İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Ah! Şu sağ-muhafazakâr siyasetin ezikliği yok mu? Hele varlık sebebini, hayret makamından bir türlü gayret makamına döndüremeyişi yok mu? Ya kendini ısırmak isteyen köpeğe doğru “Aa! Köpek ısırıyor, duyun ahali!” diye sarsakça bağırışı ve bir türlü o köpeği hizaya getirecek sopayı ele alamayışı, yok mu?
1923’ten itibaren tam 23 yıl boyunca tek bir seçime yanaşmayan CHP sultası, dört yıl sonra, 1950’de lütfen bir seçime razı olur, daha bu ilk seçimde Anadolu’dan esaslı bir kroşe yer, iktidar makamını Demokrat Parti’ye kaptırır ve işte sağ-muhafazakâr siyasetin ezikliği de, iktidarıyla beraber başlar!
Büyük Doğu Mütefekkiri, bu ezikliği görür ve giderilmesi için Başbakan Adnan Menderes’e 1960 darbesinden hemen önce bin bir güçlükle ulaşır, O’na “Ya tepelerine bin, ya da tepene binecekler!” der ama sol siyaset ve Kemalist tasallut karşısında ezik siyasetin baş mümessili Menderes, bu tavsiyeyi bir mabeyn uyanıklığıyla savar, sehpadan aldığı muzlardan birini soyar ve “Üstadım buyurun!” diye uzatarak araya laf katmış olur!
Menderes’in tepesine de, bu hadiseden kısa zaman sonra binerler ve sonu idam olacak esaret sürecini başlatırlar. Aslında bu esaret, sağ-muhafazakâr siyasetin, sol-Kemalist siyaset karşısında bir türlü sonlanmayan esaretidir!
Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi ve en nihayet Ak Parti’ye kadar uzanan bu süreçte sağ-muhafazakâr siyaset öyle eziklikler yaşar ki; muhafaza etmesi gerektiği şeyinin bin yıllık değerleri olduğunu bile unutur ve sarsakça Kemalizmin değerlerini muhafazaya bile geçer! Doğru Yol Partisi’nin yanlış yol lideri, Başbakanlıktan sonra Cumhurbaşkanlığı’na giden yolu sağ-muhafazakâr kitlenin omuzları üzerinde almıştır ama işte mesela yeri gelince:
“Başörtüler Suudî Arabistan’a gitsinler!”
Bile demiştir. Turgut Özal hakkında edilen “Makamında namaz kılan bir Cumhurbaşkanı!” söyleminin ancak fısıldanarak söylenmesi bile, sağ-muhafazakâr siyasetin bir eziklik tezahürü olur. Daha neler olur ve daha neler gelir ve geçer…
En son Recep Tayyip Erdoğan şahsında atlatıldığı sanılan ama işte bu atlayışın sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsına özgü olduğu anlaşılmayan bu sağ-muhafazakâr siyaset ezikliği, Recep Tayyip Erdoğan’da bile tam atlatılamamış bir hastalık haliyle nasıl da yakıcı, nasıl da örseleyicidir!
Bir asırdır kendisini önce ısırmak, sonra da yutmak için göstermedik kıvraklık kalmayan yılanı, tam da omurgası kireçlenmişken, fikir ve ruh küreğinin altına yatırmak ve icabına bakmak varken, onu kavrayanlar, yetmedi yüzüne kadar yükseltip çatallı dilinden ıslak ıslak öpenler, içlerindeki ezikliğin kurbanı olarak bir de merhamet kategorisinden bir madalya beklerler ve sağ-muhafazakâr siyasetin eziklik hikâyesi, böylece kısır bir döngü içinde uzayıp gider…
Peki, bu devran hep böyle mi gidecektir?
Bu suale cevabı, fikir kaynayan kafamız değil, günlük siyaset manzaramız karar vermelidir:
Bakın işte, kafasının içinde ulvi ve hatta süflî bir fikre dair tek huzmelik bir bakiye bulunmayan Ekrem İmamoğlu, sadece mugalâta ve lagalugayla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı alır, bu vasıfla Fransa’nın Strasburg kentine gider, Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi’nde konuşur, konuşmasının tamamını, Türkiye’yi şikâyete tahsis eder, vaziyet normal seyrinde akarken normal olmayan şey de gene sağ-muhafazakâr siyaset ezikliğinin bu hadise karşısındaki tavrında görülür!
Zira bu eziklik, bir orangutan maymununun muz salkımları arasında perende atması ne kadar doğalsa, Ekrem İmamoğlu’nun Avrupa huzurunda Türkiye’yi şikâyet etmesini de o kadar normal karşılamalıdır ama vaveylalar koparır, “Bu nasıl olur!” diye tersinden Ekrem İmamoğlu’na Anadolu’dan olmak imtiyazı sağlar ve asla, Ekrem İmamoğlu’ndaki tavrın gerçekte mensubu olduğu partiye ve dahi o partinin ruhu mesabesindeki Kemalizme ait olduğu hakikatinin idrak ve şuuruna eremez!
Yetmez, aynı eziklik hissi, vatanı, batırmak isteyenlere karşı bu ifritane fişekleme karşısında Ekrem İmamoğlu’na “Ahmak!” diye çıkışan ve üslubuyla bize ezik siyasetten bir infirak kavşağı olduğu hissini veren Süleyman Soylu’ya, sırf söylediklerini eksik söylediği ve kafası ve gönlü bomboş tenekeden Ekrem’e orta parmaklı bir tıklama yerine, ökçeli topuklu bir tekme vurmadığı için kızmak gerekirken, orta parmaklı bir tık kabalalığı gösterdiği gerekçesiyle geri vites kutusunun yerini gösterir ve sağ-muhafazakâr siyaset ezikliği daima, bir onur başı olarak kalkan bütün çocuklarını bir sivilce başı gibi patlatmaya kalkar!
Söyleyin, Türkiye siyasetinde sol-Kemalist siyasetin çeyrek porsiyonluk hacmi, kendisinden dört kat hacimli sağ-muhafazakâr siyaseti halâ eziyorsa eğer, bu sağ-muhafazakâr siyasetteki eziklik sebebiyle değil de, ne sebebiyledir?
Bir daha söyleyin, bomboş ve tenekeden bir bidon karşısında, bakiyesi 500 enstrüman olan ve soylu bir senfonya terennüm etmesi gereken orkestra, eğer baskın değil de suskunsa, bu mesela zurnayı vurarak, davulu da üfleyerek çalan beceriksiz sanatkârlar sebebiyle değil midir?
Soylu o orkestrayı ara ara ihtizaza geçiren İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya, hele de ruh ve fikir başlarımız çeyrek porsiyonluk sol-Kemalist zihniyetin ayakları altındayken, birileri “Çok sertsin!” diyorsa eğer, evvela onların, sonra da sağ-muhafazakâr siyaset ezikliğinin başı ezilmelidir!
Derdimizin apaçık çaresini, bilmeyiz daha açık nasıl anlatırız…
Ah, imkân olsaydı da, Hababam Sınıfı’nın sadece penceredeki hanım öğretmene hava yapan ve bu hava için sadece Beden Eğitimi dersindeki öğrencileri kullanan Badi Ekrem’iyle, nefsinin bir köşesiyle meftun olduğu her şeye hava yapan ve bunun için bütün bir İstanbul’u kullanan Tenekeden Ekrem’i değiş tokuş edebilseydik…
Belki Hababam Sınıfı bir hanım öğretmen kaybederdi ama en azından İstanbul’u kurtarırdık…
Ama işte öyle olmuyor… Ruh ve fikir mahfilinden yürümeli ve çatallı dilini siyaset cenahından çıkaran yılanın başı, siyaset sahasında siyaseten ezilmeli…
Ne diyelim, ya da biz demeyelim de, “Ahmak” tabiriyle namütenahi çarptıktan sonra namımıza da desin diye, Süleyman Soylu’ya bir dil vekâleti çıkaralım ve O’ndan, kendi dil mikrofonunu etrafındaki sağ-muhafazakâr siyasetin ezikliğine bakarak değil de, bize bakarak ayarlamasını ve içinde bulunduğu kavgada yumruk adedi saymamasını isteyelim…
Ve namına Allah’tan dileyelim; dili, hainlere karşı coşsun ve siyaset yumruğu hainlere karşı namütenahi adede ersin…
Unutmayalım ki; ahmaklık ile ihanet, masadaki sürahi ile maşadaki yılan kadar biribirine uzaktır ve gerçek bir hainde, salt gerçek bir ahmak vasfetmek, yerine göre maşadaki yılanı, masadaki sürahiye bırakmak kadar tehlikelidir…
Biz, masadaki sürahinin suyunu millete içirene “Yüreğine değsin!”, maşadaki yılanın başını ezene ise “Küreğine yarasın!” demeye ve bu fiilin failini ölümüne desteklemeye dünden razıyız…
Bu fiilin gaip faili, tek zuhura gelecek olsun, yarın da gelse gene razıyız…