İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Ankara’ya düştüğü toy devrelerinde, nicesi gibi onun da yolu evimden geçti. Ben isyancıydım. Başa belaydım. Etrafımda olmak, tehlikeliydi. Yolu bu sebeple, nice başkası gibi yanımdan uzağa düştü. Gittiği yerde, yürüdü. Mesafe kat etti. Gittiği yer, bana bir tokat vuranın kahraman olacağı bir yerdi. Beni dövmek ve hatta öldürmek için o yerde nice plânlar, nice hamleler yapılmıştı. Bu hususta bir numara olduğumu söyleyebilirim. Onaylayan nicesi de çıkacaktır. Yıllarım, böyle geçti. Yedi yaşında çete kurmuş bir adamım… Dişe gelmedim, dişler kırdım… Ama en hakiki saikiyle, Allah, başını bu yola koyan benim kılıma zarar verilmesine müsaade etmedi. O, gittiği yerin en zirve makamlarına doğru tırmandı. Toyluğunun gidip de yerine “başkanlığının” geldiği devrelerinde, bir vesileyle karşıma ekâbir bir tavırla çıktı. Önünde önlerini ilikleyen adamların önünde O’na, o adamlarla birlikte çok sert davrandım. Yuttular, yuttu. Ortamı terk ettiğimde, arkamdan geldi. Bana ısrarla sarıldı, ellerini tutup indirdim, gene sarıldı, beni çok sevdiğini söyledi. Bu umurumda değildi ama böyle yapınca, aradan yıllar geçmesine rağmen içinde hâlâ o toyluğu muhafaza ettiğini gördüm. Bu toyluk, bir yönüyle saflık idi de… Kanımı içse doymayacak insanlar arasındaydı ama, tek bir kez bana karşı edilmiş bir saygısızlığını hatırlamıyorum, gıyabımda varsa da, bilmiyorum…
O’nla nispetim, geçen yıllar boyunca aşağı yukarı böyleydi.
O içinde silinmez bir toylukla, içleri kaşarlaşmış tipler arasında, hatta bu tiplerin bir dönem başlarında olarak, uzağımdaydı. Benle bir ilgisi yoktu. Benim de onunla bir ilgim yoktu. Buna rağmen bir ara “Kendine dikkat etsin!” diye bir kelâm etmek zorunda hissettim. Kulağına gitsin diye. Gider diye… Çünkü; oralarla da tek bir ilgim kalmamasına rağmen, oraları bilirdim. Belki en iyi ben bilirdim… Olan şuydu: Sırtlan, dişlemeyi kafasına koyduğu kuzuyu uzaktan koklamaya başlamıştı!
Ve aradan ne kadar zaman geçti bilmem. Haber geldi. Sırtlan, nice vakit uzaktan kokladığı kuzuyu nihayet parçalamıştı!
Evet; Sinan Ateş, yürekler burkan hikâyesiyle, içleri kaşar, tabiatları kahpe, yürekleri muşamba, tıynetleri zift, edaları fahişe tiplerin toplu organizasyonuyla öldürüldü…
Bir fail-i meçhulle mi? Elbette değil…
Herkes, ne olduysa olanı, en ince detayına kadar biliyor…
Cezalandırılmak istendi. Karizmasının çizilmesi lazımdı. O muhitlerde, kazma adamların sevilen adamlara gördükleri asgarî karşılık tarifesi buydu. Bunun bin bir yolu var idi. Ama tek biri bile öldürmek değildi. Böyleyken, bilmem kaçıncı adamı-gazeteciyi dövüp de, bunu yanlarına devletin bile isteye kâr bırakıldığı görenler, şımarıklık ettiler. İki kol iki ayağı dövülerek kırılsa, yani böyle bir yolla daha ağır hasar verdirilse, cezalandırma “şekilli” olmazdı. Bu sebeple “Bacağından vurdurttu-m/k!” isimli şehvete kapılandılar. Böyle bir yolla hem bu şehvetin onları erdirdiği cenabetliğe erecek, hem de en fazla birkaç torbacı polise verilerek mesele, daha evvelki hadiseler gibi kapatılacaktı.
Ama öyle olmadı. Sinan Ateş, ayaklarına sıkılmış beş kurşunun üçten sonraki ikisini, ilk üçü bacaklarına değip de aniden yere düştüğünden, göbeğinden ve boynundan yedi. Dördüncü mermi göbeğine, daha da düşünce beşincisini, boynuna…
Ve öldü…
Ölümünü haber aldığım ilk anda aklıma gelen: Acaba yıllar evvel bir toy olarak düştüğü o evde kalsaydı, yıllar sonra akıbeti, fiilen, fikren ne olurdu?
Diyecek başka şeyim yok…
Biz, kötü olmayı göze almış iyilerin başkaldırısı olmak emelindeyiz…
Oralarda vücut, bu emelli insanları dışarı atar… Daha evvel Muhsin Yazıcıoğlu’nu attığı gibi, bu satırların yazarını attığı gibi…
Biliyorum ki; Sinan Ateş de, son tahlilde evvelkilerin ismini anarak “Şimdi daha iyi anlıyorum onları!” demişti. Zira vücut, onu da yavaş yavaş dışarı atmaya başlamıştı. Ama bu vücudun, onu daha içerideyken boğacağını, öldüreceğini elbette hesap etmemişti. Kimse hesap etmemişti. Hatta onu kahpece katledenler de hesap etmemişti! Amma işte…
Her hesabın üzerinde başka bir hesap, bütün hesapları patronajı altında tutan bir de Allah’ın hesabı vardır… Allah’ın hesabı elbette, bütün zalimlerden hesap soracak!
Adaleti gitmiş bir ülkede Kalkınma olsa ne yazar, politik iktidarın devamı için bu kahpeliğe karşı ıslık çalıp tavana bakan devletten, daha doğrusu devleti mıymıntı edalarıyla piç, menfaatçi hesaplarıyla pis eden hokkabazlardan da Allah, elbet hesap soracak!
Sinan Ateş için üzüldüm, üzgünüm…
Dış çizgilerine tenkiş ettiklerinin, kalp maktaılarına yerleşik olmamasını niyaz eder, bu sebeple kalp maktaılarına tenkış edilmiş iman vetirelerinin, dış çizgilerine tenkış ettiklerini de silerek, yârı, yardımcısı olmasını Allah’tan dilerim… Kuvvetli bir hüsn-ü zan ile diyeceklerim ve dileyeceklerim, ancak bu kadar…
Allah, taksiratını affetsin…
Katillerini, yalınız bu cinayette yer alan bedenleriyle değil, kitleleri fikren öldürürken kullandıkları zihniyetleriyle de, kahr-u perişan eylesin…