İman, Kalbimizde Bir Nur Gibi Yerleşik mi, Sadrımızda Bir Tavuk Gibi Tüneli mi?

Yazan: 05 Aralık 2022 1742

İnandığı dinini, tuttuğu futbol takım kadar olsun kollamayan bir kimsenin imanı, kalbinde değil, eğer varsa sadrındadır, belki kâğıttan bir rozet olarak yakasındadır. Böyle bir iman, sadırdan kayabilir, yakadan düşebilir…

Hanefi mezhebine göre iman, Kelime-i Şahadet’i dil ile ikrar ve manasını kalben tasdiktir. Ameller ise bu noktada iman için birer muhafız hükmünde olur. Oysa Ehl-i Sünnet’in diğer hak üç mezhebine göre ameller, imanın doğrudan doğruya cüzü kabul edilir. Üç mezhepteki bu yekpare görüş, Hanefi mezhebindeki farklı görüşü kendi lehine ihtizaza getirir ve bu ihtizazla Hanefi fıkıh ve itikadıyla amel ve iman edenler için de ameller, iman etmiş olmanın kuvvetli bir sarahati olarak işaret olunur. Zaten Hanefi mezhebinde de kaydettiğimiz üzere ameller imanın muhafızıdır ve muhafızın, mahfuz olunan şeyden kaldırılması, mahfuz olunan şeyin, yani imanın muhafazasız kalıp zayi olmasına sebep olur. Bu sebeple açıktır ki; amel bahsinde aslında Hanefi mezhebi de, diğer üç hak mezhebin kaydettiğinden çok da farklı bir kabul belirtmiş sayılmaz… Böylece, dört mezhebin dördüne de şamil kılınabilecek en temel iman ayrımı da kaydettiğimiz üzere, kalplere bir nur gibi yerleşmiş iman ile sadırlara bir tavuk gibi tünemiş iman ayrımı olur…

Tünemiş tavuğa izafeli iman elbette, eşya ve hadiselerin en ufak bir kışkışında tünediği sadrı terk eder ve arkasında imansız bir bünye bırakır… Öyleyse mesele sadırdaki imanı, kalbe indirmek, oraya yerleştirmek, eşya ve hadiselerin değil en ufak kışkışından ürküp kaçması, ufuklar donduran karakışından tutun da, arzı silkeleyen zelzele ya da kasırgasından bile umur etmeden sükûnet ve istikrarını korur hale getirmektir. Bu da elbette, inandığı dinini, tuttuğu futbol takımı kadar olsun tutmamakla gerçekleşmez! Dinini, Allah Resulü’nden geldiği şekliyle bütün olarak tutmakla, onun hayata her veçhesiyle hâkim olmasını istemekle olur… Bu tutuş ve isteyişin tahakkuku da elbette, “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” ajandasıyla değil, kâmil terbiye edicilerin rehberliği altında gerçekleşir…

Türkiye’de, devletin millete reva gördüğü iman, “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” ajandasından da bellidir ki, kalplerde yerleşik olan iman değil, sadırlarda tüneli imandır. Zira Türkiye’de devletin kalbi, “laiklik ilkesi” gereği imandan yana boştur ve dahası aynı ilke gereği sadrında olsun, imandan yana bir tavuk bile tüneli değildir. Hiç böyle bir devlet, imanın, nezaret ettiği milletin kalbinde olmasını ister mi?

İstemez, çünkü kalbe yerleşmiş bir iman, kendine ait hususiyetlerin emarelerini de cemiyete yerleşmiş görmek ister. Kalpte yerleşik iman sahihse, bu istek de sahicidir. Öyle olmasaydı, imanın kendisinde en çok karar kıldığı kalp, Peygamberler Peygamberi’ne ait sinenin içindeyken, O (SAV), bununla iktifa etmedi, Mekke’den itibaren İslam’a imanın bütün emarelerini cemiyete yerleştirmek için de mücadeleye girişti. Zaten bu, nur yatağı kalbine yerleşik imanın bir gereği idi. Ve bu gerek, Mekke’nin imandan yana boş kalpli devletini rahatsız etti.

Çünkü müşriklerin, Allah Resulü ile birlikte tanıdıkları türden iman evvela kalplere yerleşiyor, ama orada kalmıyor, oradan taşarak çevresinden itibaren bütün arzı tanzime kalkışıyordu. Hiç Güneş’ten, doğduktan sonra ısıtıp ışıtmaması istenir mi? İstenmez ama bu, istemeyeni de olmaz manasına gelmez… Mekke şirk diktatoryasının da denediği bir şeydi bu… Allah Resulü’ne geldiler ve:

“Seni başımıza kral seçelim… Başımıza geç ve bizi, bizim kanunlarımızla yönet!”

Dediler… Allah Resulü’nün elbette, küfre ait kanunlarla küfür rejimini sürdürmesi düşünülemezdi. Küfrün bu ince zekâ mahsulü teklifini de haliyle reddetti. Bu reddedişle beraber ama, küfrün, iman karşısındaki en şenî bir hile tavrı da deşifre oldu. Bu hile, küfrün, bir an aciz kalınca kendi düzenini sevk ve idare işini iman tarafına bırakması ama kendine ait küfür vasatına dokundurmaması, bu suretle iman tarafını da kendi kendine imha ettirmesiydi… Zira put gölgesine seccade serilmez, serilse bile onun üzerinde kılınan namaz olmazdı! Yani küfrün bu taktiği şöyle bir hinliği haviydi: Arzı kokutan fosseptik kuyusu kapatılmayacak, sadece idare ve sevki el değiştirecekti, böylece bu fosseptiği kapatmak emeliyle orta yere çıkanlar, onu işletmekten gelen sahte hâkimiyet ve salâhiyet tavrıyla diskalifiye edilecekti!

Elbette bu hinlik, Cahiliye Devrinde imanları kalplerine yerleşik müminler karşısında diskalifiye oldu. Cahiliye Devri, Saadet Asrına tebdil olundu…

Bu durum, Allah Resulü ve Sahabîlerini takip edecek bütün mümin zümreler için de carî bir vaziyet belirtir. Mesele, İslam’ı hâkim kılmak davası güderken baş örnekliklerimizi en ince gamızalarıyla tenazur ve takip edebilmekte… Elbette bu nazar ve takip de, imanları kalplerine yerleşik müminler için mümkün… Oysa imanları sadırlarına bir tavuk gibi tüneli kimselerde bu nazar ve takip için gerekli feraset ve havl yoktur. Çünkü bunlar, bağlı oldukları dinlerine, tutmakta oldukları futbol takımı kadar önem vermezler. Böyleleri, bir zabıta memurunun, bir belediye çavuşunun tebliğine dikkat ettiği kadar, Allah’ın emrine dikkat etmezler. Bunlar için bazen salatalarına hariçten katılan nevale kavga sebebidir de, imanın küfür ile mezcedilmesinden bir dirhem olsun rahatsızlık duymazlar, hatta kendi selamet ve saadetlerini bu meczin temeli üzerinde yükseltirler.

Bu şekil ve bağlılıkla takım taraftarlığı bile olmaz ki, dine bağlılık olsun!

Böyle Müslüman olunur mu söyleyin? Bu şekil bir imanla Müslüman olduğunu ya da olsa bile kalabileceğini düşünmek, gerçek iman ehli nezdinde bedahetle belâhattir! Hem küfrün şerrinden korunmak, hem de imanın tasavvutuyla dünya ve ahiret nimetlerine erebileceğini düşünmek, pür belâhattir!

Böyleleri, bir Hadisin işaret ettiği üzere Allah’ın Arş’ını görmek vehmiyle gerçekte Şeytan’ın Arş’ını görenlerdir. Zira Şeytan’ın da su üzerinde arşı vardır, bu vaziyetiyle insan kalbine tecelli eder ve suret-i haktan görünerek kişiyi butlan ve dalâlete sevk eder. Böyleyken butlan ve dalâlete sevk olunan kişi, kendisini en âlâ saadette bilir. Oysa bu vaziyet sükûnetli bir saadeti değil, sessiz sedasız gelmekte olan bir felaketi mündemiçtir…

Değişmez bir iman ve fıkıh kaidesi olarak oysa vaziyet çok açıktır: Küfre rıza, küfürdür! Küfre rıza, hoşgörülü ve yumuşak iman değildir, apaçık küfürdür! Kalbinde ve vaziyetinde küfre ya da küfrün herhangi bir sembolüne, menşur ve meşhuruna karşı muhabbet olmak, kalbinde iman yerleşik olmamaktır! Kalbinde iman yerleşik olmayanın, küfre buğzu olmaz, küfre buğzu olmayanın kalbinde iman yerleşik olmaz. Görünen yanının, görünmeyen yanını ifşa ettiği hakikat bütününe ait bu formül, iki ile ikinin toplandığında dört etmesinden daha açık bir sarahat belirtir. Ancak bu açıklığı da gene, imanı kalbinde yerleşik olanlar görür. Görürler ve küfürle inşa edilmiş cemiyetlerini rahatsız ederler! Bu sebeple de, cemiyeti inhisarında tutan otorite tarafından rahatsız olunurlar...

“Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi”ne münhasır kılınmış din işte, taraflar arasındaki bu rahatsızlığı izale için örgüleştirilmiş bir uzlaşma senedidir, din değildir. Kalplerden imanı tam izale edemeyen kurulu düzenin, sadırlara imanı bir tavuk gibi tüneterek durumu kotarma çözümüdür...

Açık söyleyelim, bu nevi iman, iman değildir, hatta iman pozundaki bu nevi şeyi, bir futbol takımına, kendisini tutan taraftarlar kullansın diye verseniz, yüz buruşturur, kabul etmez. İman pozundaki bu nevi şeyi hatta ota sarıp ata verseniz, at yemez, ete sarıp ite verseniz, it yemez… Oysa bu, Allah’ın hâkimiyetine kota koyan müesses bir nizam için, onu hayatta tutucu bir lezzet şahika ve harikasıdır. Mekke şirk diktatoryası eğer “Başımıza geç, bizi bizim kanunlarımızla yönet!” tekliflerine karşılık alsalardı, bugün hâlâ ayakta olurdu. Zira kokuşmuş sistemini, kendisinden daha mahir ve ihlâslı (!) kimseler eliyle tadil etmiş olurdu. Ama buna karşılık alamazlardı, çünkü karşılarında Peygamberler Peygamberi var idi ve bu sebeple küfürle asla uzlaşmaz bir imana muhatap oldular ve ennihayet devrilip tepetaklak oldular…

A dostlar, gönüldaşlar!

Küfürle asla uzlaşmaz bir imana sahip olmadan, küfrün başına asla imanımızın balyozunu indiremeyiz ve imanımızı küfürle uzlaşı arayıcı bir derekeye indirirsek, küfrün balyozunu er geç kafamıza yeriz!

İlkini, kalplerimize yerleşik imanın havliyle arayalım ve imanın sadırlarımıza tavuk gibi tüneli olması havfıyla ikincisinden, Allah’a sığınalım…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi