İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Sekülerizasyon, yani dünyevîleşme, yutucu bir canavar… Ve Batı, bu canavarın yuttuğu şey… Şimdi Batı, artık vücuduna kaynadığı sekülerizasyon canavarının ağzından alevler saçıyor ve kendisinden başka dünyanın her yanını da yakmak istiyor…
Baksanız, insanı din ve dinî olan her şeyden koparmak emelindeki sekülerizasyon, modern bir canavar ve Hristiyanlığı da modern zamanlarda yutmuştur… Oysa bu yutuşun gerçek vakti daha eskidir, başın başındadır ve bize göre Hak İsevîliğin, Yahudi Pavlus’un elinde Hristiyanlığa evrilip de, nüfus kütüğünün Kudüs’ten Roma’ya taşınması devrindedir…
Modern zamanda olan şeyse, Hristiyanlığın varoluş anındaki sancıyı yeni duyması ve bu sancıyla beraber gene kendi varoluşuna yönelerek birtakım tanzim ve taksimlere girişmesi…
Niye girişmesin ki; Hristiyanlık için mesela asırlar boyunca kendine ait bir ayakmış gibi üzerinde yürüdüğü şey, kendine başın başında girmiş bir kazık çıkmıştır!
Yunan felsefesinin kazığı!
Ve Hristiyanlık bu kazık ile öyle bir özdeşleşmiştir ki, şimdi bu kazığın girmesinden vaki sancı da baki; Hristiyanlık namına “kazığın çıkarılması fiili” muhaldir ve “kazıktan ayakla, hem de sancılı adımlarla yürümeye devam etmek” fiili mukadderdir…
Biz kazıktan ayak ya da ayaktan kazık dedik, siz onu Hristiyanlığın her uzvuna teşmil edin ve her kazığında bir uzuv, her uzvunda bir kazık görün…
Zaten Hristiyanlık, Pavlus eliyle Şeytan’ın insanlığa attığı en son ve en büyük kazıkların başında gelir…
Hristiyanlık, Yahudi hurafesi ile Yunan felsefesinin nikâhsız visaliden doğma veled-i zina… Ve bu veled-i zina için Tanrı, baştan ölü doğmuş bir düşük… Varmış gibi yapılan, yok…
İşte modern zamanlar Batı için, Tanrı namına “varmış gibi yapılmak” fiilinin de canına okunduğu zamanlar…
Yani artık Batı’da Tanrı, “varmış gibi yapılan yok” imtiyazını bile yitirdi, “yokmuş gibi yapılan var” avansından bile mahrum bırakıldı ve “yokmuş gibi yapılan yok” evresine girdi…
Anlayacağınız Batı, bütün pisliğini, en büyük pisliği de kendi olmak kaydıyla kusacak… Ve o istifra evresinin başında ve tek kurtuluşu da, kusmuğunu kendi dışındaki dünyaya kusarak, kendindeki acziyeti perdelemekte görmekte…
Başın başında sekülerizasyon canavarınca yutulan Hristiyanlık ve Batı, sonun sonunda ona başkalarını da yem ederse, belki kurtulacak…
Hesabı ve emeli, bu…
Baksanız 19. asırda Alman Nietzsche, Zerdüşt’ün ağzından Tanrı’nın öldüğünü haykırdı… Aslında Nietzsche, Batı’nın kendi ağzıydı…
Aynı asrın başında Fransız August Comte, bilimin yükselişi ile dinin çöküşünü senkronize etme derdine düşmüştü… Bu dert aslında, Hristiyanlık şahsında Batı patiskasının bir köşesinden itibaren tutuşması manasına gelmekteydi. Hızla ilerleyen alevler, doğum yapan bir kadının değil de, ölümünü yaşayan Tanrı’nın etrafına şen pervaneler halinde küme küme bilim adamı, filozof, edebiyatçı, antropolog, psikolog, şair vesair topladı…
Ama işe bakın siz; Tanrısız bir dünyayı, ağıt değil de, tebşir makamında duyuran modern çağ, Tanrısız pervanelere karşılık, etrafına Kilise pervanelerini de topladı. Onlar da Tanrı’nın mukadder öleceğini sezmişler ve Tanrı’ya en azından “yokmuş gibi yapılan var” avansından kullandırarak Tanrı’yı yaşatma emeline düşmüşlerdi… Eleanor H. Porter’ın Pollyanna’sına muziplerin “Tecavüz kaçınılmaz ise zevk almaya bak!” diye nara attırmasına daha var idi, oysa Hristiyan teologlar çoktan “Sekülerizasyon canavarınca yutulmak madem mukadder, Hristiyanlığın yeni temellerini bu canavarın ağız içinde yapmaya bak!” avuntusuna girmişlerdi. Nasılsa, Hristiyanlık denilen şey, ilahi ahkâmın mermer bloğundan değil, evvela şeytanî bir oyun hamurundan yapılmıştı ve bu oyun hamuruyla yeniden oynanabilirdi! Asırlar evvel Kalkedon’da, Konstantinapol’de, İznik’te toplanan birçok konsil zaten ne diye toplanmıştı?
Amerika’dan ve Avrupa’dan, Protestanlıktan ve Katoliklikten birçok teolog ve kuramcı –oyun hamurcusu ya da hamur oyuncusu!- işe koyuldular… Daha başın başında Pavlus’un, Tevrat’ın “Musa Şeriatı”nı dirseklemesi ve “Sevgi Dini” adı altında Hak İsevîliği, saklı seküler Hristiyanlığa evirmesinden sonra, modern devrin Pavlus’ları da bu defa açık seküler Hristiyanlık dizaynına giriştiler… Din diye inandıkları şeyin, zamanın ruhuna uymadığını anlamışlardı!
Ama sorun muydu?
Orta yere Papa megafonundan bir “aggiornamento” çığlığı atılır ve çıldırmak üzere olan Hristiyanlığa bir “çağa uydurma” balansı çekilirdi… Yapılacak şey belliydi. Tavşanın suyunun suyu değil, sekülerize edilmiş Hristiyanlığın sekülerize edilmiş şekli imal edilecekti. Nasılsa, hakikate göre değil, kafaya göre tefsirin aleti Hermenötik isimli bir de peri sopaları vardı…
Bütün bunlara rağmen vaziyet kötüydü ve bir Batılının itiraf ettiği üzere dünyayı Hristiyanlığa ihtida ettirmek yerine, Hristiyanlığı dünyaya ihtida ettirmeye başlamışlardı…
Ve aslında bu da, Hristiyanlığın batıllığının alameti, ayakta kalmasının teminatıydı…
Sekülerize edilebilen, din olamazdı ama din olmayan bu dinimsi şey de ancak, sekülerize edilerek ayakta kalabilirdi…
İşte Hristiyanlık serüvenini özetleyen kıymet hükmü:
-Yuttuğun şeyi hazmedemezsen, hazmedemediğin şey tarafından yutulursun…
Yahudi hurafesi, Yunan felsefesi, Roma hukuku, Greko-Romen düşüncesi, önüne gelen ne varsa hepsini zamanla yutan ama hazmedemeyen Hristiyanlık, ortaya böylece çıkan hazımsızlık rejiminin din kostümlü halidir…
Hz. İsa, Allah ile yaptıkları Ahid’den sapan İsrailoğullarını ıslah etmek, Ahid’i yeni bir Ahid ile düzeltmek ve mutlak dinin kemâl haldeki son şekli olan İslam’ı müjdelemek üzere geldi. Yani Hristiyanlık diye bir şey getirmemişti. Onu, Hz. İsa’dan sonra türlü desise ile Pavlus husule getirdi. Daha doğrusu Pavlus, Hz. İsa’nın ıslah edeceğini, iptal etti ve kendi kendine dinleşme temayülünün yolunu, önüne gelen ne varsa mideye indiren bir Tazmanya Canavarı üslubunca açtı…
İşte; kendi ibadet ve ayin şekillerini ve hatta iman esaslarını bile, bir dalalet kervanı gibi yolda dizen Hristiyanlık; bir “self-servis din”dir ve bu manada din de değildir… Zannedildiğinin aksine vahye dayalı da değildir. Ortaya karışık, üst model bir “kültür dinimsisi”dir ve vahye dayalı olması onun vakıası değil, iddiasıdır…
Basit düşünün; mutlak bir dinin mutlaka taşıması gereken ne kadar özellik var ise tek bir tanesi bile Hristiyanlıkta yoktur…
Hristiyanlığa dair bütün bunları, Allah’ın, insanlığa gönderdiği İslam’la farkı anlaşılsın diye kaydediyoruz…
İşte İslam’a bakın:
İslam’ın ismi, başın başında bellidir, kutsal kitabı Kur’an, Mukaddes Peygamberi Hz. M…d hayatta iken tamamlanmıştır, yetmedi bütün ruhuyla gene O’nun tarafından tefsir edilmiştir… Bundan maada eşya ve hadiselere dair bütün meseleler için ana istikametler, gene mukaddes dinin Mukaddes Peygamberi tarafından belirlenmiştir. Bu manada İslam’ın Peygamberi aynı zamanda insanlığın, yetmedi bütün âlemlerin Peygamberidir, iddiası da vakıası da buna uygundur, bu sebeple on dört asır boyunca İslam’ın temel kaidelerinde bir sapma meydana gelmemiştir, ibadet şekilleri nasıl belirlenmiş ise öyle eda edilegelmiş, Şeriat kaideleri teşri edildikleri haliyle intikal etmiş, tarih ve zaman, iman esaslarının mermerden dağlarından azamî toz kaldırmış, onları yerlerinden milim dahi oynatamamıştır…
Zira İslam âlemşümul ve zaman şümuldür, çünkü vahiy kaynaklı mutlak bir dindir, tarihi aşmaktadır ve işte bütün bu aleni özellikleriyle; self servis dinimsi Hristiyanlığın tarih ve zaman karşısındaki bütün ıkınmalarına, sekülerizasyon karşısındaki can çekişmelerine muhatap da değildir…
Ama dikkat edin; “Muhatap değildir!” diyoruz; “Muhatap edilmek istenmiyor!” demiyoruz!
İslam, sekülerizasyon canavarına tabiî bir karşılaşma ile muhatap değildir, bu canavar bizzat kendi ağız makamına kaynamış Batı tarafından üzerimize sürülmektedir…
Millî Kurtuluş Savaşı’mızın hemen ardından, Milli Kurtuluş Savaşı’nın gayesinden de kopuk olarak tepemize indirilen-bindirilen Kemalizm, sekülerizasyon canavarının başımıza dikilmiş zeballahisidir… Bu zeballahi, İslam’ı sekülerize etmek gayesini, İslam’ı yok etmek gayretlerinden netice alamayınca devreye sokmuş, sistem çapında işlettiği küfür ve zulüm çarkını bir asra yakın bir süre boyunca da işletip durmuştur.
20. asrın ilk çeyreğinde çizmesiyle Müslümanların gırtlağına basıyordu, ikinci yarısında dünya dengelerinin getirdiği mecburiyetle çizmesini boğaz kısmından göğse doğru kaydırdı, üçüncü çeyrekte çizmesi içine dalalet şarabı doldurarak sunma yolunu tercih etti, dördüncü çeyrekte çizmesini kâh ayağına giyinip çitme atarak, kâh eline alıp savurarak kullandı ama Kemalizm’in türlü gadr şekline karşılık Müslümanlar da daima tek bir karşılık şeklinde yekpare oldular, sekülerizasyona karşı durdular, medresesi kapansa, Kur’an’ı ahırlarda talim etti ama unutmadı, kafasına zorla şapka geçirilmek istense, kasketle perdelendi ve ilk secde fırsatında kasketini ters çevirerek takke yaptı, sekülerizasyon canavarının kalburundan ezanı geçirilip de Türkçe şarkı yapıldığında, ezanı gönlünün afakında okudu ve ilk fırsatta bunu yapanlardan, gene onların kanunlarını kullanma yoluyla intikam aldı, ezanını geri getirdi ve yakın zamanın hepsine şamil vaziyetiyle Müslüman kadının başörtüsüne el atıldığında direndi, zulmü yıkamıyorsa da yıkılmadı, örtüsüne namusunun kale bendi gibi sahip çıktı, başından zorla örtüsü alındığında utancından yere, öfkesinden de düşmanının kirli yüzüne baktı, başına peruk takmak zorunda kaldığında da aslında kahrından küfür için intikam setleri ördü ama asla teslim olmadı…
Ve bu teslim olmayış, 21. asrın başında ortaya Ak Parti’yi çıkardı ve birçok vesayet manzarasıyla beraber, başörtüsü zulmü de sonlandı…
Amma işte…
İşin “amma işte”sine bakmalı…
Gelinen noktada, halâ dipdiri, bütün kültleri ve ikonlarıyla cin gibi ayakta olan Kemalizm, küllerinden yeniden doğan Simurg kuşu gibi küfründen yeniden doğdu ve bir asırdır sürdürdüğü İslam’ı sekülerize etme ameliyesini 21. asrın ilk çeyreğinde de bizzat Müslümanlara taşere etti…
Bugün için manzaranın tenazur ettirdiği vaziyet şöyledir:
Sekülerize olsunlar diye bir asırdır başı su dolu bir fıçıya bastırılıp durulan ama gene bir asırdır “Boğulsam da hayır!” diyen Müslümanlar, Ak Parti şahsında çok önemli bir sapmanın eşiğinden geçirilmiştir, yani su fıçısına daldırıldığı bir anda içinde olduğu işkenceyi içselleştirmiş ve kendisini sekülerizasyonun allı pullu sazanı sanmaya başlamıştır!
Bu sebeple, 28 Şubat’ın başörtü zulmünden enstantaneler taşıyan fotoğraflarıyla, 18 yıldır Türkiye’yi tek başına idare eden Ak Parti’nin mağrur ve vaziyetten memnun başörtülü kadınlarını yan yana getiren ve “Ne idi, ne oldu?” başlıklı içerlenişler içeren karşılaştırmalar, vaziyetten ipuçları sunsa da eksiktir…
Zira vaziyet, birtakım nimetlere konan kimselerin, şımarma, iktidar nimetinden istifade etmek gibi nefsî hallerine taalluk etmekten başka, on dört asır dünyanın, tüm şeytanlıklarına, Türkiye özelinde de Kemalizm’e karşı sürdürülen imanî ve itikadî dik duruşun kırılmasına taalluk etmektedir.
Bu taallukun da taalluku işte; İslam’ın küfür eliyle bir türlü sokulamadığı sekülerizasyon sürecine Müslümanlar eliyle sokulmasıdır…
İşte bu; Ak Parti’nin farkında olmadığı ama sebep olmakta olduğu korkunç bir felakettir!
Dün Kemalizm zorbalığıyla üniversiteye sokulmayan başörtülü kadın, içine koskoca bir Kemalizm sevdası düşürüldüğü halde aynı üniversitenin başına geçirilmişse, buna İslam’ın hakikatlerine nispeten teslimiyet denir, mağlubiyet denir, irtidat denir ama asla zafer denmez…
Ama zafer diyorlar ve bunu da, vaziyetteki felaketi dillendiren Müslümanların gözüne gözüne sokuyorlar!
Oysa; bu hususta gerçek müminliğin ölçüsü şudur: Hubel’e rağmen Kâbe’ye sokulmayan mümin, Hubel’den razı olarak Kâbe’ye sokulmuşsa, kendisinden razı olunmama sebebi olan imanını dışarıda bırakmıştır!
Bu işi daha bir tebellür ettirmek için aslında başka numuneye gerek yok; Batı’nın dayatmasıyla imzalanmış İstanbul Sözleşmesi’ni, Batı’nın kendisinden bile daha hararetle savunan Ak Parti’nin bazı başörtülü kadınlarından, bu kadınların merkez üssü mesabesindeki Kadem’den, hem de onun başkanı ağzından, nafaka meselesi vesilesi ile çıkan şu cümleler, bütünden haber veren parça hükmüyle tek başına yeterlidir:
“Bize bir itiraz var… ‘İslam hukukunda nafaka üç aydır, iddet sürecince… Siz bunu nasıl tevil ediyor, nasıl açıklıyorsunuz?’ gibi bir itiraz… Siz sormadan ben bunu cevaplamış olayım: Burada şöyle bir tenakuz görüyorum, şimdi evlenirken, İslam hukuku kurallarına göre evleniyor muyuz acaba? Nikâh akdini, İslam hukukunun kuralları… Nedir onlar? Mehir mesela… Takdir ediyor muyuz? Yoksa öyle üç altın, beş altın, sembolik bir miktar olarak mı belirliyoruz bunu kadına? Yani istediğimiz kısmı İslam hukukundan, işimize gelmeyeni meri hukuktan yapıp, böyle bir sistem ortaya koyamayız. Her hukuk sistemi kendi içinde bir matematiği vardır, bir dengesi vardır. Bunu uygulayacaksak, doğru bir şekilde uygulamamız gerekiyor…”
Bu konuşmayı sakın, kadın meselelerinde başörtülü bir kadının alelade konuşmaları olarak görmeyin… Denizden alınan bir kova suyun, bir kova da olsa o denizin kimyasını yansıtması gibi, bu cümleler de, 21. asrın başında Müslümanları, hem de Müslümanlar eliyle sekülerize etme ameliyesinin denizinden alınmış bir kova sudur…
Dikkat edelim: Geçen asır boyunca Müslümanlar, din hakikatleri yönünden binlerce yasağa maruz kaldılar, mahrumluk yaşadılar ama ilk defa, bu mahrumluğu yaşatan sisteme, mahrumluk yaşatma mevzularıyla birlikte kabul tavrı gösterilmekte…
Bir asırdır; Kemalizm timsahı, bizi dişler, yerine göre uzuv uzuv yutardı da, ona asla ruhumuzu yutturmazdık, ruhumuz bizde kalınca da biz, biz olarak kalır, Kemalizm timsahı da hayal çiğneyip dururdu…
Ama şimdi; güya Kemalizm timsahına rağmen iktidara gelen Müslümanlar, bu timsaha ruhundan servis tabakları açmaya başlamıştır!
Kadem başkanı aslında bilmeden demektedir ki:
-Madem timsaha el ve ayaklarımızı kaptırdık, öyleyse tutarlı olalım ve ruhumuzu da kaptıralım!
Vaziyette gördüğü tenakuzu, aslında imanındaki tenakuzundan yansımış bu hanıma, bir zümreyi temsil ediyor haliyle şöyle demeli:
“Madem Avrupa’nın İsviçre’sine göre evleniyor, Avrupa’nın İtalya’sına göre ceza tatbik ediyor, Avrupa’nın Almanya’sına göre ticaret yapıyoruz, öyleyse dengeyi bozmayalım ve iman esaslarımızı da Avrupa’nın Katolizm esaslarına göre düzenleyelim ve ‘Avrupa’ya göre’ esasını zedelemeyelim ve tutarlı olalım…”
Zaten; İslam’ı, çağlar üstü makamından indirmenin ve Hristiyanlık gibi evrimle yaşar hale getirmenin nihai neticesi budur… Kemalizm’in bilerek, Kemalizm’in taşere edişiyle sekülerizasyona katılanların ise bilmeyerek hizmet ettikleri şeytanî emel budur…
Şeytan’la beraber, canları Cehenneme…
İşin rahmanî cephesine bakalım biz…
Tarih üstü hakikatiyle biz bu topraklarda, bir gün gene İslam’ın bütün esaslarıyla uygulanmasını isteyecek, bunun için mücadele edeceğiz…
Bu zaten, imanın levazımından olan bir şey…
Şunun farkındayız:
Düşmandan yediğin kroşe, sana toparlanıp kontra bir kroşe atmanı ihtar etmiyor da, düşmüşken onun ayaklarını öpmeyi ihtar ediyorsa, darbeyi yalnız suratına değil, ruhuna da almışsın demektir…
Şimdi evvela kendi kendinize, sonra da kulağı olan herkese karşı söyleyin:
-Allah’ın, nafaka süresi olarak mutlak manada tayin ettiği “üç aylık” süreyi, sekülerize olmuş kafalarıyla:
“Ama bu da çok az!”
Diyerek beğenmeyenler, ya da:
“Ama nikâhta İslam yoktu, nafakada da mutlaka olmamalı!”
Diyerek dirsekleyenler, İslam’la bağları şekil plânında devam eden ama ruh plânında kopan kimseler değil midir?
Bunlar, Kemalizm’in yapamadığı sekülerizasyon fecaatine taşeronluk etmekten başka ne yapmaktadırlar ki?
Bir asırdır, mirasta, nikâhta, ceza hukukunda, velhasıl hayatın sayısız dal ve budağında İslam’ı Müslümanlara yasaklı kılıyorlardı ama Müslümanlar, karanlıkların zindanında gündüzleri bekleyen mahpuslar gibi iman ve ümitlerini taze tutuyorlardı; oysa şimdi karanlıkların kucağındayken, iktidar nimetiyle Kemalizm’e taşeronluk edenlerin eliyle, Müslümanların içinde karanlık sevdası peyda ettirilmiş vaziyettedir…
Ne diyelim; “sekülerizasyon”, bir asır evvel kendini Kemalizm’e taşere etti… Kemalizm de, bir asırdır ruhumuzu dondurmak için nefesiyle onu bir karayel gibi üzerimize üfleyip durdu. Ama imanımızın ateşiyle biz donmadık ve her vesileyle onun soluğunu kesmek emelinde bulunduk… Kemalizm yıkılacak ama biz yılmayacaktık! Ama yeni asırla beraber bu defa Kemalizm, sekülerizasyonu Müslümanların bir kısmına taşere etti… Şimdi; ruhumuzu donduran aleti ele geçirince bu kısım, onu dondurma külahı gibi yalamaya başladı!
20. asırda Batı’nın ve onla beraber Hristiyanlığın kaçınılmaz bir bunalıma doğru sürüklendiğini gören Katolik Jacques Maritain, Katoliklere kadar sekülerizasyon seline kapınılması durumunu kendi devrinde, Hristiyanlıktan dolaylı yollarla kopmak manasında olarak şöyle özleştirmişti:
-Bu yaşanan, üstü kapalı irtidattır!
Biz de, sekülerizasyona kapılan ve bunu diğer Müslümanlara da dayatan Müslümanlara bakıyor ve çekinmeksizin vaziyetlerine kıymet hükmü konduruyoruz:
-Bu yaşanan, “örtülü” irtidattır!