İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Zamandan ve mekandan münezzeh Allah, zaman ve mekanla mukayyet insana gökleri gösterir ve zaman ile mekanı aşıcı bir nazarla onlara bakmasını söyler:
“O ki, birbiri ile ahenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahman olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin… Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk-3)
Fakat mekanı, düşünsel ifrazatına bağırsak kordonu eyleyen, zamanı da bu kordonun içine gaz diye yerleştiren gafil ve cahil insan, Allah’ın bütünü gösterici ve bu yolla bütündeki tüm parçaları da birer tefekkür ve hikmet mevzuu kılıcı bu tarzını anlamaz, bu sebeple Allah’ı, beşer tasavvur ringine indirir, orada kendi mahdut muhakemesinin hamakatıyla dövüştürür ve galibi baştan belli bu dövüşten, bağırsağı aklına dolanık, yellentisi de kalbine sinik olduğu halde kendi hamakatını galip çıkarır!
Misilsiz densizlik…
Ve bu densizliğin, kendisine daha çok küfür sahasında rastlanan kafir tiplemesine karşılık, kaidesi iman sahasında dikili olan kafir tiplemesi de vardır…
Kaidesi iman sahasında dikili, kaplama malzemesi Müslüman ama içi kat kat küfür betonuyla dolu, kafir tipleme…
Misal mi?
İşte misal; milletin imanına musallatlığını işaretlemek üzere, kendisini evvelce “manevi bir ötenazi makinesi” olarak işaretlediğimiz ilahiyatçı Mustafa Öztürk…
Buyurun; onun yeni değil, eskiden beri sahip olduğu, tek cümlesinde bile orjinalite belirtmediği ve en son, milletin sabrını taşırdığı için tekrar gündeme gelen şu laflarına bir bakın:
“Orion Takımyıldızı’na bak, Andromeda Galaksisi’ne bak, Samanyolu’na bak, National Geographic’e git okyanusun derinliklerine bak, kutuplara bak, boğazda erguvana bak, bir de Kur’an’da yirmi üç sene Velid bin Muğire aşağı, As bin Vail yukarı deyip, bütün kadrajını Hicaz, Taif, Medine’ye sıkıştırmış ve insanlığa son söyleyeceği sözün çapı, oradaki üç beş tane lavuk müşrik… Ve o müşrike Kur’an’da öyle küfürler var ki… (Ayıp yakalamış namus zaptiyesi edasıyla, çayını karıştırırken Kalem Sûresi’nden ayet okuyor, mezkûr müşrik için ‘piç’ denildiğini kendince işaretliyor ve devam ediyor) Bu Allah dili olabilir mi? İnsanî dil olamaz mı? Olabilir? Yanmış canı yav… Feverandır, olabilir…”
Başın başında ve kimseden çekinmeden kaydedelim; Mustafa Öztürk’ün, her harfi, fikir hile ve hokkabazlığıyla husule getirilmiş bu lafları, zaten küfürdür de, ama muhalfarz, bu laflarda küfre delalet eden tek bir şey olmasa bile, edilme tarzında alenen işlenen “Kur’an’ı ve Allah Resulü’nü tahfif etme” fecaatinden dolayı bu laflar gene küfürdür…
Evet; Mustafa Öztürk, alenen Allah ve Resulü’nü hafife alıyor, Allah dili olamaz diye tahkir ettiği Kur’an ayetlerini, tahkir edilme vasıfları da üzerlerinde olduğu halde Allah Resulü’ne atfediyor ve bunu da güya “Canı yanmış, ne yapsın!” gibi bir avansla yapıp alicenaplık gösteriyor!
Lavuk işte!
Hem de; küfründe orjinalite belirtmeyen, küfür kümesinin alelade tavuklarından bir tavuk olarak, lavuk!
Zira bu küfür tavuğunu, ne zaman köşeye sıkıştırsanız;
-E benim dediğimi, Farabî de söylüyor, gücünüz bana mı yetiyor!
Tavrına geçiyor ve küfründe orjinalite belirtmeyen tarafını, yoluk tavuk kabası gibi açıp gösteriyor…
Evet; Mustafa Öztürk, bizim İslamsı Felsefe demeyi tercih ettiğimiz “İslam Felsefe” kümesinin, alelade soydan bir küfür tavuğudur ve devrimizde hala gıdaklayabilme imkanını da, bizdeki fikir tenakuzlarından almaktadır…
Bizdeki derken, hususi manada “bizi” değil, umumî manada Müslümanların tefekkür vasatını kastediyorum… Zira hususî manadaki “bize” göre, orta yerdeki ifrazatı ilk yapan Farabî’dir ama umumî manadaki “biz”, bu vaziyetiyle Farabî’ye imtiyaz ve sevgi ambarımızın bütün tahıllarını teşrif etmek manasına saçarken, onun ifrazatını gagasıyla her tarafa sıçratan tavuklardan bir lavuk vasfıyla Mustafa Öztürk’e tahkir etmek manasına terlik fırlatıyor!
Tabi; bu biraz da, Mustafa Öztürk’ün, zatıyla gıcık bir adam olması ve milletin karşısına kanlı canlı bir vaziyetiyle geçip konuşmasından kaynaklanıyor… Yoksa; fikirdeki dalaletleri açısından Farabî ve dahi İbn-i Sina, Mustafa Öztürk’ün ancak sıska bir tavuk olarak vatandaşı bulunduğu kümesin, çelimli horoz vatandaşlarıdır, yani Mustafa Öztürk’ün, bağırsak kordununda guruldayan küfür gazı, gerçekte bu horozlara ait… Tabi bu nevi tavuklara karşı horoz olanların da, karşılarında tavuklaştığı horozları vardır ve bunlar da, Yunan felsefesinin Aristo’su ile Plotinos’udur… Anlayacağınız; bunların da bağırsak kordonlarında Aristo ve Plotinos horozlarının küfür gazı var…
Ve işte şimdi Mustafa Öztürk, horozlaşmak ve bağırsaklarındaki bin yıllık gazı, tavuk kılıp tepesine çıkmaya çalıştığı millete aktarmak istiyor!
Yaptığı işteki aleladelik, işte bu…
Ne imiş; National Geographic’ten belgesel izleyip, okyanusun derinliklerini görünce, Kur’an’ın nasıl da dar kadrajlı, üç beş lavuk müşrike kafayı takmış bir insan metni olduğunu anlayacakmışız!
Küfür kümesinin, lavuk tavuğu!
Dikkat edelim:
Muhalfarz, Kur’an, has ismiyle National Geographic’i adres gösterse, Andromeda Galaksisi’nin resimli izahını yapsa, ya da İstanbul Boğazı’ndaki erguvanlardan bahsetse, küfür mantığıyla bu defa:
“Ee! Necid çöllerindeki Arap insan değil mi, Güney Amerika’daki kaktüsler çiçek değil mi?”
Diye gene Kuran’a dar kadrajlılık atfedecek bu anlayış, sistematik ve organize bir tümevarım hinliği tüttürmektedir ve her neye bakılırsa bakılsın, her neden örnek getirilirse getirilsin, en nihayetinde bakılan ve örnek getirilen parçalar, bütünün kalan parçalarını gene kendi dışlarında bırakmayacak mıdır?
Misal; Bedir Savaşı, Müslümanlar için cihad kastıyla yapılan bütün savaşların anasıdır. Ama hatırlayın, 28 Şubat’ın kafir paşalarından biri, sırf Bedir Savaşı’nın Çanakkale Savaşı’yla kıyasladığı için Mehmet Akif Ersoy’a çatmış ve Bedir’in mücahid Sahabîlerine de “bir avuç bedevî” diye hakaret etmişti!
Ve kafirliği kendinden menkul ve kendinde baki bu paşanın, mantıkî olarak yaptığı hata ise keyfiyet ile kemiyet arasındaki ahengi kuramaması üzerine mebniydi…
Düşünün; insanlığın yaşanan ilk katli, Hz. Adem oğlu Kabil’in, kardeşi Habil’i katletmesi iken kim kalkar, insanlık tarihi boyunca işlenen bütün cinayetleri, ondan daha komplike diye Kabil’in cinayetiyle ölçüştürür?
Ve hesap edin; İslam uğruna yapılan savaşlara milyonlarca mücahid katılmışken ve Kadısiye’si, Malazgirt’i, Niğbolu’su, Ayn Calut’u, Haçova’sı demeden, yüzlerce savaştan Bedir’e selam çakılıp, Bedir’e tabiiyet ruhu tüttürülürken, kalkıp da bu savaşları, Bedir’i kemiyette tahkir etmek için kullanan çıkar mı?
Çıkmaz, çıkan olsa, misal Sultan Alpaslan’a şehadeti aradığı Malazgirt Meydanı’nda “Bedir’i aştım, Bedir ne ki!” gibi bir nara attırmış olur, böylece kendi eşekliğini de haykırmış bulunur ama işte müşahhas ve fiilî bir çarpışmada alenen beliren bu eşekliğe, mesela don lastiği gibi fikir sündürülen düşünce sahasında alenen ve aynen belirmediğinden, çokça düşülür, misal düşmüş kişisi kendi gözüyle National Geographic’ten belgesel izler, gönlüyle Kur’an’ı daraltır, ona eksiklik atfeder, bu eksiklikle onu Allah’ın ilahî kelamı olmaktan çıkarır ve canı yanmış Peygamber’in arızalı kelamı olmak mevkiine yerleştirir!
Ve bunu yaparken, fikir haysiyetinin gramını kullanmayan böylesi bir lavuk, fikir hilesini ton ton kullanır!
Mesela yirmi üç sene boyunca Kuran’ın kendilerinden bahsedip durduğunu kaydettiği Velid bin Muğire ve As bin Vail, Kur’an’da tek bir kez bile has isimleriyle geçmez, atfa gelince de Velid bin Muğire’ye Müddessir Sûresi’nde bir kez atıfta bulunulur, onun da hacmi Kur’an hacminin binde birine bile tekabül etmez… Bu nevi bir fikir hinliğinin, Kuran’ı güdük göstermek üzere girişilen bir fikir piçliği olduğu bir bağlamdaysa, Mustafa Öztürk mırıldanır, Allah’ın Resulü’ne, Tanrı mesajını insan diline çevirdiği inancıyla mitolojinin Hermes’inden roller biçer, böylece içindeki Farabî düdüğünü öttürür ve kendi düştüğü küfür çukurunu, Kur’an’ın düştüğü bir tenakuz çukuru gibi takdim eder:
“Kur’an’a uzaktan bakınca hiçbir sorun yok gibi görünüyor ama satır aralarına daldığınızda işin içinden pek çıkılmıyor.”
Aslında işin değil, imansızlık vehminin içinden çıkamayan, kendisidir… İçindeki şeytanî motivasyon, Kur’an’ı hatalı göstermek üzere odaklanmıştır… Elbette her bir kimse, inandığı şeyi tahakkuk ettirmek ister… Mesela bir Arap darb-ı meselinde şöyle denir:
“Bir şeye, ondan razı olarak bakan onda kusur görmez ve bir şeye, onda kusur görmek için bakan da onda tek meziyet görmez…”
Fakat iman ile küfür uçları arasında ve bin türlü teşekküle gelen bu diyalektik, kimisinde fikir haysiyetinden soyunur ve fikir piçliğine inkılap eder. İşte Mustafa Öztürk, bugünün piyasasında bu piçliğin taçsız krallarından biri olur ve milletin huzuruna fikir haysiyetiyle değil, sinsi fikir piçliğiyle çıkar!
Buyurun; bu nazarla bir bakın, İngiliz psikolog Peter Watson’un 1960’ta “Doğrulama yanlılığı” (confirmation bias) diye isim taktığı bu arızanın, kendisinde kemal halde olduğunu görün…
Ve bu arızanın, İslamsı Felsefe kümesinin tavukluk ruhu olduğunu anlayın ve Mustafa Öztürk’ün yukarıda kaydettiğimiz laflarını da, Kur’an’ın –haşa!- eksiklerini, ayıplarını, tenakuzlarını, çapsızlıklarını ortaya çıkarmak üzere geçirdiği ömrünün netice-i istifrası sayın…
Allah’ın işine bakın…
Kur’an için:
“Dar kadrajlı, bu yüzdendir ki, Allah kelamı değil!”
Diye saldıran Mustafa Öztürk’ün, küfür istifrası olan şu üç cümlesinde bile, iddia ettiği şeylerin tam aksi ve kendi lavukluğunun da ispatı var… Şöyle ki:
Hatırlayın; Mustafa Öztürk’e göre Kur’an, kafayı “üç beş lavuğa takmış”, “dar kadrajlı insan sözü” ya, bu lavuklardan biri de mesela Nadr bin Haris…
Kur’an’da has ismi geçmeyen bu adama, Kur’an’a ettiği bir düşmanlığı vesilesiyle Kur’an’ın tam sekiz ayetinde atıf var… Atıf konusu ne peki? Cevap verelim:
Kur’an’da geçen Peygamber kıssalarına “Bunlar, öncekilerin masallarıdır (Esatiru’l evvelin)!” diye saldırıda bulunması…
Nadr bin Haris, bir müşrikti… Hire’yi görmüş, Acem illerinin Rüstem ve İsfendiyar gibi kahramanlarına ait birçok hikayeyi lojiğine almış, Kur’an’la mücadele etmek için Hire’den şarkıcı kadınlar bile getirmiş ve ne zaman Allah Resulü, Allah kelamı olduğunu ilan ettiği Kur’an ayetlerini halka okusa oracıkta bitmiş ve:
“Bunlar Allah sözü değil, senin sözlerin, ben de benzer sözler söyleyebilirim!”
Diyerek tebliğe engel olmak istemişti…
İşte Nadr bin Haris’in dışarıdan ve hırlayarak yaymaya çalıştığı bu dalaleti, Farabî ve onun kapı filozofu Mustafa Öztürk, içeriden ve okşayarak yaymak iştigalinde bulundular, bulunmaktalar…
Nadr bin Haris, hırlayarak:
“Bunlar (Kur’an kıssaları) insan sözü… Uydurma… Öncekilerin masalları!”
Diyor, Farabî ve onun papağanı mesabesindeki Mustafa Öztürk ise fikir kasarak:
“Bunlar (Kur’an kıssaları), Peygamberin zor gerçeklikleri cahil halka açıklamak için kullandıkları semboller, hikayeler… Yaşanan şeyler değil…”
Diyor, birinin ok gibi dışarıdan delerek, diğerlerinin kanser gibi içeriden çürüterek yok etmek istedikleri Kuran’ı ise kıssaları bağlamında Allah koruyor:
“Biz sana onların başından geçenleri GERÇEK OLARAK anlatıyoruz (Nekussu)… Hakikaten onlar, Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetini arttırdık…” (Kehf-13)
Sadede gelelim…
Biz, Kur’an’ı, “üç beş müşriğe kafayı takmış dar kadrajlı insan metni” diyerek dişlemeye çalışan lavuğa, hem kendi lavukluğunu, hem de Kur’an’ın ne denli geniş kadrajlı olduğunu belirtmek için şöyle diyelim:
“Baksana; Nadr bin Haris ile Farabî’nin arası yaklaşık üç asır, Farabî ile senin aransa yaklaşık on dört asır ama Kur’an, kıssalarına masal dediği için sadece Nadr bin Haris lavuğuna atıfta bulunup, tarihin bütün lavuklarını kadrajına alabiliyor!”
Lavuklar milyon çeşit ve her devir varlar ama lavukluk, tek bir cins ve her devir aynı…
Mustafa Öztürk’ün, terbiyesiz bir tavuk ve utangaç bir deist gibi Kur’an’ı hedef alışı karşısında, aleni kafirler alenen zevklendiler, onların dışındaysa iki zümre tebellür etti…
İlk zümre, sosyal medya hesaplarından hadiseye tepki gösterenler ve ikinci bir zümre, tepki gösterenlere tepki gösterenler…
İlk zümrenin, gerçek müminlere tekabül ettiği bir bağlamda, ikinci zümreye biz alenen “Mümin değiller!” demeyeceğiz ama az evvel kaydettiğimiz Arap darb-ı meselini, kalplerindeki iman bulanıklığı ve itikat kayıklığına da nişane olsun diye tekrar kaydedeceğiz:
“Bir şeye, ondan razı olarak bakan onda kusur görmez ve bir şeye, onda kusur görmek için bakan da onda tek meziyet görmez…”
Öyle değil midir ki; içlerinde akademisyen, gazeteci, ilahiyatçı, öğretmen, öğrenci gibi birçok mensubu bulunan ikinci zümre, Mustafa Öztürk Kur’an’a “Allah kelamı değil!” diye, hem de pavyon ağzıyla hakaret ederken, ona hangi gözle, ondan razı olarak mı, onda kusur görmek üzere mi bakmışlardır ve dahi ona nasıl bir gözle bakmışlardır ki; kusuru onda değil de, ona “Hopp!” diyen müminlerde görmüşlerdir!
Şuna inanın; bu kimselerin misal akademisyen olanı, aynı üslupla Mustafa Öztürk kendi yazdığı makaleye saldırsa bir anda asabileşir, kalemini bir şiş gibi kullanmak evresine geçer ama saldırılması mevzu bahis olan Kur’an olunca bir anda medenileşir, Kur’an’a hakaretin edilebilme teminatını oluşturmaya çalışır!
İçinde ne hakimse, dışına da onun sancağını dikiyor, ya da dikmeye çalışan için dikebilsin istiyor neticede!
Çünkü kendileri bilmese de, kalpleri Kur’an’dan yana değil, Mustafa Öztürk isimli lavuktan yanadır, imandan yana değil, küfürden yanadır!
Bu sebeple böyle kimseler, Mustafa Öztürk’e, yaptığı terbiyesizliğin çeyreğini bile yapmadan, şiddete başvurmadan ve mutlaka fikirle karşı çıkan müminlere bakarlar ama kalplerinin illüzyonuyla karşılarında bir Moğol ordusu görürler! Handiyse, Mustafa Öztürk, öldürülmüş, derisi yüzülmüş ve derisinden de davul yapılmıştır!
Oysa şimdilerde Mustafa Öztürk, yediği haltın kendisine sağlayacağı avantajlar için kollarını şen bir halde açmış beklemektedir, bu bekleyiş sürecinde de kendisine Kopernik ya da Sokrates süsü vermekten geri durmamaktadır ve işte bu haliyle de ne korkmuştur ne utanmıştır, sadece menfaati gereği, olanlardan gene nefsi için cefa yağı çıkarmaktadır, bu yağ çıkarışı da:
“Artık balık tutup, fındık toplayacağım! Sizi terk ediyorum!”
Gibi, çıtkırılı küskünlük ve gerdandan katlamalı kırgınlık tavırlarıyla sergilemektedir…
Lavuk işte…
Oryantalizm kümesinin, bizim meramızda gıdaklayarak gezinen, lavuk tavuğu işte…