İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Biri size bir tokat vursa, belki beş dakika sonra bu tokadın yüzünüze çizdiği kırmızı parmak izleri, getirdiği acı ile beraber silinir ama bu tokadı bir ömür bunu unutmaz, nefret levhanıza onu silinmez mürekkeplerle yazarsınız. Ya ruhunuza vurulan bir tokadın hesabı kaç vakit ve ne kadar sürer? Hele hele bu tokat, hususî ve ferdî bir surata değil de, bir milletin suratına atılmış olsa?
Güya kadına şiddeti önlemek amacıyla teşekküle getirilen İstanbul Sözleşmesi, ruh suratımıza işte böyle bir tokat olarak 2011 yılında atıldı. Atıldı dediysek, alenî bir cebrîlikle onu ruh suratımıza, içimizdeki kimselerin iradi bir imzasıyla atmış olduk… Hatta 2012’de, onu aktif tatbik edebilmek için 6284 sayılı kanunu yaptık… Ama o günden bu güne kadına şiddet önlenmediği gibi kat be kat arttı da... Hatta envai çeşit sapıklığın icrası önündeki ruh, fikir ve namus engelleri etkisizleştirildi. Doğru anlayalım: Avrupa Konseyi tarafından düzenlenen, sırf görüşmeleri İstanbul’da yapıldı diye İstanbul ismini alan ve gerçek gayesi ruh vatanımızı işgal olan bu sözleşmeyi, dışımızdakiler uzattı ve içimizdekiler imzaladı. Vaziyetin ruhumuza bir cimcik halinde kondurduğu tedaiyi, bir ayet meali halinde gösterelim:
“(Ey Rabbimiz) İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin?” (Araf-155)
Bu sual, Kuran’da olarak Musa Peygamber’e aittir. Zira kendisi Tur Dağı’na gittiğinde ardında bıraktıkları, Samirî isimli bir münafığın yaptığı buzağı heykeline tapmaya başlamışlardı. Ayrıca, Tur Dağı’na yanında götürdüğü bazı kimseler, bir bulut kümesi içinde Allah’ın Hz. Musa’ya buyruklarını işitmiş ama bulut dağılınca:
“Ey Musa! Allah’ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız!” (Bakara-55)
Demişlerdi. Bugün belki; İstanbul Sözleşmesi’ndeki aleni ve derunî tuzakları, onu muhafazakâr kimliğiyle savunan zümrelere Musa Peygamber gücüyle göstermek imkânından mahrumuz. Ama bu durum, bu tuzakları göremeyenlerin kabahatini asla tahfif etmez. Zira İstanbul Sözleşmesi, belirttiği muhteva açısından o denli net bir zehirlilik belirtmektedir ki; onu tattığı halde anlamamak ahmaklıktan öte gamsızlıktır, hatta tattığı zehrin tesiriyle onu eskisinden daha fazla savunmaya geçmek, gamsızlıktan doğma bir nifak haline müptelalıktır. Samirî’nin, altından yapılmış buzağısına tapınmaktır. Allah’ı gönülle değil, gözle görmedikçe inanmayanların yaptıklarını yapmaktır, Batı dayatması kanunların açtığı yarayı, ne gönül gözü ve ne baş gözüyle görmek istememektir.
İşte tam da bu sebeple, İstanbul Sözleşmesi’ni yürürlüğe koyan, yaptığı yıkımdan sonra onu yürürlükten kaldırmayan ve hatta, yanlış yapmamış olmak hissinin nefsîliğiyle onu canhıraş bir şekilde savunanları asla unutmayın! Bu sözleşme, yarın yürürlükten kalksa, öbür gün bu sözleşmeyi kaldırmak için ne kadar çaba sarf ettikleri yalanıyla kendi saltanatlarını güncelleyecek bugünkü savunucularını, ruh suratınıza atılmış bir tokat olarak nefret levhanıza not ediniz ki; yeni bir ruh mafsalımızı kemirmek ve milli irfanı çökertecek yeni bir sözleşmeyi imzalamak hakkından istikbalde mahrum kalsınlar…
Özellikle KADEM’i ve ideoloji değil, sefil bir psikoloji belirten bu kadıncı derneğin başpsikologlarından Özlem Zengin’i, onun İstanbul Sözleşmesi’ni eleştiren bütün müminler için “cahil, Fetöcü” imasında bulunuşlarını, kendilerini kadın dostu ve İstanbul Sözleşmesi’ni reddeden bütün Müslümanları da kadın düşmanı birer hanzo gibi lanse eden imalarını asla unutmayın… İktidar avantajıyla dev hoparlörlere bağlanan ve dev bütçelerle desteklenen bu yapıların, ruh kilerimizin kapılarını Batılı farelere teklifsiz açan sefaletlerini not edin ki; bizi dün sefalete sürükleyen ve bugün sürüklemekte olanlar, hiç bari yarın sürüklemek imkânından mahrum kalsınlar!
Ama heyhat; bugün İstanbul Sözleşmesi halâ, devlet eliyle Anadolu insanına dayatılmaktadır. Çağrı filminde, gerçekte de yaşanmış bir sahne vardır. Ebu Cehil, elindeki put biblosuyla, yerde bağlı bulunan İslam’ın ilk kadın şehidi Sümeyye Hatun’a yaklaşır, ondan elindeki put biblosunu öpmesini ister. Fakat Sümeyye Hatun, Allah der ve öpmek yerine put biblosuna, Ebu Cehil’in karanlık yüzüyle beraber tükürür. Bu imanî iradenin karşılığı, öldürülmektir!
İşte aynen böyle de; devlet, emrindeki ve aleyhindeki kadınist dernek ve vakıfların kamçısıyla İstanbul Sözleşmesi’ni tüm müminlere bir put biblosu gibi uzatır ve herkesten onu öpmesini ister. Ona tükürmek, asgarî, sistemin dışına itilmek, görüşleri itibarsızlaştırılmak, ülke ve devlet imkânlarından mahrum kılınmak demektir. Bu sözleşmeyi dayatma kıratı, her geçen gün o denli artmaktadır ki; bazı dev özel şirketler, binlerce çalışanının bilgisayar ekran temasına her gün, İstanbul Sözleşmesi’nin farklı bir maddesini, tıpkı Kuran’dan ayet paylaşır gibi yerleştirmektedir. Bu manzara ancak, İngiliz İşgal Komiserliği’nin, işgal ettiği topraklarda tatbik edeceği bir vaziyeti tenazur ettirmektedir. Devlet, bu duruma kördür. İstanbul Sözleşmesi’ni rafa kaldıracağına, basit ve kaba merhamet operasyonlarıyla onu ruh ve fikir böğrümüze daha da vidalamaktadır. Oysa daha 2011’de, Avrupa Konseyi bu sözleşmeyi görüşürken, başta iki süper güç mesabesindeki Amerika ve Rusya, sonra Kanada, Japonya, Vatikan, Meksika ve Azerbaycan, milli bünyelerinde doğuracağı arızaları hissederek geri durmuş ve İstanbul Sözleşmesi’ne imza koymamıştır. Bu sözleşmeye imza koyan 28 devletse, birçok maddesine şerhler koyduktan sonra ancak imzalamıştır. Bu ülkeler arasında Avrupa baronları mesabesindeki Almanya, İspanya, Fransa, İsveç, İsviçre, Norveç, Hollanda gibi ülkeler vardır. Düşünün ki; tarihî bakiyesine bir kez dönüp bakmak ve İstanbul Sözleşmesi ile onun arasındaki senkronizasyon arızalarını görmeye bile çalışmayan 10 ülke vardır ve bunların başında Türkiye gelmektedir. Ya geriye kalan dokuz ülke? Sayalım da, Türkiye’yi idare edenlerdeki fikir turnikesinin çelikten değil de, kartondan olduğu ortaya çıksın: Arnavutluk, San Marino, Bosna Hersek, Lüksemburg, İtalya, Karadağ, Portekiz, Belçika ve İzlanda… Hatta dönemin Aile Bakanı Fatma Şahin öncülüğünde 2013 Kasım’ında düzenlenen bir toplantı anında, İstanbul Sözleşmesi’ni bu ülkelerden sadece beşi imzalamış durumdadır ve bu toplantıda:
“Ha gayret… Sözleşme’nin aktif icrası için ülke sayısının 10 olması lazımdır!”
Denerek adeta bir himmet toplantısı icra edilmiş, sayı böyle böyle sonradan 10’a çıkarılmıştır. Türkiye bu süreçte, çöpçatanlık eden gayretkeş bir bohçacı mesabesindedir. Bu bizim için bir utanç tablosudur. Ama Türkiye’yi idare edenler, bu tabloyu halâ icraat hanelerinde bir gurur tablosu gibi asılı tutmaktadırlar. Madde ve ruh cihetinden fethettiği İstanbul’a, Topkapı ve Süleymaniye gibi ruh ve fikir kabartmaları konduran bir millet, eldeki mevcut bakiyesiyle kurulacak bir umumhanenin teşekkülü derdine düşse ve bunun için canhıraş çalışıp, baş tutuculukta da başa geçse, bilmeyiz, bu vaziyetteki çirkinliğe denk bir çirkinlik etmiş olacak mıdır?