İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
1999 Sakarya depreminde, resmi rakamlara göre 18.000 vatandaşımız can verdi. Depremin sembol ismiyse, yaptığı binaların tamamı çöken Veli Göçer ile yıkılmış bina kolonlarının, el ile ufalanan betonları içinde sırıtan deniz kabukları oldu…
Kamu öfkelenmişti. Kamu öfkesinin tanrısına kurban vermek lazımdı. Soy ismi ile “Mötahitlik” vasfı namüsemma Veli Göçer, kurban seçildi. O kurban olacaktı ki; bu nevi Mötahitliği ortaya çıkaran kudretli idare adamları ile diğer “Mötahitler” aradan sıyrılabilsin, şehirlerin afakına deniz kabuklu daha nice bina dikilebilsindi!
Veli Göçer, göçen binaları altında can veren 195 vatandaşa karşılık 18 yıl hapis cezası aldı. Onu da türlü yollarla ya azalttı ya da yatarını açık cezaevlerinde işlevsiz kıldı. Mesela yıkılan binalarının birinde insan ölmemişti. Oradan aldığı cezayı tehir için mahkemeye dilekçe yazdı. İşte o dilekçeyi, basın kuruluşlarına da gönderince, “Ben kirliysem, alayınız pasaklı!” denilebilecek vaziyeti de ifşa etti:
“1999 depreminde hangi gerçek çıktı ortaya? Araziler, zemin etüdü yapılmadan imara açılmıştır. Benim yaptığım binaların zemin etüdü de, depremde yıkıldıktan sonra yapıldı. Sonuç? Bina yapılamaz! E o zaman bana niye ruhsat verdiniz? Kimse bu soruyu sormadı?”
Soramazlardı, çünkü sorarlarsa, pasaklılık zincirinin ilk halkası Veli Göçer’den başlanır, şehrin tüm bürokrasisi dolanılır, alınan rüşvetler, liyakatsiz atamalar, bölüşülen rantlar hep ortaya dökülürdü… Kamu öfkesinin tanrısı nasıl olsa, Veli Göçer kurban edilir gibi yapılınca rahatlayacak ve sistem kaldığı yerden Veli Veli, Göçer Göçer işlemeye devam edecekti!
Ah devletle peçelenen ve maddî değil, manevi kokuşmuşluk ah!
Sen ne o günün ne daha eskinin ne de bugünün problemisin!
Bütün iktidarlara ait olarak tastamam, deprem kuşağında olmasına rağmen, ondan beter bir ahlaki yozlaşma kuşağında da olan Türkiye’nin, her devrindeki problemsin…
Hani CHP’li idarelerin, deprem kuşağında oluşumuzu hiçe ayıp, imar ve hazine rantı manasına deveyi hamuduyla yutuşları bir vakıa da, Demokrat Parti, ANAP, DYP ya da Ak Parti içinde teşekküle gelmiş rant çeteleri, deveyi “Haramdır!” deyu yutmayıp, armutla beslemişler midir?
Eğri oturup, doğru konuşalım… Şu son 15 yıllık süre içinde, öyle hikâye, tevatür, efsane filan değil, siyaset koşturuyor zannettiğimiz sayısız tipin, misilsiz zenginleştiğine şahit olmadık mı? Hani adamı, yaşam standartları açısından vasati memurluk belirttiği sahadan, uzay mekiğine bağlayıp zenginlik gezegenine fırlatsanız, sermaye bareminde gene de böyle bir keskin değişiklik husule getiremezsiniz… Öyle şahitlikler… Şehirlerimizde, milyonlarca insan, gerçekten de alın terlerini ırmak eylemiş, karın tokluğuna çalışırlarken, bir kalem oynaklığı kadar kısa sürede kasalara indirilen bu paralar, öyle hariçten filan değil, alın teri ırmaklarının satılmasından peyda edilir…
Demokrat Parti evresini, çok daha eskide kaldı diye geçelim ama mesela Anavatan Türkiye’sinde Turgut Özal, adeta elindeki sihirli sopasını kime değdirse, o kişiyi anında yaşadığı şehrin en zenginleri arasına sokuyordu, herkes biliyor.
“Özal Zengini” diye bir tabir var bu ülkede!
Hani “domuz pisliğinin”, kurdelelere sarılıp müzelerde sergilenmesinden daha beter bir vaziyet belirtiyorken, “Özal Zengini” kavramının toplum lügatinde içselleştirilmesi, nasıl bir çöküntü içinde olduğumuza da nişane…
Deprem çöküntüsü değil üstelik, ahlak çöküntüsü…
Kendi zenginini oluşturmak hevesi, pirinç tepsisindeki tek tük taştan adamı zengin kılarken peki, tepsideki yüz binlerce pirinçten vatandaşın hali ne oluyor, bunu kimse düşünüyor muydu?
Şunu kabul edelim; Türkiye’de sistem çarpıktır ve Türkiye’de sermaye, helal alın terinin değil, haram alım-verim’in elindedir! Bu bir vakıadır ve sebebi de, tek başına ne şu parti, şu adam, şu Başbakan değil, bizzat sistemin çarpıklığıdır… Ve sistemle dalaşmayan her siyasetçi de, kurulu bu düzenin eroinine alışmış-alıştırılmış haliyle çarpık sistemin çarkıdır…
İşte tam da bu sebeple Türkiye’de; dikkatler çarpık sisteme teksif edilmez, içten dışa doğru yansıtılır ve en az suçlu olanın ya da suç zurnasının zırt dediği delik olanın sırtına yüklenir ve pislik tezgahı ayakta tutulur… İşte; 1999 deprem zurnasının zırt dediği delik, Veli Göçer ve onun göçmüş bina enkazından bize sırıtan deniz kabuklarıdır…
Veli Göçer’in, zırt etmek manasına ne dediğini aktardık… Deniz kabukları da hal lisanıyla derler ki:
-Mal mal bakmayın! Balçık, tuz ve organik nice deniz mahsulüyle biz, betonunuz içine su sızdırırız, içindeki demirleri de çürütürüz… Kendi diken, yıkıldığında da ağlamaz…
O 1999, bu da ondan on yıl sonra 2009’dur ve şunlar da, Veli Göçer’e değil, İstanbul’un en “BÖYÜK MÖTAHİT”i Ali Ağaoğlu’na ait cümlelerdir:
“İstanbul’da inşaat benden sorulur. Bilerek söylüyorum; İstanbul’daki mevcut binaların %70’i güvenli değil… 1970’li yıllarda İstanbul’un Anadolu yakasındaki binaların tamamına yakınına inşaata malzemesini babamla ben sattık. Kumları Marmara Denizi’nden, demirleri hurdadan çektik… Deprem olursa, İstanbul’a ordu bile girmez, ölen şanslıdır…”
Duyarlı Mötahit Ali Ağaoğlu, avaz avaz bağırıyor ki; binaların %70’si yıkılsın ve yeniden yapılsın… Bir devri teselsül olarak da o zaman zaten, İstanbul’un en Böyük Mötahiti olarak ona çok “İŞ” düşecektir…
Vallahi, tepeden tırnağa kokmuşuz… Ve üzerlerimizdeki koku, fert fert ona buna ait değil, sisteme aittir… Hani televizyonda enkaz görüntüsü izlerken, duyuyoruz:
-Bir de salonda biri olduğu tahmin ediliyor…
Salon dediği, tuz buz olmuş enkaz altında, tavanı tabanına yapışmış salon… O “biri” de, işte orada sıkışmış bir insan’
Yahu deprem kuşağındaki bir ülkede, depremde kolay kolay yıkılmaz bina inşa etmek çok mu zor!
Aslında zor olan bu değil, tepeden tırnağa kokmuş sistem içinde, birilerinin daha az kazanmaya ikna edilmesi…
En tepeden, en aşağıya, daha fazla kazanmak, daha hızlı zengin olmak için çevirmedik fırıldak bırakmıyoruz, sonra deprem milyonlarca yıl olduğu gibi gene yaşanınca da evlerimiz yıkılıyor ve biz hep birden vır vır ediyoruz, bu vır vır fonunda da kokuşmuş sistem, saltanat sürmeye devam ediyor…
Ve görmüyoruz, esas kırıkların, vatan zeminimizde değil, ahlâk zeminimizde olduğunu, onu da kırık hale getirenin kokuşmuş sistem balyozu olduğunu, görmüyoruz…