İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Türkiye’de “Üniversite” denilen müessesenin, olması gerekeni ile olanı arasındaki uçurum giderek açılmaktadır…
Şu bir vakıadır:
Ak Parti, Türkiye’deki üniversite sayısını oldukça arttırmıştır…
Ama şu da bir vakıadır:
Boyaya tiner kattıkça kıvamının cıvıması gibi üniversite de, sayısı arttıkça kalitede cıvımıştır…
Peki niye?
Çünkü; gerçekte üniversite, eşya ve hadiselere hikmet nazarı çevirmenin, irfan tecessüsü doğrultmanın mekânı olmalıyken, Türkiye’de Toki başarısının ölçüldüğü bir mesele haline gelmiştir… Bu yönüyle de aslında üniversite, siyaset müessesesi ile mütahitizm akımının kurbanı olmuştur…
Her şehre hatta her ilçeye üniversite kurmak iddiası, kalabalık halk kitleleri nezdinde kulağa hoş gelen bir şeydir. Toki’ye talimat verilir, koca koca binalar dikilir, sonra da üzerine oranın üniversite olduğunu ihtar eden bir tabela asılır… Bu ana kadar da, her şey yolunda gibi görünür… Zira siyaset kurumunun başarısı, istatistiklere yansımış, mitinglerde namına vaveylalar koparılmış, kısa vadede siyasî rant devşirilmiştir…
Ama ya uzun vadede?
Memleketin, fikir ve teknikte neye ihtiyacı olduğunu ölçmeden, hangi alanda hangi kadrolara ihtiyaç bulunduğunu hesaba katmadan, sırf “desinler” diye açılan üniversitenin, köylük yerde zerzevat tezgâhı kurmaktan bir fark belirtmediğini anlamak için öyle uzun zamanın geçmesine gerek de yoktur, birkaç öğrenci neslini mezun ettiğinizde zaten ortalık işsiz ve iş bulma ihtimali de muhal üniversite mezunları ile dolacak ve bunlar da, “üniversiteli işsiz” olmanın faturasını, üniversitesini kuran kimselere kesecektir…
İşte şimdi; bu devredeyiz…
Ak Parti’yi, şehrine ya da ilçesine üniversite kurduğu için takdir edenlerin sayısı, bu üniversitelerden mezun olan işsiz sayısının altına düşmüş, haliyle takbih hissi, takdir hissinin önüne geçmeye başlamıştır…
Yani:
Boya artsın diye boya bidonuna eklenen tiner, kısa vadede boyayı hacimde arttırmış, böylece daha fazla duvar boyanmıştır ama işte şimdi de, kıvamı cıvıyan aynı boyalar, yediği birkaç mevsimlik yağmurdan sonra üzerinde durduğu duvarlardan akmaya başlamıştır!
Ak Parti evvelinde de zaten keyfiyet kıvamı oldukça düşük olan ama Ak Parti devrinde hiç bari keyfiyet kıvamı arttırılsın diye beklenen, buna rağmen popülist yaklaşımla keyfiyet kıvamı daha da düşürülen üniversite, basıldıkça alım gücü daha da düşen bir para birimi gibi artık, irfan ve hikmet enflasyonunun kurbanı olmuştur…
Amma işte bu kurban şimdilerde, Ak Parti elitlerinin takdis etmek manasına “Kurban olduğum!” dedikleri bir vaziyetin tahtına çıkarılmıştır!
Zalimin elindeyken “zulüm hançeri” diye kınanan alet, kınayanın eline geçince eğer, fikir ve irfan mangalına sokulup da yeni baştan harlanmıyor, adalet örsüne yatırılmıyor ve fikir çekiciyle dövülmüyorsa, burada düzenin değil, sadece “zulüm hançeri”nin bir el değişiminden söz edilmez mi?
Bu sualin cevabını, Ebubekir Sofuoğlu Hoca’nın, üniversite çevrelerinde yaşanan rezilliklere dikkat çekişine, Ak Parti tavanından nefretle “Haytt!” çekilmesinde aramalı…
Zira gazlı bez, kan ve irin dolu yaraya basılmıştır ve bu minvalde rahatsızlık ahı doktor olandan değil, hasta olandan, hasta olanın yarasından gelmeyecek midir?
Ama işte Ak Parti tavanından bazı kimseler bu yarayı, rejime değil de, kendilerine ait bir ayıp gibi görmeye başlamışlar, kendi idare ettikleri ülkede aksaklık ve eksikliğin muhal olmasını gerektirici bir kibre kapılmışlar, bu manada aksaklık ve eksiklik işareti yapan herkesi de, rejimin değil, kendilerinin muhalifi diye işaretler olmuşlardır…
Dost olanın, acı olanı söyleyemediği bir vaziyet içindeyiz…
Ve yalaka olanların, yaraları pansumana çağırmak yerine, halı dibine süpürdükleri bir vaziyete mahkum olmuşuz…
Fikrî bir iş görüş değil, fikirsiz bir diş gıcırdatışa denk gelen bu vaziyeti, her alana teşmili de mümkün şu cümlede toplamak mümkündür:
“Recep Tayyip Erdoğan’ın yirmi yıldır yönettiği bir ülkede, asla bir eksiklik ve aksaklık olamaz!”
Bu yüzden, misal böylesi idarecilerden, Manukyan’ı mezarından kaldırıp, YÖK’e başkan diye atamak gibi bir bedbahtlık zuhura gelse, Recep Tayyip Erdoğan’ın gerçek düşmanı vasfındaki bu nevi Ak Partililer, kendi ellerinden çıkma bu vakıayı da:
“Manukyan Teyze, kanun nezdinde tek suçu olmayan nezih bir Türk vatandaşıdır!”
Diye tevile yeltenmeyecekler midir?
Evet, Manukyan, kanun nezdinde, kendisine devlet eliyle nişan bile verilmiş bir suçsuzdur ama millet nezdinde, Anadolu kadınını namusu cihetinden pul pul satan suçlular suçlusu bir pisliktir!
Heyhat!
Millet, yalnız böyle bir pisliği değil, her alanın her pisliğini mislik diye yutturan kanunun üzerine bir inkılâp güneşi doğurmak istemiştir ama bunun için sahneye sürdüklerinin içinden, aynı kanunu canhıraş müdafaa edenler çıkmıştır…
Ve bunları aşamadığından, inkılâp güneşini doğurmak derdine yeniden düşememektedir…
Şimdi…
Vicdanınızın kulağını, vicdanınızın gırtlağına dayayın ve oradan gelen sesin, Müslüman Anadolu halkına çektirilen patinajdan mı, yoksa geriye doğru yuvarlanışından mı geldiğini anlamaya çalışın?
Çünkü Doğu Perinçek’in bile yandan çarkıyla mesafe katettiği bu ortamda, bize dair mesafe katettiği net olan tek şey, Kemalizm ile sarmaş dolaş olmuş muhafazakârlıktır… Onun da muhafaza ettiği şey gerçekte aslî değerlerimiz değil, Kemalizm’in kendisidir…
Son söz sadedinde…
Öz hakikatiyle hâlâ “biz” kalabilmiş herkes, kendisini ya patinajda ya da geri yuvarlanışta hissediyorsa, bunun boşuna olmadığını anlamak lazımken, bu hissi, dalga geçmek ya da yok saymak manasına boşuna alanların, mutlaka boşa alınacağını ben değil, mutlak fikir ve bütün tarih söylüyor…