İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Yaklaşık bir asır evvel, yedi düvel haremimize girmesin diye “Çanakkale geçilmez!” diye haykırmış, bu uğurda 250.000 şehit vermiştik… Bugün yedi düvel, tersinden ama saklı işleyen bir sistemle bize “Çanakkale’yi geçmeyiniz!” demekte…
Tabi bu cüret, asırlık mazisiyle “Yurtta sus, cihanda sus” şeklinde işletilen teslimiyetçi politikaların bir sonucu… Yedi Düvel, bundan cesaretle dünün Türkiye’sine der gibi bizden, Çanakkale boğazını geçmememizi ve bir zamanlar bir Türk Gölü olan Akdeniz’e inmememizi istemekte… Akdeniz’i, bizim için sadece çıplak baldır daldırılan ve salt turistik gelir getiren tuzlu bir havuz işletmesi olarak konumlayanlar, Kıbrıs Adası etrafını adeta delik deşik etmekte, buldukları doğalgaz rezervlerini Türkiyesiz payumalin hesabını yapmaktalar.
Bunun için Afrika kuzeyinde kümeleşen sırtlan kümesi içinde Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve pek tabiî ki; bu ülke idarelerinin tasmasını elinde tutan İsrail var. Bunlar, Akdeniz’e güneyinden bir patronaj kulesi gibi bakan Libya’yı, Akdeniz doğalgazını Türkiyesiz paylaşabilmenin kıstas ülkesi gibi görmekteler. Bu sebeple de, 2011’de devrilen Kaddafî sonrasının Libya’sını ele geçirmek adına kaç zamandır didinmekteler…
Aslında Akdeniz özelinde ve Libya üzerinden peyda olan bu didişiklikler, daha Kaddafî idarede iken ve Kaddafî’nin bir ilân ve çağrısıyla başlamıştı. Ne idi bu ilân ve çağrı? İzah edelim:
Kaddafî, 2009 Mayıs’ında Akdeniz’de münhasır ekonomik bölge (MEB) ilân ettiğini ve sınır ülkelerle anlaşmaya hazır olduğunu açıkladığında, Türkiye bu çağrıya karşılık vermiş, karşılıklı kıyıları bulunan Türkiye ile Libya’nın bir sınırlandırma anlaşması yapabileceğini anlamış ve Recep Tayyip Erdoğan 2010 Kasım’ında Başbakan sıfatıyla ve yanında haritalar olduğu halde Libya’ya gitmişti. İki ülke anlaşacaktı, iş, teknik düzenlemelere kalmıştı. Düzenlenmeler başlamıştı da…
Ama bir kaç ay geçmeden Libya’da hadiseler patladı ve tuhaftır ki; Türkiye’nin de içinde bulunduğu NATO koalisyonu, İzmir’deki Nato üssünden yönetilen bir operasyonla Kaddafî’nin Libya’da devrilmesini sağladı!
İşte Türkiye’nin, kudretli ve tam bağımsız olamadığına nişane bir vakıa…
Türkiye namına, el sıkışmak üzere olduğu elin kesilmesi operasyonunda yer almak, pek tabii ki münafıklık belirten sinsi bir politikaya değil, Nato iradesi karşısında ezici irade gösterememek ve oluşan yeni durumda varlığını zedelemeyecek yeni bir pozisyona geçmek yollu bir politikaya müstenitti. Bu durum, Kemalizm’in “yurtta sus, cihanda sus” ana politikasına aykırılıktan doğan ve Türkiye’yi Fatih, Yavuz ve Kanunî üçlüsü birlikte yönetse bile ortaya bir dolu diplomasi tenakuz ve akameti doğuracak ahvalin bir yansımasıydı. İçte Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarının oluşturduğu kafa karışıklığı ve mecal fukaralığı, yurtta susmamak, cihanda susmamak ve anın vakıası olarak Akdeniz’de de susmamak şeklinde fikrî bir istikamet tutturmuş Türkiye’yi ayaklarından prangalarken, aynı zamanda bu vaziyet Türkiye’yi, ana dünya politikaları belirleyecek kudrette olmaması sebebiyle, aralardan sıvışarak aleyhine politika belirlenmemesini sağlamak gibi fiilî bir istikamete sokmuştu.
Bu ahvalde ve böyle böyle Akdeniz’de 8 yıl geçti… Ve Akdeniz’in altında, Türkiye’nin 572 yıllık doğalgaz ihtiyacını karşılayacak rezerv bulunduğu tescillendi. Doğu Akdeniz’deki bu rezervin toplam değeri, 3 trilyon dolar olarak hesaplandı. Bu meblağ, uğruna birkaç dünya savaşı çıkarmaya değecek kadar çoktu.
Bunun için Güney Kıbrıs, “ortada böcük” oyununun böcüğü vasfıyla, İsrail, Mısır, Lübnan gibi ülkelerle deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmaları imzaladı. Ortadaki böcük ile çıyan, yılan, akrep gibi daha tehlikeli ve öldürücü haşarat arasında ortaklık kurulmuştu ve ne Kuzey Kıbrıs, ne de Türkiye, Akdeniz’le sınır ilintisi en çok olmalarına rağmen bu ortaklığın içinde yoktu!
Hal böyleyken Türkiye, 2010 yılında Kaddafî ile masaya açtığı haritaları, Libya’nın BM tarafından tanınan Trablus merkezli hükümetiyle (Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti-UMH) yeniden açmalıydı. Böyle de oldu. Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar, 5 Kasım 2018’de Libya’ya gitti. Çalışmalara hız verildi ancak tıpkı 2010 Kasım’ında anlaşma için çalışılırken 2011 başında Kaddafî’nin devrilmesinde olduğu gibi gene, 2018 Kasım’ında başlayan aşk tamamına erdirilemedi ve 2019 yılı başında Libya gene karıştı!
İsrail, yanında kapı köpekleri BAE, Suudi Arabistan ve Mısır, Libya içinden tasmasını tutup yönlendirecekleri ve kendisiyle Libya’yı karıştıracakları köpeği General Hafter şahsında buldular. Hatta nice BM ülkesi, BM’nin tanıdığı Trablus merkezli Libya hükümetinin devrilmesi için General Hafter güçlerine alenen destek verdiler. Uluslararası çatı örgütlerin, gerçekte uluslararası zorbalık çeteleri olduğunu da tescilleyen bu hareket karşısında Türkiye sessiz sedasız, silahlı ve silahsız insansız hava araçları, zırhlı personel taşıyıcıları ve Suriye sahasından arttırdığı bir kısım mücahit gruplarla Trablus’u, handiyse onu yutmak üzere olan Hafter güçlerinden kurtardı ve durumu, 8 yıl önce rafa kalkan münhasır ekonomik bölge anlaşmasını raftan indirilmesi durumuna inkılâp ettirdi.
İşte raftan indirilenler, 29 Kasım 2019 günü Dolmabahçe Sarayı’nda, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Trablus merkezli, Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti Başkanlık Konseyi Başkanı Fayiz Serrac arasında imzalanan “Libya-Türkiye Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” şeklinde teşekküle geldi.
Bu anlaşma ile ne oldu? İzah edelim:
Türkiye kıyıları ile Libya kıyıları arasına çekilen deniz yetki alanı şeridi, Yunanistan ile Mısır ve Güney Kıbrıs arasına adeta “sudan bir sur” örmüş oldu. Üstelik bu hamle tam da, Yunanistan’ın, uluslar arası hukuku kahve falcısı gibi yorup, Girit, Kaşot, Kerpe, Rodos ve Meis adaları hattını esas alıp, bu adaların da kıta sahanlıkları olduğunu iddia edip, Güney Kıbrıs, İsrail ve Mısır ile sınırlandırma anlaşmaları yapmak ve Türkiye’yi, evvela Antalya körfezine hapsetmek ve sonra bir kedi gibi Akdeniz leğeninde boğmak üzere olduğu bir anda imzalandı. Yani Rum piçliği, kendi ana karasının kıta sahanlığına, devrinde Türkiye’yi idare edenlerin gazoz ısmarlar gibi kendisine ısmarladığı adaların da kıta sahanlığını ekleye ekleye Güney Kıbrıs kıta sahanlığıyla bütünleşmek ve böylece Atina’dan Lefkoşa’ya adeta sudan bir sur çekmek ve Akdeniz’i Türkiye için Kıtdeniz’e evirmek isterken, çekmeyi tasarladığı setti Türkiye, onu dikine kesiyor olarak Libya ile arasında çekmiş oldu. Yunanistan’a da artık “Bu şeridi de takmam, uluslar arası hukuku da!” demekten başka çare kalmadı!
Bu çare, tekmil edilmiş Yunanistan eliyle elbette her zaman sahneye sürülme ihtimali olan bir zorbalık senaryosuna gebe… Yani “Setti çektik, iş bitti!” demek mankafalık olur. Zira asıl curcuna, bu setti çektikten sonra kopmaya meyyal… Kopmasın demiyoruz, kopsun da… Dediğimiz şu: “Uluslararası hukuk” denen ve “usulüne göre sömürme” diyalektiğiyle işletilen martavala iman eden varsa, Türkiye’yi bu anlaşma vesilesiyle Akdeniz’de mutlak zafere ermiş saysın… Ama eklediğimiz de şu: Mutlak zaferler, kazanım kazanım örülür ve çocukluk argomuzun ettiği “Ağlamayana pepe vermezler!” deyişi bu hususa has olarak tam da şöyle tekellüm edilir:
“Çalkalanmadan durulmaz Akdeniz!”
Akdeniz’in durulmasından kastımız, Türkiye’nin Akdeniz’de boğulmak emellerinin def edilmesidir. Yani Akdeniz’i biz çalkalamazsak, Akdeniz’de bizi çalkalayacaklar! Bu manada Libya anlaşmasını mutlak bir zafer görmek, elbette bir martaval ve anda olan sadece, onun keskin diplomatik hamlelerle elde edilmiş bir kazanım olması… İş, bunu dengeli bir diplomasi siyasetiyle tamamına doğru erdirmekte… Ama bütün denge payları sizde de olsa, büyük bir dünya savaşının bu vesileyle Akdeniz’de kopamayacağını söylemek de, safdillik olur…
Libya-Türkiye anlaşmasına bu manada safdillik etmeden bakmalı… Öyle bakarsak evvela bu anlaşmanın, Akdeniz’de deniz sınırları konusunda yapılan 5. anlaşma olduğunu görürüz. Kalan dördünden biri zaten Türkiye ile KKTC arasındaydı. Diğer üçü de, Güney Kıbrıs ile İsrail, Lübnan ve Mısır arasında... Yani artık “Bitlis’te beş minare” şeklinde terennüm edilen türkü , “Akdeniz’de beş anlaşma, beşi de birbiriyle çatışık anlaşma” şeklinde terennüm edilecek... Zira Güney Kıbrıs-Yunanistan ikilisi, dünyaları kazanmak üzere kurdukları tezgâhı bir süredir Türkiye yüzünden açamıyorlardı ve Libya-Türkiye anlaşmasıyla şimdi, kurulu tezgâhını açamayan seyyar satıcılık cakaları üzerinde yeni ve daha güçlü bir zabıta patronajı hissetmeye başladılar.
Türkiye artık, Libya ile anlaşmasından doğan haklarla Rum tezgâhı yanına, hem de daha afili bir tezgâh açma ihtimalini iyice tebellür ettirdi. Zaten Dolmabahçe’deki anlaşmadan kısa süre önce bir de, KKTC Ekonomi ve Enerji Bakanı Hasan Taçoy, özü şu olabilecek bir teklifi, belli ki evvela Türkiye ile konuşulmuş bir perdeden dillendirdi:
“Türkiye-KKTC arasındaki 80 kilometrelik su boru hattına paralel iki de doğalgaz hattı kuralım. Birinden KKTC’ye Türkiye’den doğalgaz taşınsın, diğerinden de KKTC’den Türkiye’ye…”
Yani Hasan Taçoy, Akdeniz tabanında yatan doğalgazın doğal sahibi gibi konuştu ve Türkiye’ye adeta “Gaz gelecek yerden, gaz esirgenmez!” dedi ve bu durum, bugünlerde sofrasına karın tokluğu için koyacak ekmek bulamayan Güney Kıbrıs-Yunan ikilisinin aç karnında gazlanma peyda ettirdi. Şimdilerde bütün Akdeniz’le beraber biz, bu gazın guruldama sesini duymaktayız... Oysa bu guruldama, tıpkı bir asır evvel önümüze Yunan’ı şımarık bir figürasyon olarak atan ama bu figürasyonu daha sonra, perde ardında İngilizler’le masaya oturup onlarla anlaşanların kahramanlaştırılması işinde kullanmak üzere satan daha dev güçlerin karnından gelmektedir! Yani Akdeniz’deki açlık ve hazımsızlık gurultuları, yakın gelecekte bütün dünyanın duyacağı ve aç karınlardan değil, dinç silahlardan gelen tarrakalara inkılâp edebilir… Yazın bir kenara…
Bize sorarsanız Türkiye, tam da bunun farkında olduğu için Güney Kıbrıs-Yunan ikilisine de değil de, Akdeniz’le bağı olan tüm ülkelere seslendi, onlarla diyaloga hazır olduğunu kaydetti ve İsrail ve Mısır başta olmak üzere Akdeniz’de kıyısı bulunan diğer ülkelere de sınırlandırma anlaşması çağrısında bulundu. Ancak bu çağrısı, ortada böcük oyununun böcüğü mevkiindeki Güney Kıbrıs’a dair bir kayda da malik:
“Güney Kıbrıs hariç!”
Yani etrafındaki bütün haşarat devletleri etrafına toplayıp barbekü partisi veren böcek, hemen yan tarafına Türkiye’nin kurmayı vaad ettiği barbekü partisinin davetli listesinde tersinden yer bulmuştu:
“Güney Kıbrıs hariç, herkesle oturup yiyip içebiliriz!”
Hal böyle olunca, Türkiye’yi yok sayarak Akdeniz varlıklarına çökme hesapları yapan Yunanistan, Akdeniz doğalgazını henüz çıkarmamış ve semizlenmemişken, doğalgaz ortaklığından da olmak endişesiyle kendi kamuoyuna haber bültenlerinden gaz vermeye başladı:
“Libya-Türkiye Girit'i haritada yok sayarak münhasır ekonomik bölge anlaşması imzaladı!”
Yunanistan açıkça, kendi kamuoyunu:
“Krize doğru yüksek adımlarla ilerliyoruz!”
Diye germeye devam ederken, Türkiye’yi Yunanistan’ın lehine olarak gerense pek tabii ki, “Yunan’ı denize dökmüş” Mustafa Kemal’in partisi CHP oldu. Bir asırdır “Yunan’ı denize dökme” nakaratı üzerinden millî havsalada türkü takatı bırakmayan CHP, gene “Yurtta sus, cihanda sus” tekerlemesinin bir yansıması olarak ve dış politikalardan sorumlu vekili Ünal Çeviköz ağzından “Akdeniz doğalgazı ve Libya anlaşması” konusundaki resmî tezini şöylece ortaya koydu:
“Suriye’de Esed’le anlaş, Mısır ve İsrail’le barış, Libya’nın iç işlerinden sıvış, Türkiye ve KKTC’nin çıkarları içinse dünyayla dövüşme, seviş…”
Recep Tayyip Erdoğan, CHP’nin bu tavrına ateş püskürdü ve bizce eksik bir ifadeyle durumu şöyle temessül etti:
“Biz sahada futbol oynuyoruz, bunlar tribünden izliyor!”
Temessülün tamı ve hakikate tam uygun olanı nasıl olmalıydı? Bizce şöyle:
“Biz sahada futbol oynuyoruz ve CHP, tribünden topuklarımıza ateş ediyor!”
CHP’nin, varlık gayesi zaten Türkiye’yi “yurtta ve cihanda susturmak” ve hangi iktidar Türkiye’yi yurtta ve cihanda konuşur hale getirirse, onu da susturmaktır!
Ama gene de Libya anlaşması Meclis onayına sunulunca ona açık muhalefet etmesi, CHP’yi bu şartlarda fazlaca yıpratacağından güya destek şeklinde temayüz etti. 600 sandalyeli Meclis’te bu anlaşmayı onaylama görüşmelerine 306 milletvekili katıldı ve güya dört partinin onayladığı anlaşma ancak 293 oyla kabul edilebildi!
Oysa hatalar ve yanlış algılardan doğan politika farklılıkları bir yana, haini olmayan bir ülkede böyle bir anlaşmanın onayı 600’de 600 olarak gerçekleşirdi. Yani ortada bir sehpa olsa ve bu sehpanın dört yanında insanlar, her bir insan bu sehpaya farklı açılardan bakacağı ve farklı yönlerini göreceğinden ortaya, zenginlik de doğuran görece farklılıklar çıkar. Oysa bu misalimiz Türkiye’deki farklılıklar özelinde şöyledir: Ortada bir sehpa var ve etrafında insanlar, bu insanlardan bazıları sehpaya, onu nasıl ele alsa ve yan yana durduğu insanlardan bazısının kafasına nasıl geçirse hesabıyla bakmaktadır!
Ak Parti ve MHP’nin Meclis’te toplam 339 milletvekili olduğunu düşünecek olursak, ortadaki iştiraksizlik de dahil, zıt bakış açıları sebebiyle Türkiye’nin, Akdeniz mevzuunda ve dış politikaya hasredilmiş güçlükler yaşayacak olma ihtimalleri bir yana, asıl sarsıntıyı iç politika maktaından yaşayacağını söyleyebiliriz… Yani düşmanın şimdilik diplomatik, yarın muhtemel askerî yönden Akdeniz kapılarımızı dıştan toslayan koçbaşları eğer bizi sarsacaksa, bu sarsıntı en çok içteki hain koçların içten toslayışları vesilesiyle olacak…
Libya-Türkiye anlaşması vesilesiyle Akdeniz mevzuunda söyleyeceklerimiz, Dolmabahçe anlaşmasının Türkiye’yi hangi noktalara sürükleyebileceği mevzuundaki iki hususu işaretledikten sonra, şimdilik bu kadar…
İlk husus şu:
Türkiye’nin Libya ile kıyıdan kıyıya sudan ördüğü setti yıkmak için Rum heyulası ve uluslar arası çete örgütler, şimdilik bu settin Türkiye kanadına direkt çullanma vaziyeti almak yerine, Libya kanadına yüklenmek yolunu seçecekler… Yani Trablus Libya’sını devirmek ve Dobruk Libya’sını doğrultmak için artık önlerinde koskocaman bir gerekçe var. Baton çubuğu İsrail’in elinde, BAE, Suudi Arabistan, Mısır, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve Trablus hükümetini tanıyor da olsa BM üyesi birçok Avrupa ülkesi ve dahi Amerika, bir sırtlan orkestrası halinde senfonik ürüyecek ve yürüyecekler ve ilk etapta, Libya’nın Türkiye ile el sıkışan elini kesmek ve yerine General Hafter’in elini monte etmek ve bu eli de Türkiye’ye değil, Yunanistan’a uzatmak isteyecekler… Başarırlar mı? İnşallah başaramazlar! Ama Yunan’ı denize döktüğü gerekçesiyle Türk’ü Anadolu’da bir asırdır boğup duran hırsız içeride iken, kapının ne derece kilit tutacağı ve bu emelin ne çapta tutmayacağı noktasında pek de ümitli sayıldığımız söylenemez… Böyle de olsa, Akdeniz’de yiğitlik göstermeden bize gün göstermeyecekleri de kesin…
İkinci husus ise şu:
Şayet Türkiye, açık-gizli, verdiği her türlü destekle Trablus’taki Libya hükümetini ayakta tutmayı başarırsa, onu devirmeyi başaramayan karşı tarafın önünde iki seçenek olacak; ya Türkiye ile Akdeniz’deki doğalgaz rezervleri için ortaklığı konuşmak, ya da Türkiye’yle, bir süredir aralarında gerilen diplomatik fay çatlaklıklarını kırmayı tercih etmek, yani Türkiye’ye tedricen büyüyecek bir intizamla savaş ilân etmek… İlkini şimdilik daha güçlü ihtimal görmekle beraber, ikinciyi de yabana atmıyoruz… İlki zuhur edecek olursa, Türkiye için Akdeniz biraz dalgalanacak ve neticede 3 trilyon dolarlık rezervden esaslı bir aslan payı kapılacak… İkinci zuhur edecek olursa da; işte o zaman Akdeniz çalkalanacak ve Türkiye’ye, bin yıllık bakiyesiyle esaslı bir aslanlık göstermek borcu düşecek… Bu aslanlık, dıştaki sırtlan sürüsüne karşı eğer senfonik bir diş ve pençe ahengi göstermek istiyorsa, içteki sırtlanlığın da işini bitirmek için an kollamalı… Yani dışa doğru mayın eşeği Yunan olan sırtlan sürüsüne karşı boğuşulurken, içe doğru da Yunan’ı denize döktüğü martavalıyla esasında bir asırdır Anadolu’yu toprağa gömmek emelindeki hayın eşeğe haddi bildirilmeli ve iç politika gevezelikleriyle bırakın bitirilmesini, daha da güçlendirilen bu hayın eşeği evvela güçten, sonra da candan düşürmenin yoluna bakılmalıdır.
Kabul ediyoruz; Recep Tayyip Erdoğan’daki, kara ve denizi çalkalayarak durultmak ve dış güçlere karşı efelenmek yollu atılganlık hali onun en güçlü yanıdır ama işte şunu da iddia ediyoruz; Recep Tayyip Erdoğan’ın en zayıf yanı da, bu hayın eşekten mürekkep iç düşmana karşı öldürücü darbeyi 18 yıldır vuramaması, yetmedi son birkaç yıldır, onun argümanlarıyla kendisine güç depolayacağını zannetmesidir… Bu zan, birkaç yıllıktır ama kendisinden kurtunulmadıkça, Recep Tayyip Erdoğan ve Ak Parti için kendi kendini güçten düşürmenin de gözden kaçan yanıdır…
Hayın eşeğin neye tekabül ettiğini bilen bilir… Daha da bileni, Ak Parti muhafazakârlığının bir süredir:
“Semerini bu eşekten almalıyız!”
Dediğini de, bu semerle daha da güçleneceğini zannettiğini de, bizim bu tabirle neyi kast ettiğimizi de çok iyi bilir…
Ah ah! Yürütülen Neokemalist politikaların candan dost nice mümini küstürdüğünü ve eşekten semeri alınınca değil güçlenmek, güçten düşülüp eşekleşileceğini, çok geç olmadan bir anlasalar! Anlasalar da, feyk olmayan bir döküş ile bu defa Yunan’ı denize, yedi düvel ve bu hayın eşekle beraber gerçekten döksek…