İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Karadenizli fındık eker. Teraslama yapar, icap ederse toprağa kireç verir, drenaj kanalları açar, dikim budaması yapar, gübreler, bekler… Sonra da dağcı maharetiyle beline ip bağlar, dik yamaçlardan aşağı sarkar, ektiği fındığı toplar ve sonra da topladığı fındığını çuvallar… Ve nihayet iş; etkenlikten edilgenliğe tebdil olunan manasıyla fındık çiftçisinin, bu çuvalları teslim ettiklerince çuvallanması safhasına sarkar. Bu defa ekilecek, teraslanacak, kireç verilecek, dikilecek, budanacak, gübrelenecek, bekletilecek, beline değil de cebine bağ vurulacak ve çuvallanacak olan fındık değil, fındığın çiftçisidir… Onu çuvallayacak olanlarsa daima, uluslar arası fındık tekelcileri… Misal; fındık çiftçisinin üç paraya elinden alınan fındığı Avrupa’ya otuz paraya satılır. Sonra Avrupalı bunu işler ve üç yüz paralık çikolatalar halinde bize satar. Fındık çiftçisinin bütün seneye yayılı gayreti böylece, piyasa emperyalistlerinin bu nevi bir tasallutu altında kalır durur. Sadece fındık çiftçisinin mi? Aslında kısaca kaydettiğimiz bu hikâye sadece fındığın değil, göz bağcılıkla köleleştirilmiş bütün Anadolu’nun hikâyesidir. Avrupalı kondistatörlerin, ucu kurşunî topuzlu kırbaçlarla kara derili Afrikalıya yaptığı sömürü sanki de kılık değiştirmiş ve daha nazenin bir perdeden Anadolu köylüsü üzerinde tatbikata konulmuştur. Hem de fındıktan fikre kadar her sahada…
İnanın abartmıyoruz… Mezkûr vaziyet, fikirde, hem de sezilmesi bin kat daha zor ve de semeresi bin kat daha ağır olarak caridir. Ama fındık çiftçisinin halini anlamak için nasıl bir parça fındık çiftçisi olmak gerekse, fikir işçisinin hal-i pür mealine vakıf olmak için de, bir parça fikir ünsiyetine sahip olmak şart… Anlaşılacak şey şu: Fındıksız hayat bir şekilde yürür ama fikirsiz bir hayat, insanlık haysiyetinden fındık kadar nasibi kalmamak kaydıyla ortadan kalkar… Anlaşılacak şeyi anlamanın lazımı da bu: Fındık kadar olsun fikir iştiyakı… Belki gene tekrara düştük, teşbih kazanımız taştı, misal zembereğimiz boşaldı ama ne yapalım; en kıymetli fikrin bile, cemiyet pazarında en ucuz metaa haline gelmişken yüzüne bakılmaması bizde, takıldığı tel örgülerde can çekişen bir ceylan vaziyeti teşekkül ettirmekte… Ensemizde teller, hayalimizdeyse neler neler var. Diyoruz ya; tellerde takılıyız, çırpındıkça canımız acıyor. Ahvalimize uzanacak ve bizi takılı bulunduğumuz tellerden boynuz maharetiyle indirecek kart bir geyiğe bile razıyız. Ama heyhat! Ne gelen var, ne geçen… Üstelik bu muhitin yolcuları da, vaziyetimizle karşılaştığında nasibine altı yakılı-üstü dizili mangal düşmüş gibi sevinecek çöl sırtlanlarından başkası değil… Düşünün ve yanın: Devletin, dev bütçelerle ve dev çatı altlarında okul değil de tımarhane işlettiği bir devrede, cebindeki son meteliğiyle fikretmeye çalışan, üstüne bir de fikrettiklerini büyük Anadolu okuluna arz etmek için çırpınanların vaziyeti, böyle bir ceylanın vaziyetinden hazindir. Dinleyin: İlk dönem bu dergiyi çıkardığımızda yaşım yirmi bir idi… Dergiyi elime alınca ilk iş, onu Muhsin başkanın önüne koymak oldu… İnceledi, güldü, dudaklarını yer yer beğeni kastıyla ters hilâl vaziyetine geçirdi ve takdir ile tekdir arası şöyle dedi:
“Altınız kuru, yazıyorsunuz tabi…”
Bu deyişteki baskın duygu, niye yazdığımıza değil de, “Keşke ben de böyle yazabilecek bir konumda olsaydım!” idi. Zira beni uyarırdı:
“Aman ismin yayılmış… Buna engel ol… Ne kadar çok isterdim tanınmamayı… Yapacağım çok şeyim var, tanındığım için yapamıyorum… Tanınmamak için her şeyi yap… Gerçi geç kaldık…”
Dergimiz çıkmaya devam etti. Üçüncü sayısından sonra bir polis müdürünce resmi olmayan bir perdeden ziyaret edildim…
“Beni komiser değil, bir abin olarak dinle!”
Diye başladı… Eğer bu dergiyi çıkarmaya devam edersek, bize operasyon yapılacağını söyledi. Tehdit etmiyor, istihbarat veriyordu. Üstelik bunu, suç işlemek pahasına bana görev sınırlarını aşarak söylüyordu. Devlet namına itiraf etti:
“ODTÜ, Hacettepe gibi üniversitelerin kantinlerinde dağdan inme militanlar çay içiyor, devlet hepsini biliyor ama umurunda değil…”
Ve ekledi:
“Senin bura ve sen, onlardan alâ mercektesiniz!”
Sebebini sordum. Kendince izaha girişti. Özetini vereyim:
“Kanın kaynıyor senin… Tutulamıyorsun… Bunda problem yok… Fakattt!”
Ve hizmetinde bulunduğu sistemin ruhunu hecelercesine mevzuyu bağladı:
“Sen kavganın yanına fikir koydun! İşte devlet için bu çok tehlikeli… Gözetleniyorsun!”
Gerçekten de dedikleri, olanlara uygundu. Onun “senin bura” dediği geniş muhitte misal, vaka-i adiyeden olarak biri birine bir tokat vursa, polisler, on beş ekip arabasıyla anında damlayıveriyorlardı. Gözetleniyordum. Resmi alınışlarım hariç, defalarca resmi olmayan bir perdeden polisçe alındım ve emniyete götürüldüm. Koridorlarda:
“Meşhur Servet Turgut burada…”
Vaveylaları… Her defasında… Gelenlerin önce tanışmak kastıyla merhabaları, sonra da tehditleri… Sıra sıra, kat kat makamlar arasındaki yolculuğum… Bu sualler ve tehditler nirvenasına Ankara Emniyet müdürünün odasında eriliş:
“Neyine güveniyorsun sen? Ha arkanda İsrail varsa, onu bilmem…”
Farkında değildi ama ben farkındaydım… Bu cümleyi bana, sistemin doğasına hulûl etmiş İsrail sarf ediyordu. Tehdit dili bizde tınılmazdı. Dost perdeden kelâmaysa itibarımız her zaman baki idi. Bir de derginin maddi yükü ağırdı. Öğrenciydik… Bir çorba kâseyi otuz kişi içiyor, piliç dükkânları camekânında çarmıha gerilmiş bir tavuğu on kişi fenâ makamına erdiriyorduk… Reklam vermek kaydıyla para yardımı vaadinde bulunan birine şöyle demiştim:
“Biz Barcelona gibi formamıza reklam almıyoruz…”
Gerçi Barcelona sonradan formasına reklâm almaya başlayacaktı… Ama biz dergimize reklâm almadık… Derginin maddi külfeti, öğrenci harçlıklarından kurulu kâğıttan bir taban üzerinde yükseliyordu. Bir de hepimizin adeta ambulans sirenleri gibi kavga aktivasyonları sonuna kadar açıktı. Kavgadan fikre yetişemiyorduk, fikirden de kavgaya… Meğer bu süreç bu ikilinin tek harmanlanma yoluymuş, o da ayrı husus… Bunları bilecek tecrübemiz yoktu, nihayetinde oluşuyordu. İstişare ettik… Polis müdürünün tavrından tehdidin kokusu gelseydi, her şeye rağmen dergimizi çıkarırdık. Ama dostanelik sezdiğimizden karar verdik ve derginin dördüncü sayısını çıkarmadık… Ama mücadelemize devam ettik… Yıllar geçti. Sistemin tabiatına uygun olarak polis müdürü haklı çıktı. Seriyye Dergisi’nin ikinci devre dördüncü sayısını çıkardığımızda kendimizi hapishanede bulduk… Fetö, kudurmuştu. Hükümetle aralarının iyi olduğu devreydi henüz… Ama ben konferanslarımda Fetullah Gülen’i bombalıyordum. Operasyona sebep olan da bu idi… Seriyye örgütmüş, ben de lideriymişim… Hapishaneden çıktığım gece gönüldaşlarıma:
“Bize yapılan bu operasyonu köküne kadar takip edecek olursanız, İsrail’le karşılaşırsınız…”
Dedim. Bu dediğim, Fetö’nün İsrail köpekliğine binaendi… Biz en başından biliyorduk, herkes başına bomba yağınca öğrendi… Öğrenebildiyse o da… Düşman için fikir, tek başına kıymetsiz… Düşman için kavga da tek başına kıymetsiz… Ama fikrin kendisinde tutma ihtimallerinin belirdiği cevelan ve şecaat tavrından ürküyorlar. Hele bu kitleler çapında maya tutacaksa o zaman dehşete düşüyorlar. Seriyye hareketinden duydukları dehşetin özü bu… Ama bu öz, öz vatanında paryalık vasfımız devam ettiğinden, halâ devlete hâkim ruh halinde… Şimdi Seriyye dergisinin üçüncü devresindeyiz. Başın başında başımızı ağrıtan şey, ensesi katlı fikirsiz sermayenin elinde kir… Bizde fikir, onlarda kir… İzah edeyim: İlk sayı için matbaa taraması yapan arkadaşlardan biri mesaj attı. Mesajına cevap verdim:
“Ne bu! Arsa fiyatı mı?”
Tahmin ettiğiniz gibi; tek bir sayı için matbaanın çektiği fiyattı bu… Enflasyon, dolar kuru, zart zurt… Bir şeyler olmuş, kâğıt fırlamış, fiyatlar yoldan çıkmış, piyasa kudurmuş… Sermayenin, kâğıda, fiyata, piyasaya iftirası… Nasılsa kâğıdın dili yok, fiyatlar sağır ve piyasa felçli… Hangi suçun çamuru atılsa, üzerlerinde duruyor yani… Bu curcunada fikir, sermaye karşısında kara derili Afrikalı… Hesap edin; pamuklar içinde saklanması, sandukalar içinde korunması gereken fikir, sırf parası olduğu için “kitap basma işine” girmiş sermaye temessüllerinin önünde aciz… Aciz bırakansa, sistemin doğasına hâkim ruh… Fikir, cesareti takınma ve kitlelerde maya tutma ihtimalleriyle beraber, kokainden beter bir suç terkibi… Arabaya, beyaz eşyaya vergiyi sıfırlayan ve milleti deli manyaklar gibi galeri ve mağazalara koşsunlar diye kırbaçlayan devlet, gariban için beleş rahle hükmündeki dijital kitap platformunda vergi arttırıyor! Hadisenin tedaisi, bir Elazığspor maçında tel örgülere asılı duran bir pankart… Üzerinde işaret parmağı açık bir el resmi var ve altında:
“Seni bedavacı çık dışarı!”
Yazıyor. Maça beleş girenler için örgüleştirilmiş bir futbol ideolocyası… Aslında tellerde asılı olan o pankart değil, ceylan cürmümüzle biziz. Altımızda da şu yazılı:
“Sizi bedava okuyucular! Sökülmeden paraları, buradan sökülmeyeceksiniz!”
Heyhat ki ne heyhat… Matbaayı bulduk… Paramız yoktu, veresiye yazdırdık… Şimdi parasını bekliyorlar… Dağıtımı da, gene bizim çocuklar ve gene bizim yöntemlerle yapacaklar… Öğrenci harçlığından illüzyonik yöntemlerle himmet dilenme ayinleri düzenlenecek yani… Zira dağıtım firmalarına giden gönüldaşlarımız, dayak yemiş gibi bir vaziyette döndüler… Aldıkları ama anlamlandıramadıkları cevabın özü şu:
“İki firma var zaten… Biz, göççüğüyüz… Şu kadar sayıyı sadece şuralara dağıtırım, şu kadar para artı kadeve… Bir de şu kadar dolar hava parası…”
-Ya büyük firma?
“O hooo! Hemşerim… Hiç oraya yanaşma…”
Hani yanaşırlarsa, bir İspanyol gemisiyle Avrupa’ya taşınan kara derili kölelerinkinden beter bir vaziyete düşebileceklerini söylüyor. Hayal edelim:
“Yok yok… Şu donunun kemerini de ver…”
Fikir, ense katlı sermaye karşısında, ensesi buruşuk Hint fakiri… Birkaç yıl evvel bu alanda Fetö’nün tekeli vardı. En zırtapoz yazarlar, milletin fikirde anasını yazar kasalı anılarla işleme almak için parlatılıyor, en çok satanlar listesinde çıkartılıyorlardı. Bir münafık taşıyla, millete ait iki serçeyi vurmaktı bu… İki serçe: Biri maddemiz, öbürü manamız… İlkini soğan gibi soyuyor, ikinciyi soğana çeviriyorlardı. Şimdi de; dağıtım dalındaki tekel, “Hökkümete” yakın sermaye sahiplerinin eline geçmiş vaziyette… Sermayeniz olsa hani, gene yetmeyecek… Evvela adliyede verilmiyor olanından bir temiz kâğıdı lazım olacak… Yaralama ya da dolandırmaya matuf olmayanından:
“Seni eleştirmeyeceğimeee…”
Bu sese matuf olanından… Anlayacağınız; fikir kaynayan cesur yanımızla, fındık çiftçisinin kaderine eş bir talih hattındayız. Ne yapalım, fikrin, Türkiye’deki makûs talihi bu… Aklıma ne geldi: Bir zamanlar reklâmda sıvı tutkal devri vardı. Kova ve fırça orkestrasıyla duvarlarda afiş senfonyası sergilerdik… Bu vaziyetimizden damıtılma bir de esprimiz vardı:
“Şu komünistlere git, afişimizin ardını uzat ve ‘Gardaş! Hayrına şuraya da bir sürüversene!’ de…”
Gülerdik… Muhsin Başkanın, gazete ve televizyonlara asla çıkarılmadığı, organizasyonlarının asla haber yapılmadığı bir devirdi. Şikâyet etti bir defasında… Dertlendim… Ve inanın; eski usul bu duvar boyama-çizme-giydirme işinde Ankara’ya o denli musallat olduk ki; devrin “Türk Basınının Amiral Gemisi” denen bir Aydın Doğan gazetesinde haber olduk… Gazeteden Muhsin Yazıcıoğlu’na sesleniyorlardı:
“Allah aşkına! Şu adamlarını durdur… Ankara’da temiz duvar kalmadı!”
İyi reklâm olmuştu… Kayıtlar ortada, bakılabilir. Biz fikir-yayın hayatının selameti açısından gene bir seçim arifesinde umutluyuz! Zira belediye başkan adaylarına oy vermek için esaslı bir şartımız da şu olacak: Bekâr çamaşırhaneleri gibi, don yıkatmak değil de, dergi basmak için umumi ve çok ucuz matbaalar kursunlar… Belki yanaşır ve fikrin haysiyetine halel getirmeden “Abi şunu bir bassana!” diyebiliriz. Ama buna da heyhat… Fikir bağırsakları kabız sistemin, bu dediğimizdeki müşkülü anlayacak vicdanı da ölü… Ne desek, ne kadar şikâyetlensek boş… Halimiz, eskiden esnaf duvarını süsleyen:
“Peşin satan adam-Veresiye satan adam”
Kıyas tablosundakine eş olarak perişan… Fikri peşin veriyoruz ama halimiz malını veresiye satan adamınkine eş bir perişanlıkta… Parasıyla daha fazla para kazanmak için matbaa ya da dağıtım filosu kuran semizli, mutlu, ensesi kat kat ama fikirsiz adamın altını:
“Sermayeyle uğraşan…”
Diye çizen sistemin doğası, tıknaz, perişan, ensesi buruşuk bir insan siluetinin de üstünü çizmiş ve altına şöyle yazmıştır:
“Fikirle uğraşan…”
Tablo bu… Fikrin esnaflığını yapacak bir dükkân bulursanız, asarsınız…