları ve dilinden de felsefi terimler lakırtısı eksik olmayan Avrupalı İslam düşmanı bir entelektüele ait gibi değil mi? Bu ifadeleri sokaktan geçen Anadolu insanına okusanız ve böyle diyen birisi hakkında ne düşünürsünüz diye sorsanız, çok hikmetli bir söz söylemiş mübarek, cevabı almazsınız heralde… Ne cevabı alacağınız da bellidir zaten… Bir yarışma düzenlense ve yarışmacılardan, Müslüman görüntüsü altında İslam’ı tahkir ve tahfif edecek okkalı birkaç cümle karalayın dense, muhtemelen bu ifadelerin sahibi de yarışmanın galibi olur… İslam aleminde ilmî terakki olmayışının suçunu İslam’ı gereği gibi anlayıp yaşamayan Müslümanlarda arasa sıkıntı yok ama Afgani bu terakkiye mani olan şeyin bizzat İslam olduğunu söylüyor… Şeriat ehli imamlarımızın kurduğu mezhebin mensupları olan iki milyara yakın biz Müslümanları da öküze benzetiyor... Yeri gelmişken bir şeyden bahsedelim. Mustafa İslamoğlu diye bilinen, Hazreti Adem’e baba bulmaktan tutun da, evrimin kabul edilmediği takdirde İslam’ın çökeceğine inanan Afganimsi bu zat, Cemaleddin Afgani’yi eleştiren Müslümanlara, “Afgani’nin kullandığı tuvalet kağıdı bile değilsiniz.” diyerek hakaret etmişti. Mustafa İslamoğlu da zaten devrimizde yaşayan bir Cemaleddin Afgani’dir, bundan hiç şüpheniz olmasın… 14 asırlık İslam tarihi boyunca bunun gibi İslam’ı içinden çürütmeye ve çökertmeye çalışan Müslüman görünümlü nice pisliklere şahit olduk… Bu şahitliklerimiz kıyamete kadar devam edecek de zaten… Her şeyin aslına bir sahtesi musallattır çünkü… Bize düşense bu pisliklerdeki sinsi pislikliği görecek fikir gözlüklerini takınmak…
Neyse… Biz bu pisliğin bir pisliğinin daha üzerine sifonu çekip, İngilizlerle olan pis ilişkilerine geçelim…
AFGANİ VE İNGİLİZLER
Ulu Hakan II. Abdülhamid Han’ın Afgani hakkında “Araştırdım, İngilizlerin adamıydı.” demesi boşuna değildir. Şu bilgiler Sultan Abdülhamid’in Beylerbeyi Sarayı’nda ikamet ederken kaleme aldığı hatıra defterinde geçer:
“…Donanmayı muattal bırakmak İngilizleri ve Fransızları tatmin etti. Ama hilafetin elimde olması İngilizleri sürekli tedirgin ediyordu. Blunt isimli bir İngiliz ile Cemaleddin Efgani isimli bir maskaranın el birliği ile İngiliz Hariciyesi’nde hazırladıkları bir plan elime geçti. Bunlar, hilafetin Türkler tarafından zorla alındığını ileri sürüyorlar ve Mekke Şerifi Hüseyin’in halife ilan edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı…”
İlerleyen satırlarda Afgani’nin hilafet hususunda ne düşündüğünü söylediğimizde bu mesele kafanızda iyice netleşecek… Mısır’ın mülk zenginlerinden ve İngiliz siyasetçi olan Wilfrid Blunt, Cemaleddin Afgani’nin, Afganistanlı ve Hanefi mezhebine mensup birisi olduğunu söyleyerek Afgani’nin Mısır’da ve diğer sünni coğrafyalarda gerçekleştirdiği faaliyetlerin meşru kabul edilmesi için zemin hazırlıyordu. İstihbaratıyla övünen İngiltere’nin Cemaleddin Afgani’nin İranlı olduğunu bilmemesi mümkün mü sizce? Halkı sünni olan ülkelerde rahatça faaliyet yürütebilmek için Cemaleddin Afgani’nin Afganistanlı ve Hanefi olduğu iddiası onlar için çok mantıklıydı şüphesiz.
Her fırsatta hadislerin ve ravilerin güvenilemez olduğunu iddia eden Cemaleddin Afgani ne hikmetse Allah Resulü’nün “Hilafet, Kureyş’tendir.” hadisini her ortamda dillendirmeyi kendisine vazife edinmiştir. -Daha önce bahsettiğimiz Wilfrid Blunt ile Cemaleddin Afgani’nin İngiliz hariciyesi’nde hazırladıkları planı hatırlayın- Afgani, gerek Mısır’ın gerekse Sudan’ın Osmanlı topraklarından koparılıp İngiliz sömürgesine teslim edilmesi için bölgedeki nüfus sahibi Arap liderlerin yetkisini ve nüfuzunu artırmak için bu hadisi istismar etmiştir. İslam topraklarına hükmeden halife ve padişahın Türk ve Sünnî olduğunu göz önünde bulundurursak Cemaleddin Afgani’nin nasıl bir sinsiliğin ve kurnazlığın peşinde olduğunu da hemen kestiririz. Bu sayede Türk olan halifeden hilafetin alınıp Arap olan bir Mısırlı, Suudlu veyahut Sudanlı birisine verildiğini düşünsenize? Bunu o dönem başaramamışlar ama bu bölgedeki İngiliz-Afgani dayanışması da meyvelerini vermiş. Kavalalı Mehmed Ali Paşa idaresindeki Sudan’da Mutemehdi isyanı’nın patlak vermesinin ve isyanlar akabinde de bölgenin İngilizlerin işgaline uğrayarak Osmanlı hakimiyetinden çıkmasının teşvik ve telkin edicisi Afgani’dir. Aynı durum Mısır için de geçerlidir. Orada da Urabi Paşa etrafında kümelenenler Osmanlı hakimiyetine karşı isyan etmiş ve neticede burayı da yine İngilizler işgal etmiştir. Esedabadi’nin Urabi Paşa üzerindeki tesirini ve isyana olan desteğini kim inkar edebilir? Bu isyanı komuta eden kademenin birçoğu, Afgani’nin Mısır yıllarında verdiği sohbetlerin müdavimidir. Afgani’nin bütün bu faaliyetleri, İslam aleminin doğudan batıya, güneyden kuzeye parçalanıp kuvvetten düşürülerek küfür dünyasının hazmedebileceği küçük parçalar haline getirilmesi içindi şüphesiz… Yeri gelmişken şu hususu da burada zikredelim. Cemaleddin Afgani sözde ümmetçi ve İslam birliği taraftarıdır lakin icraatta ise bu söylemlerinin tahakkukunu imkansız kılacak inanışların ve icraatların sahibidir. Az önce bahsettiğimiz halifelik meselesi böyledir şüphesiz. Şu sözleri de en az halifelik düşüncesi kadar tehlikelidir:
“Din ve kavmiyet bir toplumu ayakta tutan iki önemli güçtür!”
Evet… Afgani, her ziyaret ettiği devletin milletine, mensubu oldukları milletin kavmiyetçiliğini yapmayı salık vermiştir. Ve bunu da az önce ifade ettiğimiz gibi dinin olmazsa olmazı olarak göstermiştir. Buna da kendi ülkemizden bir delil gösterelim. Meşhur Türkçülerden Mehmet Emin Yurdakul’a Türkçülüğü aşılayan, Yurdakul’un ifadesine göre Cemaleddin Afgani’den başkası değildir. Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları” isimli eserinde bu husustan bahseder. Jön Türklerin, İttihat ve Terakki mensuplarının fikirde mürşidlerinden biri de zaten Afgani’dir. Altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimini devralarak devleti parçalamak için siyasette, askeriyede ve ekonomide ne gerekiyorsa yapan ve bunu İslam adına yaptığını iddia eden ama hakikatte Türkçü olan paşaların zihin dünyalarının röntgenini çekerek oradaki Afgani izlerini görmeye çalışalım. Bir dönem İttihat ve Terakki içerisinde bulunmuş Said Nursi Hazretleri’nin bile Afgani hakkında müsbet ifadeleri vardır. Cemaleddin Afgani’nin biraz evvel bahsettiğimiz sahte ümmetçilik fikrine itimat edip de Abdülhamid düşmanlığına kapılananlar arasında bulunan Said Nursi’nin “Tarihçe-i Hayat” isimli eserinde Afgani, Abduh ve İttihat Terakki için ne dediğine bir bakalım:
“Ben bu ittihadın efradındanım ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan değilim. Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun İttihad-ı İslam’daki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat etti. Şimdiki Kürtler o zamanki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim Cemaleddin Efgani, Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Süavi, Hoca Tahsin Efendilerle Kemal Bey (Namık Kemal) ve Sultan Selim’dir.”
AFGANİ VE ABDÜLHAMİD HAN
Bu devirde gerek Afgani’nin fikirlerine gerekse devrin batılılaşma ve aydınlanma havasına kapılarak İttihat ve Terakki içerisinde yer alıp İkinci Abdülhamid aleyhtarlığı yapıp da sonradan pişman olduğu iddia edilen isimleri zikredelim mi? Buyurun:
Said Nursi: O dönem, bir Abdülhamid muhalifi olarak İttihat ve Terakki mensuplarının kümelendiği Selanik’e gitmiştir. Burada Selanik Mebusu Yahudi Emanuel Karasu ile görüşmesi bile olmuştur. Selanik’te iken meşrutiyetin ilan edildiğini duyunca sokaklarda yapılan kutlamalara katılarak burada hutbeler irad etmiştir.
“Zalimler için yaşasın Cehennem!” sözünü de bu hutbelerden birinde söylemiştir.
Rıza Nur: Dr. Rıza Nur “Hayat ve Hatıratım” isimli eserinde Cumhuriyet Dönemini anlatırken şunları söylemiştir:
“Hürriyet imha edildi. Yeni bir zulüm ve istibdad dönemi başladı. Bu zulüm ve istibdad Abdülhamid’in istibdadından da dehşetli oldu. Zavallı Hamid kaç kişiyi asmıştı? Hiç… Hele hiç hırsızlık etmedi, hiç fuhuş yapmadı, hiç israfta bulunmadı. Bilakis memlekette bunların önüne geçmeye çalışmıştı. Bu devre bakınca insan Abdülhamid aleyhine kıyam ettiğine utanıyor.”
Rıza Tevfik: Ulu Hakan’a 31 Mart komplosunu tertipleyen koyu ittihatçılardan Rıza Tevfik de daha sonra hatasını anlayıp “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhaniyetinden İstimdad” isimli bir şiir yazmıştır. Hatta Üstadımız Necip Fazıl bu şiiri 1947 yılında Büyük Doğu dergisinde neşrettiği için hapis bile yatmıştır. Bu şiirden birkaç mısra verelim:
“Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?
Ölüm uykusundan bir lahza uyan,
Şu nankör milletin bak günahına.
Tarihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek, ey koca Sultan…”
Mehmet Akif: O dönemde Mehmet Akif de koyu bir Abdülhamid düşmanıdır. Düşmanlığının derecesini anlamak için kendi çıkardığı “Sırat-ı Müstakim” isimli dergide yazdığı şiirlerden birkaç mısra vermemiz yeterlidir:
“Çoktan beridir vardı benim bir derdim,
Gideyim zalimi ikaz edeyim isterdim,
Kafes ardında hanımlar gibi saklıydı Hamid,
Al-i Osman’dan bu korkaklık edilmezdi ümid.”
Süleyman Nazif ve Tevfik Fikret’i de devrinde Abdülhamid düşmanlığı yapıp sonradan pişman olan isimlerden sayabiliriz.
Burada verdiğimiz isimlerin çoğunun Cemaleddin Afgani hayranı olduğunu söylersek, bu isimleri devrinde Abdülhamid düşmanı yapan motivasyonun kaynağını da galiba göstermiş oluruz. Abdülhamid Han’ın “Araştırdım, İngilizlerin adamıydı.” dediği Afgani, hilafetin Türklerden alınıp İslam aleminin parçalanma sürecinin başlaması için Abdülhamid Han’ın devrilmesi gerektiğini biliyor ve tesir halkasındaki kişi ve makamları da bunun için kullanıyordu. Afgani’deki bu tehlikeyi gören Abdülhamid Han da onu yurt dışından İstanbul’a getirterek göz önünde bulunmasını sağlayıp zararını asgari düzeye indirmeyi hedeflemişti. Afgani’nin Abdülhamid Han tarafından zehirletilerek öldürüldüğü iddaları da deli saçmasından başka bir şey değildir. 33 yıllık saltanatı boyunca sadece bir kişinin öldürülmesine izin veren, kendisine suikast düzenleyenleri bile affeden, amcası Abdülaziz’in katillerinin cezası kısas gereği öldürülmekken onları bile sürgün etmekle yetinen, kendisini hilafetten ve İslam alemini de huzurdan etmek için Selanik’ten yola çıkan Harekat Ordusunu bertaraf etmek için emri altındaki Hassa Birliğine bir işareti yetecekken Müslüman kanı dökülmesinden çekindiği için bundan da imtina eden, merhamet ve şefkat abidesi olan ve devlet başkanı vasfına haiz olduğu için bize göre tek suçu da bu olan Ulu Hakan’ın Afgani’yi zehirleterek öldürdüğüne inanmak, ceylanları, türlü hilelerle kurtları öldürmekle suçlamak kadar abestir! Keşke Abdülhamid Han öldürtseydi! Hilafetin ve İslam aleminin bekası için keşke Afgani’nin icabına, İngilizler’in ajanı olduğunu anladığı an baksaydı! Afgani tesiri altındaki gruplar Ulu Hakan’ı devirdikten sonra nice masum ve mazlum Müslümanın kanını akıttılar. En az bir kuzunun ve ceylanınki kadar müşfik bir kalbe sahip olan Ulu Hakan’ı zalimlik ve istibdat ile suçlayanlar, devlet direksiyonunu ellerine geçirdikten sonra engizisyon mahkemelerine rahmet okutacak kadar zulümde ve hıyanette ileri gittiler. 21. yüzyıl dünyasında bile devletler kendileri için tehlikeli olan kimselerin başlarına ödüller koyabiliyorken ve bunu da devletlerinin bekası için yapıyorlarken, “Fırat’ın kenarında bir kurt bir kuzuyu kapsa, Allah bunun hesabını benden sorar diye korkarım.” diyen Hazreti Ömer ile hilafette aynı silsilede olan Müslümanların halifesi ve Osmanlı Devleti’nin sultanı Ulu Hakan da keşke zalime şefkat edip onların zulme olan iştahlarını kabartmasaydı da bir tane kuzunun selameti için bin tane kurdun icabına bakacak gözü karalığı gösterebilseydi! Keşke…
Abdülhamid’in şahsında bütün İslam kahramanlarına ve mazlumlarına rahmet ve dua, Afgani’nin şahsında da İslam’danmış gibi görünüp de İslam’ın altını oymaya çalışan bütün hiziplere lanet ve beddua…