İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Ölmüş bir akrabamızın, ölmüş dedemle olan bir anısı geldi aklıma: Gözyaşları içinde dayılarıma dedemi gösteriyor ve şöyle diyordu:
-Bu adamın kıymetini bilin! Bakın sizleri nasıl da bir arada tuttu, tutabildi…
Aslında ölmüş bu akrabamızın gerçekte övdüğü yalnız dedem değil, Elazığ’daki binlerce, on binlerce dedeydi. Biliyordum ki; böyle konuşmasını ona salık veren asıl şey, kendi kardeşlerine karşı hâsıl olmuş kırgınlığı idi, zira kendi babası da aslında onunla beraber diğer çocuklarını bir arada tutabilmişti. Neticede kırılabilecek kadar yakınlık hissettiği kardeşleri vardı ve o anda da dedem ve dayılarım özelinde Elazığ’ın hususi bir ferdi olarak Elazığ’ın umumuna gıpta etmekte, bu sebeple hüzünlenmekteydi…
Bir babanın, çocuklarını bir arada tutma gailesi, aslında bir milletin hücre hücre tazeliğini muhafaza etmesinin cüzi ameliyesidir. Aile bir aradaysa, millet bir aradadır. Milletin millet olma özelliğini yitirmeye başlaması da zaten, ailelerin bir arada olma özelliğini kaybetmesiyle başlar…
Dedemin doğumunu esas alacak olursak, 20. asrın ilk çeyreğinde doğması, 20. asrın yarısında evlenip ilk çocuğunun doğması, 20. asrın sonu geldiğinde ilk çocuğunun da dede olması ve 21. asrın ilk çeyreğine erişildiğinde tam bir asırdır bütün bir ailesini aynı çatının altında tutması, tutabilmesi… Bu anlattığım, Elazığ gibi illerde on binlerce dede özelinde yaşanan bir şeydir… Milletin yapı taşı aile kurumunda tabii bir his halinde husule gelen bu hassasiyet tavrı, milleti idare durumundaki hükümetlerde de hasıl olursa, her şey senkronik bir uyum halinde güçlü ve diri millet- devlet ikilisine karşılık gelir… Peki, Türkiye’de devlet, millî irfanda beliren bu hassasiyet ile senkronize olabilmekte midir?
Nerdee?
Bırakın böyle bir senkronizasyonu, Türkiye’de devlet, milli irfanda beliren aile hassasiyetine karşı bir de asenkronik bir tutum içindedir. Mesela 2020 Elazığ depremi ardından yaşananlar bunun en bariz ispatıdır. Elazığ ve Malatya illerinde hasar gören ve yıkılan bina sakinlerini devlet, her biri birer kumar puluymuş gibi bir torbaya doldurdu, ve kura çekme yöntemiyle her birini şehrin dört bir köşesine adeta sürgün etti. Oysa yapması gereken çok basitti. Yıkılan her binayı kendi yerinde inşa etmek ve her biri hem bir ailenin, hem de bulundukları mahallenin asli dokusu olan bu insanları aynı binaya yerleştirmekti. Ama bunu yapmadılar. Yüz yıldır aynı çatı altında kalabilmeyi başarmış aileleri, darmadağın ettiler, her bir ferdini şehrin bir öbür ucuna savurdular. Bunu da elbette, kapalı kapılar ardında dönen rant hesaplamaları gereğince yaptılar. Yoksa yapmaları gereken şeyin, dönüşümü aynı yerinde yapmak olduğunu bilmemeleri için tam bir aptal olmaları gerekirdi. Oysa aptal değillerdi… Kokuşmuş rejimin, en büyük motivasyonu rant olan uyanıklarıydı!
İster sol, ister sağ olsun fark etmez, Türkiye’de her devir idarenin en büyük iradesi her zaman rant üzerine odaklanır… Mesela “İstanbul’a ihanet ettik!” itirafı, kuru kuruya bir itiraftır. Yani o ana dek yapılmamış olan “gereğinin” yapılmasını başlatan bir dönüm cümlesi değildir. İstanbul’a rant uğruna ihanet edilmeye devam edilir zira… Bunu yalnız imar sahasına değil, başlık başlık bin milli sahaya da uygulayacak olsanız, Türkiye’de kendisine “muhafazakâr” denilen hükümetlerin bile aslında Batıcı olduğunu, “muasır medeniyet” isimli bir havucun peşinde bir eşek gibi aralıksız sürüklendiklerini, bunu yaparken de idaresini ele geçirdikleri mazlum milleti de peşlerinden sürüklediklerini görürsünüz. Öyle ya; Elazığ özelinde söyleyecek olursak, bir zamanlar adli vaka kaydı girilmeme rekorunu kırk yıla bile çıkarabilmiş bir saadet şehri olan Elazığ, nasıl olmuştur da her gün cinayetlerin işlendiği, envai çeşit ahlâksızlığın cereyan ettiği, ailevî faciaların yaşandığı bir kaos şehri haline gelmiştir… Elazığ’a, Elazığ’dan maada Anadolu’ya bu kaosu sokan, kokuşmuş rejimin İslamî ve millî idare hassasından kopuk idare anlayışıdır ve bu anlayışta da sollu sağlı bütün hükümetler mesuldür…
Değil midir ki; televizyonların evler içine adeta maddeyi değil, manayı kokutacak kanalizasyonlar akıtmasında Ecevit suçludur da, Özal suçsuz mudur? Devrinde Özal’a televizyonların ahlâksız yayınlarından şikâyet edilmişti de, çözümünü “Düğmesi var kapat!” diye sunmuştu. Bugün ilkokul çocuklarına, hem de lolipop kadar kolay ulaşan kimyasallar için de “İradesi var, içmesinler!” denilebilmekte midir ki! Süresiz nafaka, kimi kadınların yuvasını dağıtma, kimi erkeklerin de yuva kurmama sebebi olarak aile kavramını her yerinden dişlerken, bu öldürücü nafaka çeşidini ülkeye İsmet İnönü mü getirmiştir? Hayır! Getiren Özal’ın papatya eşi Semra Özal’ın kasıntılarıdır. Peki, süresiz nafakayı getiren Semra Özal’dır da, kalmasını sağlayan CHP kadın kolları mıdır? Elbette hayır… Ak Parti’nin kadın kollarıdır… Demek istediğimiz odur ki; mesele gerçekten İslamî-millî değerler manzumesi olduğunda, Türkiye’de her idare Batıcı, bu sebeple de batırıcıdır. Batıcılıklarının da esas güdücü motivasyonu, doymak bilmez rant iştahlarıdır… Elazığ’da, dedemin bir asır boyunca aynı çatı altında tuttuğu İslamî-millî ailesini, İslam düşmanı bir idare mi dağıtmıştır? Aynı çatı altında durdukları için aynı değerler altında da duran ailem, içlerinde bir gece yarısı hastalanıp da yardıma çağıracak kimsesi olmayan fertleriyle mağdur edilmişlerse eğer, bunun sebebi Bolşevik yanlısı Moskova Belediyesi midir?
Aynı çatı altında durdukları için aynı değerler altında da duran bir millet, eğer lif lif bu hassasiyetlerinden çözülüyorsa, bunun çözülmesine sebep olan idare sizce millet dostu mudur?