KUŞATILDIĞIMIZ DOĞRU DA, YA KUŞANAMADIKLARIMIZ?!

Yazan: 03 Kasım 2021 1378

Hemen batımızda, Adalar Denizi’nde Yunanistan’ı bir şambrel gibi şişiriyorlar. Şişire şişire ennihayetinde patlattıklarında da bir tek kendisi zarar görmesin diye içini demir parçacıklarıyla dolduruyorlar. Bu hinliğin orkestra şefliği makamında ABD var. Türkiye’nin burnunun dibindeki Dedeağaç’a misilsiz askerî tahkimatlar yapıyor. Yalnız Dedeağaç’a mı? Kavala, Selânik, Girit, Volos, ABD’nin yeni üs kurmak için Yunanistan’la anlaştığı diğer kentler… Yunanistan’ı sırtından bir Herkülmüşçesine sıvazlayan ve ortaya süren ABD’den başka, ona bacak-baldır-omuz masajı yaparak kavgaya hazırlayan ülkeler de var. Hani şambrelinin içini demir parçacıklarıyla dolduranlar… Fransa, Mısır, BAE, İsrail, Ürdün, Suudi Arabistan… Ve hatta Türkiye’yle, Pakistan mevzuunda hesaplaşmak için Akdeniz’de uygun bir zemin oluştuğunu fark eden, Hindistan…

Suudi Arabistan, Yunanistan ile ortak tatbikat için jetlerini Girit’e gönderiyor… İsrail, Fransa, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, kavga için tüy kabartan horozlar gibi Akdeniz’de Yunanistan’la tatbikat yapmaktan geri kalmıyor. Hatta Yunanistan, 2020 yılında BAE, Mısır, Fransa, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’yle gerçekleştirdiği ortak hava-deniz askerî tatbikatında, Rusya’dan aldığı S-300 hava savunma sistemini deniyor… Bunun manası, ABD’nin, Türkiye’ye Rusya’dan S-400 alımı yaptığı için kızgın olduğunu düşündüğünüzde daha da iyi anlaşılıyor… Yani ABD için S-400 alımı, sadece bir bahane… Bir hazine arsası gibi kiraladığı Yunanistan’a yerleşmek suretiyle Balkanları kontrol altına alacak, Bulgaristan ve Romanya üzerinden de burnunu Karadeniz’e sokmuş bulunacak… AB ve Rusya’ya karşı konumunu güçlendirirken, kısa günün kârı olarak da Türkiye’yi kuşatmış olacak… Nasılsa, bütün bir Batı’nın şımarık çocuğu Yunanistan, olası bir Türkiye terbiyesi için elinin altındadır ve Türkiye’ye çoklu bir Batı çullanışına bahane üretmek üzere bir fino köpeği sadakatiyle talimat beklemektedir…

Türkiye’yi toptan batırmak için Batı’nın, batımızdaki tezgâhı aşağı yukarı bu şekil kurulu…

Çocukluk çağlarımızın mahalle kavgalarında, her mahalle çetesinin “çatıcıları” vardı… Bunlar, kavga kopunca ön saflarda kavga etmeyen, daha küçük yaşlı çocuklardan oluşurdu. İşlevleriyse, barış zamanlarında karşı çetenin üyelerini dövmeye bahane üretmek… Böyle bir çatıcı, dövülmek için gözlenen ve yaşı kendisinden daha büyük kimseye karşısından yaklaşır, ona kasıtla omuz atar, omuz atılan kişi de gözü kestiğinden kendisine vurunca, onu gönderenler saklandıkları yerden çıkar ve “Utanmıyor musun küçücük çocuğa vurmaya!” diye yumulur, hedefi yamulturlar…

Batı’nın şımarık çocuğu Yunanistan, Kurtuluş Savaşı yıllarımızda, tersinden bir çatıcıydı… Sahte kahramanlar üretmek üzere Batılı devlerin gönderdikleri ve dayak yiyince de yerlerinden çıkmadıkları, tersinden bir çatıcı…

Bugün olanlara baktığımızda ahval, Yunanistan’ın bu defa düzünden bir çatıcı gibi kullanılmakta olduğunu işaret etmekte… Yani bu defa Yunanistan’ı ortaya sürenler, Türkiye’den ilk silleyi yiyince saklandıkları yerlerinden çıkabilirler… Çıkmazlarsa eğer, Yunanistan’ın bir asır sonra tersinden bir çatıcılık daha yaptığı belirir ki; o zaman işin içinden çıkabilene aşk olsun!

Anlayan, anladı…

Azerbaycan’ın Karabağ’ı işgalden kurtarması, Türkiye vesilesiyle oldu. Ama işte bu vesile ile İran’ın, Türkiye’ye tarihî düşmanlık ve ihanet hassasına da esaslı bir mevzi motoru takıldı. Kafkaslar artık İran boğası için, ABD-NATO ve AB’nin, ipini boşaltarak saldıkları bir kavga çayırı… Bu çayırda İran’ın Azerbaycan’a toslamaya kalkması demek, Türkiye ile toslaşması anlamına gelecek… Zaten ABD, Irak’ı işgal ettikten sonra bir süre sömürdü ve kalanını, daha da semizlensin diye İran’a bıraktı. Irak’la kalmadı tabi… İran’a, parçalanan Suriye’de Türkiye’yi, Şam ve Halep gibi kadim sünnî şehirleri ele geçirip Şiileştirerek bir de güneyinden baskılama imkânı sunuldu…

Ya Fırat’ın doğusunda? Islık çalıp tavana bakmayalım; orada da el’an, ABD gözetiminde bir “PKK devleti” tesis edilmiş durumda… Böyleyken İçişleri Bakanı Soylu’nun sürekli, Başkan Erdoğan’ınsa ara ara, her terörist imhası ardından kamuoyuna “Yurt içinde şu kadar terörist kaldı! Üçü daha öldürülünce, sayı şu oldu!” nevinden açıklama yapmaları, Fırat’ın doğusunda, hem de petrol bölgelerini havî olarak kurulu PKK devletini nazarlardan kaçırmak için başvurulan bir yöntem değilse eğer, çocukların abaküs etrafındaki oyunları kadar yersiz ve manasızdır… Zira geçen zaman, ABD’nin PKK-PYD’li teröristlerden nizamî bir ordu ve devlete evrilme kapasiteli bir yapı kurma çabası lehine geçiyor. Uzun vadede emel, burada tahkim ettiği yapıyı Irak’ın kuzeyindeki IKBY ile birleştirmek ve daha da uzun vadede tam da İsrail gibi konumlanacak ikinci bir İsrail’i, “Kürdistan” tiltiyle teşekküle getirmek!

Bu manada ABD, bir yandan PKK-PYD üyesi on binlerce teröriste, konvansiyonel ve gerilla savaşını bir arada götürmek manasına hibrit savaş mahareti kazandırıyor, öbür yandan PKK ile çatışık IKBY’yi, bu çatışıklığı bitirmesi için baskılıyor. Ve bölgede ABD ile her konuda çatışık Rusya’nın, sırf bu meselede ABD ile aynı minvalde düşünüyor olması, Türkiye’nin başını elleri arasına alıp kara kara ama tez elden çözüme odaklı düşünme evresine geçmesini icbar ediyor…

İşte böyle bir manzarada Türkiye’nin, abaküsteki boncukları sayar gibi, yurt içindeki terörist sayısını, ölen tek bir teröristten sonra bile bir rakam eksilterek veriyor olması, kaydettiğimiz üzere Fırat’ın doğusundaki tehlikeyi nazarlardan kaçırmak için değilse, çocukça bir teselliden başka şey değildir… Şimdilik ayağınızı kemirmiyor diye, ayakkabınızı kemirip durmakta olan fareyi yok saymak, bir vakit sonra ayağınızdan da olmak manasına gelmez mi?

Bu karmaşık vaziyete bir de; Türkiye’nin, Fırat’ın batısında da Esed rejimi, Rusya ve İran ile baş başa kalmış olmasını, İdlip özelinde de en sıkışık halde bulunan tarafın Türkiye olduğu gerçeğini eklerseniz, batı hattımızdan başka doğu ve güney hattımızda da kurulu bulunan tezgâhın, pek de Türkiye lehine kâr ettirir bir vaziyet belirtmediğini anlarsınız… Üstelik namımıza işletilecek zarar, neresinden olursa olsun kâra dönmeye salık verecek bir mıntıkaya da, şimdilik işaret etmemekte…

Ya Batı Akdeniz ve Afrika? Libya’da oyun bozduk, tamam ama bu sebeple oyunumuzu bozmak için daha da pekleştiler… Hükümet yanlısı ve hamasî medyadan bazı köşe yazarları, bin yazı da yazsalar hepsi aslında tek bir yazının varyasyonları olan mehter fonlu ve tonlu tuvallerine her ne kadar Türkiye için “Kop da da gel aslanım!” yollu şuh ve pembe manzaralar tenazur ettirseler de, Fransa’nın başını çektiği heyula Türkiye’yi bölgede evvela “hukuk dışı kuvvet” olarak tescil ettirmek ve sonra bölgeden yaralı göndermek kastıyla hamlede bulunmakta… Libya’dan atarlarsa eğer, Fransa’nın tüm Afrika hinterlandındaki Türkiye hayıfının da yolu açılacak… Bunu biliyorlar ve bunun için çabalıyorlar… Bu çaba, dört bir yanda başka başka ve ağır uğraşları olan Türkiye’yi bükerse eğer, aleyhimize işlerin yıkıcı bir cabası da bu olacak…

Bütün bu hengâme içinde bir de Türkiye’yi, Batı âlemindeki Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, G20 gibi kurumsal zeminlerden kapı dışarı etme tehdit ve dahi çabaları… Daha dört gün önce (21 Ekim 2021), OECD bünyesindeki FATF (Mali Eylem Gücü), “kara paranın aklanması ve terörizmin finansmanını engellemede yetersiz kaldığı” için Türkiye’yi gri listeye aldı. Ya da ondan da üç gün önce (18 Ekim), Osman Kavala’nın serbest bırakılması için 10 büyükelçi ortak bir bildiri yayınladı… Türkiye’nin “İstenmeyen Kişi-Persona Non Grata” restinden sonraysa, geri adımları geldi… Geri adım ama görece geri adım… Ya da şöyle diyelim; sahte bir hamle ile niyet belirttiler ve Türkiye’den, karşı adım atmasını beklemekteler… Neyin karşı adımını? Dikkat buyurun; söze getirilmeyen atıflarımız daima, vitrine serili diplomasi kilimlerini örmeye değil, astara dikili diplomasi cüzdanlarını yoklamaya matuf… Yani meselenin aslını, kilimdeki nakışlar anlatmıyor, astardaki nakitler belirliyor…

1.KUŞATILDIĞIMIZ DOĞRU DA YA KUŞANAMADIKLARIMIZ.1

Bu nakitlerden avans kullanarak şöyle bir cümle kuralım:

-Kurt tarafından bir kere yenmesi kafaya konulmuş masum kuzuysanız neyse de, ya timsah tarafından ancak imkân olursa dişlenecek bir vasıfla kalkan, timsahın çamur küvetinde debelenen ve onun geniş ağzı etrafında vals yapan bir bizonsanız ne olacak?

Mesuliyet ve pisliği her daim timsahın şahsında baki bırakalım, tamam da, Türkiye’yi bir bizon gibi timsah dişine yaklaştıranları da görmeyelim mi?

Elbette bu atfımız, yeryüzünün en aşağılığı olarak gördüğümüz muhalefeti şamil değil… Zira onlar, timsahta mündemiç… Atfımız, kişisel hata ve ihanetleriyle bizonu timsaha doğru yersiz bir şekilde yaklaştıranlara…

Yani…

FATF’ın gri liste kararı ve on büyükelçinin, tastamam Türkiye’nin yargı sistemine müdahale etmek manasına gelen bildirileri, Türkiye kara para mevzuunda bembeyaz da olsa ve Osman Kavala’yı değil cezaevinde tutmak, el’an ipeklere sarmalanmış vaziyetiyle Beylerbeyi Sarayı’nda konaklatıyor da olsa, alınabilecek bir karar ve yayınlanabilecek bir bildiri… Yani her vesileyle Batı ve Batı müesseselerinin Türkiye düşmanlığı, sebebe ihtiyaç belirtmeyen bir veludiyet belirtmekte… İt, itliğini yapacak… Ve elbette, Türkiye de, izzet, şeref ve hakiki bağımsızlığı için Batı’ya karşı dik duracak… Yani durmalı… Ama işte bu dik durmak hassasının da, iğneyi Batı’ya batırdıktan sonraki çuvaldız safhasını, kendi kendine batırarak icra etmeli…

Mesela, mesele kara para mı?

Alın size; Türkiye’ye kara çalmak isteyenlere, çalacakları karanın karasının bizzat Türkiye’den verildiğine dair sadece bir örnek… ABD’yi hayalî ihracat yoluyla dolandıran çetenin Türkiye ayağı, Sezgin Baran Korkmaz…

Başkan Erdoğan tarafından Cumhurbaşkanlığı köşkünde bile ağırlandığı ve bütün medya tarafından “hayırsever iş adamı” olarak takdim edildiği zamanlarda, “Bu adama bunca hürmet, Türkiye’nin başını belaya sokacak!” diye Türkiye’de ilk olarak biz yazı yazmıştık… Ennihayet SBK’nın yaptığı dolandırıcılık da her veçhesiyle alenileşti. (ABD’deki ilk iddianame 2018, genişletilmiş iddianame 2019’da) Ve Türkiye’deki mal varlığına el konulup, kendisine de yurt dışına çıkış yasağı getirildi. (30 Eylül 2020)

Peki, sonra ne oldu?

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, 5 Kasım 2020 tarihli ve “Suç bulunamadı!” içerikli bir “Masak raporuna” dayanarak SBK’nın mal varlığı ve banka hesapları üzerindeki tedbirin kalkmasını talep etti. Aynı talebi bu defa 17 Kasım’da yurt dışına çıkış yasağı hususunda yineledi. Ve İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliği de bu talepleri yerine getirdi ve SBK kısa süre sonra boşaltılmış banka hesaplarıyla beraber yurt dışına kaçtı…

Ama dikkat buyurun; SBK kaçtıktan sonra Hazine ve Maliye Bakanlığı dedi ki:

-Masak’ın mahkeme kararında atıfta bulunulan öyle bir raporu yoktur!

Yani uydurulmuş bir evrak ile savcılık ve mahkeme, kafa kafaya vermiş ve SBK’nın yurt dışına paralarla birlikte kaçışının yolunu açmıştı. Zaten bunun da ardından Masak’ın “Suç var!” içerikli raporu ortaya çıktı. İşte Masak raporuna göre SBK’nın tedbir ve yasağını kaldıran aynı Başsavcılık, SBK hakkında arama kararı çıkarttı. Oysa ne SBK Türkiye’de idi, ne de paracıkları… O şimdi Avusturya’da, ABD’nin Reza Zerraf davasından daha kâküllüsüne özne olmak üzere, gözaltında… Ama biz bunu da geçelim ve işin daha da fecaat belirten şu tarafına bakalım:

Olmayan raporu varmış gibi göstermek suretiyle hata sayılması muhal bir karara imza atan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan, tedbir ve yasak kaldırılması talebini yazdığı tarihten (6 Kasım) 21 gün sonra (27 Kasım) Yargıtay üyeliğine, ondan da yaklaşık iki ay sonra Anayasa Mahkemesi üyeliğine atandı… Ya yardımcısı Hasan Yılmaz? Sonradan ortaya çıkan ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı adına Türkiye Bankalar Birliği’ne 6 Ekim 2020 tarihinde yazılan belgede onun ismi var ve bu belgede, SBK’nın banka hesapları üzerindeki tedbirin resen kaldırıldığı bildirilmekte… Gene dikkat buyurun; bu tarihten sadece on gün sonra, yani 16 Ekim’de bu defa Hasan Yılmaz Adalet Bakan yardımcılığına atanıyor!

Şimdi siz; Batı’nın, bu hukuk garabet ve faciasını, bu kara para müsamaha ve bulaşıklığını görmezden geleceğini mi zannediyorsunuz? Bugün vitrindeki diplomasi kilimine nakşedilip söze getirilmiyorsa, bunun sebebi onu mutlaka astardaki diplomasi cüzdanında saklamak ve Türkiye aleyhine daha da rantabl bir şekilde kullanmak hesabından varestedir.

Öyleyse; şahsi menfaatleri gereği Türkiye önüne dev hesap çıkartanları, yani Türkiye’ye varlıkları gereği düşman olanlara elle tutulur gerekçeler verenleri, Türkiye’nin dışındaki düşmanlarından niye ayırt edelim ki? Niye ayırt ediyoruz ki? Niye ayırt etmekteyiz ki?

Yani diyoruz ki; bizi batırma çabası zaten doğal olan Batı’ya karşı, “Dırınıt dıt dırıt dıt dıt, dıt dırıdıt dıt dıt!” tınılı mehter marşlarıyla karşı çıkalım ama bizi içimizden batırmakta olanları da “Seni ıhı ıhı hıııı!” tınılı itham ve tecrimlere muhatap kılmaktan da geri durmayalım…

Yoksa dışımızdaki Batı, içimizdeki batırıcılar için ipteki cambaz, içteki batırıcılar da dışımızdaki Batı’nın ceplerimizdeki eli olurlar da, bizi birlikte batırırlar ve biz batarken namımıza mırıldanan “Dııııııt! Dırıt dıt dıt! Dıt dırıt dııtt dıttt!” tınılı cenaze marşlarıyla ölüme yollanırız…

“10 Büyükelçi” hadisesini pas geçmiş olmayalım…

Türkiye’nin iç işlerine, hele yargı müessesine dışarıdan müdahale edilmesi ile namus ehli bir adamın yatak odasına müdahale arasında fark yoktur… Böyle deyince, zaten bu husustaki rengimizi de -gereği olmasa da!- belli etmiş oluyoruz… Ama gene bir noktaya atıfta bulunuyoruz:

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni 1954’te Adnan Menderes onaylamış, bireysel başvuru hakkından istifade yolunu 1987’de Turgut Özal atmış, AİHS’ne göre ve Avrupa Konseyi’ne bağlı olarak kurulan AİHM’nin zorunlu yargı yetkisini 1990’da gene Turgut Özal kabul etmiş…

Yahu, Anayasanın:

“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz…”

Diyen 90. maddesinin son fıkrasına şu eki de 2004’te ne o ne bu, bizzat Recep Tayyip Erdoğan yapmış:

“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda MİLLETLERARASI ANLAŞMA HÜKÜMLERİ ESAS ALINIR…”

1.KUŞATILDIĞIMIZ DOĞRU DA YA KUŞANAMADIKLARIMIZ.2

“10 Büyükelçi” hadisesi diyoruz ya; bu hadise belirttiği mahiyet itibariyle ne ilk idi ne de son olacak… 1994’te tutuklanan DEP vekillerinin, yatacaklarını yatmış olmalarına rağmen ennihayetinde 2004’te serbest bıraktıran da AİHM’nin müdahaleleri ve bu müdahaleler neticesinde kanunda yapılan değişiklikler değil miydi?

Şimdi hem kalk, kendi kuyruğunu öz elinle Batı hukuk kazığına bağla hem de kuyruğun iradi olarak hâlâ o kazığa bağlı iken aynı kazığı, hariçten böğrüne saplanmak istenen bir kazık gibi gör, göster ve eğer gerçekten sancılanıyorsan bu sancıyı kuyruğunu o kazıktan çözmek şeklinde dindirmek dururken bunu yapma, bunun yerine kuyruğunla bizzat bağlandığın kazığı tırmalayıp dur, bu suretle iç kamuoyunu sıkıştığın anlarda imdada çağır!

Her zaman diyoruz:

-Özüne Batılılık yerleşmişken, Batı karşıtlığı sende sözdedir ve Batı’nın sana özde karşıtlığı karşısında da fasledici bir çözüm yolun yoktur!

Tekraren kaydedelim; Türkiye’deki muhalefet, ilkesizlik, rezillik, fikirsizlik diye diye sıralanacak sayısız menfi özelliğiyle yeryüzünün en adi muhalefeti olmaya layıktır, iktidara gelmek uğruna eylemeyeceği ihanet, göstermeyeceği alçaklık yoktur! Ama işte muhalefetteki bütün bu menfilikler, tersinden ve müspet manada iktidarda da mündemiç değildir… Mesela Türkiye’yi 20 yıldır tek başına yöneten Ak Parti’nin fikir potansiyeli, Türkiye’yi Batı sömürgesi kılmakta şeref addeden CHP merkezli muhalefetin şerrini dindirmeye, dikelmiş kuyruk ve kulaklarını indirmeye yeterli değildir, zaten olmamıştır, olmadığı görülmüştür…

Zira Batılılık, en dindar motifine kadar Ak Parti hinterlandında hâkim vasıftır, Batı’nın özde Türk-Müslüman düşmanlığını göğüsleyip, onu Batı aleyhine döndürebilecek dünya görüşü Ak Parti’de gaip husustur ve ennihayet bu devran böyle devam ettikçe, muhalefetin Ak Parti’yi devirmek yolunda tek metrelik bir mesafe kat edemediği bir vasatta, Ak Parti’yi bizzat Ak Parti’nin kendisi devirecektir…

Dikkat edelim; yaptığımız şey, siyasî-politik bir değerlendirme değil, bedahet çapında tarihten süzülme bir keyfiyettir…

Unutmayın!

Yetiştirdiğiniz ve yerleştirdiğiniz kadro, düşman kutbunuz ile fikrî ve imanî manada tam zıtlık, duyuş ve düşünüş noktasında tam çelişiklik, bağlanılan semboller ve kendini ifade araçları mevzuunda tam didişiklik belirtmiyorsa, zaman, keyfiyet ve kemiyet açısından geçtikçe, aleyhinize geçer!

Keyfiyette pörsür, kemiyette erirsiniz…

Sizce bu dediğimiz, bakılınca görülmeyen bir şey midir?

BATI, bizim her halükârda batmamızı ister mi? Mutlaka evet… Öyleyse BATI, bizim kendi yükselişimizi her halükârda batışında aramamız gereken bir nispet ufku mudur? Mutlaka evet… Öyleyse; Kemalist politikaların bir semeresi olarak kafamıza kurulmuş “Batılı”yı oradan indirmeden, yükselmemiz de muhal… Kulağımıza küpe diye değil de, kafa ve kalbimize kurtarıcı bir flama olarak şu kıymet hükmü asılsa yeridir:

-Batı’ya, batılı kafayla tutulan kafa, çaresiz kopar!

1.KUŞATILDIĞIMIZ DOĞRU DA YA KUŞANAMADIKLARIMIZ.3

Batı’yı, öz hakikatiyle anlamadan ve onu içimize dolanlarıyla öz ağzımızdan kusmadan, Batı ile sahici bir mücadeleye giremeyiz… Bizim; felsefe sahasından itibaren yapmaya çalıştığımızın ne olduğunu sanıyorlar?

Hiç; bütün sembol değer ve kişilerine âşıklık belirttiğiniz adamların ait oldukları mevzilere, gerçek silahlarla gerçek ateşler edebilir misiniz?

Edemediniz, edemiyorsunuz ve bu yanlış, fikirden başlayıp bin yıllık muhasebeyi de yanına ala ala bütün duyuş ve düşünüş kutuplarına teşmil olunarak giderilmezse, daha uzun vakitler edemeyeceksiniz…

20 yıllık iktidar imkânları, milyar dolarlık tohum ve sulama masraflarıyla suladığınız tarladan eğer 20 yıl sonunda cırtlak bir ses ve kılkuyruk bir edayla:

-Biz bu davaya, ta filan il başkanlığının gençlik kollarında başladık!

Diye sesler geliyorsa, Batı karşısında bugün değilse eğer, yarın batmaya mahkûmsunuz…

2002’den, 2022’ye, 20 yıl… Tek başına iktidar devresi… Yaşı yetenler hafızalarını, yetmeyenler arşivleri yoklasınlar… 20 yıl önce Türkiye ve Müslüman Anadolu halkı için sorun teşkil eden birçok hadise, semizlenmiş şekliyle karşımızda-etrafımızda mıdır, değil midir? 20 yılda ciğersiz muhalefetin semizlenmiş olmasını da gözden kaçırmadan düşünün; vatanımızın örtülü işgal gücü CHP aracından 20 yılda tek bir teker, yetmedi tek bir tekerinden tek bir cıvata olsun sökülebilmiş midir, sökülememiş midir?

Ekser kısmıyla Anadolu’nun 20 yıl boyunca, tepeyi aşsın ve üzerimizden geçmek yerine boş bir vadiye yuvarlansın diye altına girdiği dev kaya, Ak Parti’nin yıllardır çektiği patinajlardan ötürü artık sürüklenemez olmuştur ve eğer bu saatten sonra o dev kaya daha fazla sürüklenemez ve dibine giren omuzlar kenara çekilirse, 20 yıllık emeğin heba olmasından başka bir de o dev kaya Anadolu halkı üzerinden, hem de daha yüksekten yuvarlanıyor olmaktan vareste bir hızla geçecektir ve 20 yıllık yararları da zarara inkılâp ettirici bir “toplam zarar”, tarih tarafından buna sebep olanlara atfedilecektir!

Türkiye, kötülük kastıyla kuşatılmış vaziyette mi? Mutlaka evet… Türkiye’yi yöneten iktidar bunun farkında mı? Mutlaka evet… Ama iktidarın farkında olmadığı için farkında olduğu şeyleri de hiçleştiren bir şey var… Onu kaydetmeden evvel gelin, 20 yıldır iktidarın ve Türkiye’nin başında bulunan Erdoğan’ın, daha eski zamanlarda kaydettiği bir kıymet hükmünü hatırlayalım:

“Şimdi tabi bizde bir adet var. Ülkede başımıza bir şey geldiği zaman hemen dış kuvvetler deriz, dış güçler deriz, işte yabancılar deriz, şu deriz bu deriz… Onlara çeşitli isimler buluruz ve “Bunlar sebebiyle işte biz ayağa kalkamıyoruz, kalkınamıyoruz birlik ve beraberliğimiz bozuluyor!” filan deriz… Yani bu doğru da olabilir ancak ben buna katılamıyorum… Niye katılamıyorum? Eğer sizin bünyeniz sağlamsa, bünyede olan virüs hiçbir zaman sizin o bünyenize zarar veremez…”

Evet; iktidarın farkında olmadığı şey, 20 yıl boyunca bünyeyi sağlam tutmak manasına elle tutulur tek bir icraatının gösterilemeyecek kadar yok oluşudur…

Evet; dış güçlerce kuşatıldığımız doğru, tamam da, ya dış güçlere karşı kuşanamadıklarımız?

Evet; Ak Parti, “Dış Güçler”i uyudukları yerlerinden uyandıracak ve üzerimize çullandıracak kadar vakarlı adımlar atabilmiştir ama işte bu çullanmaları karşılayabilsin diye milleti fikirde, duyuşta, düşünüşte, yaşam tarzında, kültürde sağlam bünyeli kılacak adımları atamamıştır… Böyle olunca da kurulması için arifesine gelinmiş müstakbel bir siga cümlesi, teşbihen ve misalen şöyle kurula yazmaz mı:

-Kapanını kurmadıysanız eğer, ne diye meramızda uyuklayan ayıya taş atıp da uyandırdınız!

Buyurun, memleket bünyesi ne derece sağlam, bir bakın…

Edirne’den Kars’a, memlekete televizyon dürbününden mi, içtimaî kaynaşma teleskopundan mı bakarsınız bilmeyiz ama mutlaka baktığınızda memleket bünyesinde sıhhat değil, sıhhatsizlik görürsünüz…

Zaten bu sebeple değil midir ki; geçmişte “dış güçler” mevzuunu zayıflığa bahane olarak gösteren Başkan Erdoğan’a karşılık son zamanlarda Ak Parti’yle beraber kendisi, politik dilinin burcuna bir bahane olarak bir tek “dış güçler” mevzuunun sancağını asabilmiştir…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi