İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Birinci Dünya Savaşı, 1918’de bitti. İkinci Dünya Savaşı, 1945’te… Bu iki tarih aralığında ülkeler yıkılırken, insan idare tasavvurunda da ciddi değişiklikler oldu. Liberal parlamenter ve demokratik rejimler, çıkartılmış yılan derisi vasfıyla bir kenara atılmış, arzın dört bir yanı çil çil dikta rejimleriyle donatılmıştı. Rusya’da Bolşevizm, Almanya’da Nazizm, İtalya’da Faşizm… İlk çırpıda sayacaklarımız bunlar… Muhalefet yoktu artık, “Tek Parti” vardı… 1922’de iktidara gelen Mussolini, 1925’te bütün partileri kapattı. 1924’te Stalin Rusya’da başa geçince, “uluslar üstü Sovyet vatanperverliğini” deruhte etmek için, lider-tanrı kültünü oluşturmaktan geri durmadı. Pers seferleri sonrasında kendini “Tanrı” ilan eden Büyük İskender sanki de reenkarne olmuş, beton kaideli adamların içine hulul etmişti. Liderin her yana asılan resimleri ve dikilen heykelleri, toplu jimnastik sergileri, lideri ilah gören paramiliter gençlik örgütlenmeleri… 1933’te Almanya’da iktidara kurulan Hitler’se, ulusal idealin dışladığı bütün unsurları şiddet spatulasıyla Almanya’dan kazımaya kalktı. Manzaranın tenazur ettiği dilemma şu idi: Dikta ehramını yükselten “Tek Parti” ve onun en tepesine yerleşerek toplumu bütün mafsallarından idare edecek “Tek Lider”… İspanya’da Falanjizm, Faşist doktrinli ve “Falange” isimli partisini “Tek Parti” olarak ilan etti. Japonya’da Militarizm, Faşizm’in Japon versiyonuydu. Japonlar’ı “Tanrısal Irk” olarak görmekteydi… Orta Asya’da kök arayıcılığına çıkan, Hz. İsa ve Cengiz Han gibi tarihi şahsiyetlerin Macar kökenli olduklarını ispat gayretindeki Macaristan Krallığı, “Ulusçu Diktatörlüğe” adım atmış, bu minvalde bir yandan Savaş Tanrısı Hardur’a tapınma ayinleri düzenlerken, Katolik Kilisesi’ne de savaş açmayı ihmal etmemişti… 1936 yılında “Üçüncü Helen Uygarlığı” için devrim hamlesini başlatan Yunan General Metaksas’a ise “Ulusun Atası” (Patir Ethnis) unvanı verildi. Avusturya, Letonya, Bulgaristan, Polonya… Kuzeybatı Avrupa ve Amerika dışında neredeyse bütün arz, Şeytanî bir furya hassasıyla dikine dikine diktalaşmıştı. Anadolu’da, Osmanlı’nın küllerinden doğmuş olması gerekirken, Osmanlı’nın küllerine işemekten onur duyan bir anlayışın bu furyadan geri durması düşünülemezdi. Geri durmadı da… Kafanın arka plânında potansiyel olarak duran anlayış “CUMHURİYET HALK FIRKASI (PARTİSİ)” ile aktive edildi. Osmanlı’dan arta kalan her şeyi, pamuk mizacındaki zift lekesi gibi temizleme vazifesi de bu partiye verildi. Bizim de Kemalizm’imiz vardı artık! Millet cahildi! Bu sebeple Tek Parti, Tek Lider’den alınan kudretle gerekirse milleti ezmeli ama içinde bulunduğu cahillikten milleti kurtarmalıydı. Hilafet kaldırıldı. Anayasadan “Devletin dini İslam’dır.” ibaresi de… Sarık yasaklandı, şapka mecburi tutuldu. Başında şapkayı tutmayanların başları koparıldı. Harften hukuka “Devrimler”, milleti mana plânındaki bakiyesiyle devirmek ve “on yılda on beş milyon genci en baştan ve sıfırdan yaratmak” üzere işletildi. Çok geçmedi, on yıl geçti… Cumhuriyet Halk Partisi, 1933’te onuncu yılını kutlarken Nazizm Führer’i Hitler’e selam çaktı ve hazırladığı broşürde onun şu cümlesine yer verdi:
“Türkiye’de doğan ve parlayan Yıldız bize yolu gösteriyor…”
Zaman ilerledi. Şeytanî furya serpintisi bu rejimler, İkinci Dünya Savaşı’nın tosuyla birer birer yıkıldılar. Savaşa girmeyen Portekiz ve İspanya dikta rejimleri bile 1970’lerde nalları dikmiş, Bolşevik Rusya rejimi ise 1987’e kadar ancak dayanabilmişti. Neticede her biri, kafasına zaman faraşı yemiş fareler gibi çekildiler ve yerlerini yeni nesil rejimlere bıraktılar. Bir tek Türkiye’de, o da Osmanlı’nın bir Anka kuşu gibi küllerinden doğma ihtimali sebebiyle Cumhuriyet Halk Partisi sıçanının kafasına faraş indirilmedi. CHP’nin yıkılmamış olması, milletin yıkılmamış olmamasıyla doğrudan ilintiliydi. Yani Kemalist rejimin şahsında yürütülen Batılılaşma projesi maksadına ermemişti. Avrupa Avcılık Federasyonu’nun, CHP avcısına Anadolu kekliğini vurmak için verdiği ruhsat, bu keklik canı çıkasıya halâ vurulamadığı için iptal edilmemişti. CHP, bugüne kadar işi uzamış ve ruhsat haklarını da elinde bulundurmayı başarmış bir avcıydı. Bir de o devre dünyada bir soğuk savaş devrine girilmişti. 1945’te çalınan ıslık, Sovyetler Birliği ile Batılı ülkeler arasındaki örtülü ve dolaylı kavgayı başlatmış, dümeninde CHP bulunan Türkiye, Batı’ya, Batılılaşma vaadleri veren vasfıyla Batı kampında yer almış, bu sebeple ve lütfen bir edayla da dış cephesine “demokratikleşme” sıvası çekmek zorunda kalmıştı. Ama CHP’nin milletin ruh köküne az tükürmüşlüğü yok idi. Ezanı bile öz lisanıyla okumak, canının okunmasına yeter sebep haline gelmişti. Bu sebeple dışındaki ince sıva, ona dışından esaslı darbeler vurulmasına yetti. Fakat çok partili hayatın mecburi gelişinden sonra gene faraşa değil de, zaman zaman sandığa hırpalatılan CHP sıçanı, iktidarda olmadığı zamanlarda da iktidarı teftiş eden kudretiyle hep içimizde kaldı ve ruhî inşa faaliyetlerine engel olmaktan başka, şeytanî bir salahiyet kudretiyle milleti ruh mafsallarından kemirmeye devam etti. El an, etmektedir de… Şimdi sual şu: Bu sıçana, 1920 ve 1930’ların dikta rejimleri arasından sıyrılıp hayatta kalma ve öz yurdunda millete muarızlık etme salahiyeti nereden gelmişti? Bunu anlamak için CHP’nin sadece bir parti olmadığını idrak etmek şarttır. Üstadımız söylesin:
“CHP bir parti değil, Türk’e dinini, dilini ve özünü kaybettirmeye memur bir katliam müessesesidir!”
Bu manada CHP, parti rejiminin bir üyesi değil, tek başına bir “rejim parti”dir. Hitler’den Stalin’e, Franco’dan General Metaksas’a 20. asrın “Tek Partili” diktatörleri partileriyle beraber kaybolup gitmişlerken, çok parti rejimli bir görüntü altında CHP, iktidarda olmadığı devrelerde bile “Rejim Parti” vasfını sürdürmüş ve Batılılar tarafından bize içimizden nezaret eden pranga misyonuyla yaşamasına müsaade edilmiştir. Bugün Türkiye, kendi köklerine dönme ve dünya sathında tam bağımsız kuvvet bulma yollu her hamlesinde ekser kuvvetini dıştan önce evvela CHP ile uğraşarak harcamakta, böylece ringe çıkmadan evvel saldırtılan ve yordurulan bir boksör pozisyonuna düşürülmektedir. Anlamalıyız; Türkiye boksörünün, uluslar arası maçlarından evvel boğuşmak zorunda olduğu mücerret şirretliğin müşahhas müessesesi CHP’dir ve Türkiye için yumruğunun gerçek kudretiyle dövüşmek imkânına ermenin tek yolu bu şirretlikten kurtulmaktadır. Üstadımızın, 1950’de kaydettiği şu cümleler, o günden bu güne ringe çıkmadan önce bizi yoran şirretin ya da bizi ruh köklerimizden kemiren sıçanın halâ yaşadığına ve çarenin halâ, şirretin ve sıçanın temessülü CHP’den toptan kurtulmakta olduğuna delalet etmektedir:
“Binaenaleyh bu memlekette, soylu millet kedisiyle tam 27 yıldır bir fare gibi oynayan bu veba deposu sıçanın, kurtulan, kurtarılan ve artık kediliğini takınan milletin gözleri önünde bıyık burmasına tahammül edilemez! Onun, içi kanımızla dolu şişkin karnı, mutlaka pençemiz altında delinmelidir. Demokrat Parti! Son şansın, seni sıçandan intikam alman için seçen milletin iradesine tercüman olarak ve bu mevzuda CHP azmanı bazı şeflerini bertaraf ederek, veba sıçanını kanun yoluyla gebertmektir…”
CHP’yi kanun yoluyla gebertecek kimse, bu milletin gerçek kahramanı olmak payesine her vasfıyla haiz olacaktır…
CHP parti değil, prangadır! Yurtta susmamız, cihanda susmamız için yalnız ayağımıza değil, kafamıza, kalbimize, dilimize vurulmuş bir pranga… Bizi ileriye doğru susturuyor! Milleti “baştan diriltme” iddialı CHP, Batının “Ya dirilirse!” korkusuyla Osmanlı tabutu üstüne oturttuğu şekavet bünyesidir! CHP, bizi geriye doğru küstürüyor! CHP, mazimiz ile istikbâlimiz arasında bizi esir eden ve bize öz ellerimizle öz ruh kökümüzü yoldurtmaya çalışan çağdaş despotluğun ismidir… Onun bu vaziyetini kendi tarihi çerçevesinde özet geçmeliyiz:
Cihan Harbi’nden yorgun çıkan ve can havliyle İstiklâl Harbi’ne soyunan milleti, gösterdiği “tam bağımsızlık” heybetiyle Batıya cirolayan, sonra da “tam Batılılaşma” teminatıyla aynı milleti ruh ve fikir bakiyesiyle beraber Batıya ipotekleyen anlayış, her şey olup bittikten sonra eteğindekileri ortaya dökmüş, ortaya döktüklerinin harcındansa Cumhuriyet Halk Partisi teşekküle gelmiştir. Bu manada CHP, saklı bir ihanet urunun, kendini dışta alenen gösteren yumrusudur! Karışık mı, anlaşılmıyor mu? Daha basit mi anlatalım? Buyurun: İstiklâl Harbi’mizin tüm cephelerinde şehit düşen asker sayımız kaçtır? Cevap verelim:
“9177…”
Peki, evvela 1920’de asker kaçaklarını yargılamak için kurulan, devlet kurulduktan sonraysa tavrı değişen, muhalif sesleri kısmak, siyasî muarızları susturmak, şapka gibi bazı devrimleri oturtmak için seyyar bir darağacı gibi bütün Anadolu’da gezdirilen İstiklâl Mahkemeleri kaç mazlumu idam etmiştir? Resmi kayıtlar bu hususta yalana kaçar ve rakamı az göstermeye kalkışır. Öyleyse bu suale cevabı, İstiklâl Mahkemelerinin meşhur cellâtlarından Kara Ali isimli hâkim, hem de 1931 yılında “Son Posta” gazetesine verdiği röportajıyla versin:
“Bizim patronlar, (İstiklâl Mahkemelerinin idam ettiği insan sayısı konusunda) yalan söylüyor. O kadar cellâdın içinde sadece benim ‘Cellât Kara Ali’ olarak sallandırdığım kişi sayısı 5216’dır…”
Daha üçlü cellât teslisinin Kel Ali ile Kılıç Ali’si de hesabın içinde yok… İstiklâl Harbi’ni kimler, kimlere karşı verdi, İstiklâl Mahkemeleri’ni kimler, kimlere karşı kurdu? Cumhuriyet Halk Partisi’nin bütün cemaziyülevvel ve ahir sergüzeşti, ancak bu sualin tomografisinden çıkacak ve çapraz ilişki trafiklerini ortaya dökecek hakiki cevabında…
1924… Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası… İlk muhalefet partisi… Mustafa Kemal’e muhalif yakın arkadaşlarınca kuruldu ve sadece programında manevi değerlere kıymet vereceği yazılınca, Cumhuriyet Halk Partisi’nden canı yanmış herkesin akınına uğradı. Bu sebeple de sadece altı buçuk ay sonra (Haziran 1925) kapatıldı! Partinin tüm milletvekilleri tutuklandı, bunlardan altısı meydanlara kurulan darağaçlarında sallandırıldı… 1930… Serbest Cumhuriyet Fırkası… Kontrollü bir muhalefet oluşturmak için bizzat Mustafa Kemal’in talimatıyla yakın arkadaşı Fethi Okyar’a kurduruldu. CHP’nin tek parti rejiminden Anadolu o kadar bizardı ki; simülasyon bir muhalefet bile CHP’nin varlığını tehdit etti ve Fethi Okyar, aldığı talimatla kendi partisini kapattı. Sadece üç ay sonra… Ve CHP, kaş yapayım derken az kalsın kendi gözünü çıkaracağı bu deneyimden şu neticeyi çıkardı:
“Cahil halk, henüz demokrasiye hazır değil… Başka bahara…”
Anadolu yaylasının kınalı keklik vaziyetindeki kavruk insanları öyle bir ah vaziyetindedirler ki; keklik avcısı CHP’nin bu yaylaya kendilerini avlamak için bıraktığı plastik kekliği bile hissiyatıyla canlandırmış ve gagasını azmettirmek yoluyla az daha CHP’nin gözünü onunla çıkara yazmıştır! Ancak rejimin haşin tırnağıyla atılan cimciktir ki; plastik keklik mesabesindeki Fethi Okyar’ı kendine getirmiş ve o da, CHP avcısının asla soğumaya bırakılmayan ateş namlusuna sarılarak plastik zatını eritmiştir!
Tarihimizin ilk seçimleri Osmanlı devrinde… Meşrutiyet ilan edilip de, Parlamenter sisteme geçilince… 1877’de iki kez, 1908’de de bir kez olmak üzere Meclis-i Mebusan seçimleri… 1908’deki seçimlerde iki parti yarışır. Basından sansür de bu tarihte kaldırılmıştır. Birkaç sene sonra Meclis-i Mebusan’da dört parti… Baskı ve manipülasyonlara sahne olmak kaydıyla, yerelde çekişmelerin yaşandığı seçimlerdir bunlar… 1912 “sopalı seçimi” , 1913-14 ve 1919 seçimlerinde de aynı vaziyet… İlk ikisinde İttihat ve Terakki şiddeti, Osmanlı Mebusan’ının son seçimleri olan üçüncüsündeyse Müdafa-i Hukuk hareketinin baskısı neticeyi şekillendiren faktördür. Seçimler halâ Osmanlı’nın seçimleri ama… Partiler var, dövüş var, yarış var… Sonra Meclis-i Mebusan tatil… 1920’de Ankara’da Millet Meclisi’ni toplayan seçimler… Müdafa-i Hukuk hareketinin onay verdiklerinden başka kimse seçime girememiştir. Hatta İttihat ve Terakki bile seçimlerin İstanbul ayağında Müdafa-i Hukuk adaylarının kazanmasını sağlamıştır… Bunlara rağmen bu Birinci Meclis’te Mustafa Kemal’e sert muhalefet sergilenecek, bu sebeple bir sonraki seçimde (1923) İkinci Meclis’e seçilsinler diye listelere ancak Mustafa Kemal’e muhalefet etme damar ve sinir sistemi ayıklanmış kimseler yazılmaya çalışılacaktır. Ama 1920’de, Osmanlı devrine elveda köprüsüne girmeden önceki son çıkış da geçilmiştir. Sonunki de Osmanlı idaresinin dahli olmamak kaydıyla, Osmanlı ve Osmanlı’da seçim evresi bitmiştir. Kutsama kıstası demokrasi olanlar için bu ana kadar yapılan seçimleri vasfedeceksek: Yarı demokratik bir tablo var…
Cumhuriyet devresine girildikten sonraysa 1923, 1927, 1931, 1935, 1939 ve 1943 tarihlerinde yapılan ve ismine her ne kadar seçim denilse de, seçim olmayan saçımlar yapıldı. Güya Padişahlıktan, millet iradeli bir yönetime geçilmiş! Ama yarı canlı seçim ölmüş, saçım gelmiştir… İdarenin, mecburi onay için kendini halka saçımları… Yarı demokrasiden geçelim, çeyrek demokrasi bile yok… “Bir lokma demokrasi” bile… Kümesteki tavukların önüne sandık konulsa ve “Buyurun seçin! Her gün önünüze saçılan bir avuç yemi mi istersiniz?” denilse ve tavukların “Eee?” yollu bakışlarına “Eeesi yok! Hepsi bu kadar!” diye karşılık verilse, tavuklara gaga idrakiyle alternatifi olmayan bu nafaka cebrini onaylamaktan başka çare mi kalır? Tek partili seçimin birebir temessülü bu…
Seçmek için alternatif yok ki, seçim olsun! Tek parti CHP! 1946’ya kadar tam 23 yıl boyunca böyle… Seçim yok, saçım var… Seçim nasıl olsun ki; daha 1923’teki seçimin arifesinde, 1922 Kasım’ında saltanatın kaldırılması meselesi Birinci Meclis’te yoğun bir şekilde tartışılınca Mustafa Kemal’in bir sıra üzerine çıkıyor ve milletvekillerini güzellikle ikna ediyor:
“Efendiler…. Bu (saltanatın kaldırılması) behemehal olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes, meseleyi tabii karşılarsa, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde yine hakikat, usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir!”
Meclis, güzellikle ikna olmuştur! Bu güzellikle ikna oluşun en güzel ifadesi, Ankara mebuslarından Hoca Mustafa Efendi’nin karşılık olarak Mustafa Kemal’e arz ettiği şu nüktesindedir:
“Affedersiniz Efendim! Biz meseleyi başka nokta-i nazardan mütalaa ediyorduk. İzahınızla aydınlandık…”
Arifesi böyle olanın bayramı nasıl olur? Buyurun demokrasi bayramına: 1923’teki İkinci Meclis seçimlerine sadece CUMHURİYET HALK FIRKASI (PARTİSİ) katılmış, sadece Mustafa Kemal’in verdiği isimler listelere yazılmış, seçime bağımsız girme densizliğinde bulunanlarsa ikna edilerek vazgeçirilmiştir! Dedik ya hassasiyet, vekil seçilecek kimseler, Mustafa Kemal’e muhalefet etme damar ve sinir sistemi ayıklanmış kimseler olmalı… Ama arada gözden kaçanlar olmuş… Ya da yapılanlarla bazılarının ayıklanmış damar ve sinir sistemleri İkinci Meclis havasını soludukça yeniden oluşmuş… Bu sebeplerle bu meclis, evvela kaydettiğimiz üzere içinden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı muhalefet partisi olarak çıkaracak ama birkaç ay geçmeden bu parti kapatılacak ve tamamı tutuklanan milletvekillerinin altısı da idam edilecektir. Bundan sonra muhalefet etmeye kalkmak, koyunun bıçağa boynunu sürtmeye kalkması gibi bir hal almaz mı?
Aldı da zaten... Kimse bıçağa boynunu sürtmüş olmasın diye de CHP tüzüğü, bütün meclis listesini şahsen hazırlamak ve ilân etmek yetkisini “ömür boyu” olmak kaydıyla Mustafa Kemal’e verdi. 1927 seçimi-saçımı böyle geçti…
Ama 1931 ve 1935 seçimlerinde Halk Partisi tarafından “halka” bir kıyak geçildi… 350 milletvekili kontenjanından ilk seçimde 12, ikincisinde de 16 bağımsız milletvekilliği kontenjanı ayrıldı. Ama ne olur ne olmaz diye de onlar için “Atatürkçü” olmaları şartı getirildi. CHP bu bağımsız adayları önceden seçti, sonra da seçilsinler diye seçime girecekleri muhitte CHP’den onlara karşı aday çıkarmadı, yetmedi, CHP seçmenini bunlara oy versinler diye de yönlendirildi! Hani kedinin üzerine at yazılıyor ve sonra da çiftliğe at kontenjanından alınıyor… Böyle! Vatan çiftliğinde her cinsten hayvan, vatan meclisinde her düşünceden insan var! Yerseniz…
1945’e geliniyor… İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği devreye… Dünya iki bloğa ayrılmış vaziyette… Amerika liderliğinde demokratik ülkeler ve Sovyet Rusya liderliğindeki komünist ülkeler… Türkiye’yi tek başına idare eden CHP’nin, Amerika’dan yana tercih kullanma kararı alışı... Ama bu karar CHP’nin başına iş çıkarıyor tabi... Memleket idaresinin, Batılı standartlara göre düzenlemesi gerekecek... CHP’ye iş çıkarılmıştır! Bahar gelmiş de, toplu bir temizlik yapılması icabı doğmuş gibidir ve memlekette her şeyi en iyi şekilde yaptığı havasındaki CHP bu vaziyet karşısında tembel bir kadındır! Bu andan itibaren “altı oklu” bandanasını başına bağlıyor ve temizlik yapar gibi işe koyuluyor. Puf puf… Ellerin tersi belde, temizliğe girilmiş havası… Milli Şef İsmet İnönü, ağır ekonomik şartlar altında Batıdan gelen sese uyuyor ve bir muhalefet partisi kurulmasına müsaade ediyor. Manzara: CHP den daha evvel ihraç edilen ve istifa edenlerin Demokrat Partiyi kuruşu... İnönü, halâ temizlik yapıyor havasında gibi ama CHP merkezli kirlilik o kadar koyudur ki; bu temizlik gailesi kendi elleriyle Demokrat Parti’yi cilalayıp parlatmış olmak etkisi doğuruyor. Milli Şef’in eteklerinde tutuşma... İçinden çıkan tenya, sanki de bir hormon kabının içine düşmüş ve bir an da öyle devleşmiştir ki; İsmet İnönü’nün kendisini yutacak… Ondaki his bu… Yoksa tenyanın kim olduğu belli… Milletin ruhî hazım yolunu tıkayan tenyaların! Taktik: Yeni kurulmuş bir partiye karşı seçimleri erkene aldırtma hinliği... Ve dahi tehdit: Adnan Menderes, memleketi Aydın’da yaptığı bir konuşmada, kendilerine CHP tarafından yapılan baskılardan birini şöyle özleştirmiştir:
“ (Bana) CHP’ye karşı 40-50 sene iktidara gelmemeyi taahhüt edin! (dediler)”
Yıllardır parkuru tek başına koşmuş ve bitiş kuşağını şişkin göğsüyle bir başına kucaklamış cingöz koşucu, tapusunu üzerine yaptığı parkura yeni bir koşucu gelince kaşlarını çatıyor ve:
“En az 40-50 koşu beni geçmeyeceğine taahhüt verirsen burada koşmana müsaade ederim!”
Diyor. Böyle! Bu mühlet süresi CHP için, milleti ruh köklerinden tam koparabilmek için öngörülen süredir. Nasılsa o vakte kadar ciğerinden Batılılaşmış bir maymun olacak ve maymun rejimine uluma, kükreme, ötme nevinden itiraz serdedemeyecek! CHP’ye bir çeyrek asır, vatan kırının ceylan milletine aslında maymun olduğunu kabul ettirmek için yetmemiş, iki çeyrek asra daha ihtiyaç duymaktadır. Hal böyleyken CHP ana karargâhında Milli Şef, Demokrat Parti’deki hareketlilikten telaşlanan hempalarına teselli sadedinde vaz etmekte:
“Ben ihtilalcı ve Kuvay-ı Milliyetçi İsmet’im! Biz bu ülkeyi yoktan bu hale getirdik, üç beş çapulcuya maskara etmeyeceğiz. Yaptığımız bir tecrübedir. Muvaffak olursak ne ala, olamazsa vazgeçer eski usulde birkaç sene daha devam ederiz.”
İsmet İnönü’nün, CUMHURİYET HALK ÇİFTLİĞİ olarak gördüğü ve keyfinin kâhyasıyla yönettiği Türkiye’de ilk kez 1946’da tek partili olmayarak düzenlenen seçimler… Ama nasıl? “Açık oy, gizli tasnif” yöntemiyle… Jandarma dipçiğinde temessül eden çatık kaşlar, Anadolu köylüsünü dikizlerken oyların kime verildiği görülecek, CHP mümessillerinin fötrlerinde beliren hokkabaz eller de, oyları kime isterse ona verilmiş olarak sayacak… CHP’li kangurularla DP’li ceylanlar yarışmaktadır ve oy sandıkları, kanguruların önlerindeki hilkatten dikili ceplerinden başka yerler değildir! Buna rağmen DP’nin tam 62 milletvekilliği kazanışı...
1950’deyiz… 1923’ten bu yana CHP’nin ilk kez gerçek bir “çok partili seçime” girişi... Sadaka olsun kabilinden seçim sistemi “gizli oy, açık tasnif” şekline döndürülmüştür. Bu seçimde Demokrat Parti’nin seçim işareti “Dur!” diyen bir el ve sloganı da:
“Yeter! Söz milletin!”
Olmuştur... DP’nin, oyların yüze 55’ini, 487 milletvekilliğinin de 408’ini alışı ve ilk icraat olarak, işgal edilmiş yurdunu düşmandan geri alan bir milletin ilk elden icraatına eş olarak, minarelerden 1932’den bu yana söylenen Türkçe şarkıyı durduruşu ve millete has lisanında ezanı iade edişi… CHP, vatan seması ve millet sinesini Ezan-ı Muhammedî’ye öyle hasret bırakmıştır ki; bazı camilerde ezan tek vakitte tam yedi kez üst üste okunmuştur! CHP, ebedî bir ezan düşmanıdır. Onun bugün halâ süren ezan nefretini görmek için, bir CHP’li meclis üyesi tarafından 2019’da edilen sözleri duymak gerek… CHP meclis grubu, camiye ayrılmış bir alana cami yapılmasına engel olmak için, imar değişikliği hamlesinde bulunuyor. İşte temsilcisinin dedikleri:
“Ne imiş… Ezanı duymuyormuş! Alsın bir ezan kaseti, evinde otursun dinlesin! Ama bugün Türkiye’de, nerede oturursanız oturun, en az beş camiden ezan sesi duyacak vaziyete geldik… Bizim Çekmece’den okunan ezan, Bandırma’dan duyuluyor nerdeyse…”
Eşeğin budalası, ezanı can istediğinde dinlenen bir şey sanır… Üstelik eşeğin ihanet dölü, ezan sesinin artmışlığıyla, perişan olmuşluğu birbirine doğru orantılı görmekte! Ne kadar çok ezan sesi, o kadar vaziyet kötü! Evet, bunlar; İngiliz işgal komiserliğinin müfettişleri değil, CHP temsilcileridir! İçimizdeki örtülü işgalin temsilcileri… Basit düşünelim: Ezan sesi, ilahî bir sadadır ve ondan sadece Şeytan ve hempalarını rahatsız olur! CHP’deki şeytanlığın en bariz ve basit bir sağlaması ezan bahsindedir. Vatanda ezanlar ebeden dinmeyecekse eğer, CHP ebeden susturulacaktır, CHP ebeden susturulmayacaksa eğer, ezanların bir gün yeniden dinme ihtimali her zaman var olacaktır!
1950’deki ilk seçimde CHP’ye atılan tokatın, milletçe ve hal lisanıyla verilen mesajı budur. Millet tokatı atmış ve ilk iş olarak ezanı aslî hüviyetine döndürmüştür… Peki, CHP’nin bu mağlubiyetten sonra ilk icraatı ne olmuştur? “Yeter söz milletin!” afişini çizen Mimar Selçuk Milar’ı Ankara’dan Urfa’ya sürmek... Milli hınç!
1954’e geldik… Bu tarihte CHP ilk kez muhalefet partisi olarak seçimlere katılıyor. Ne felaket, ne felaket! Bize ait bir sadayı, CHP’ye aitmiş gibi uyarlayalım:
“Öz işgal yurdunda muhalefetsin, öz işgal vatanında parya!”
Gerçekte muhalefet ve parya, ne kadar çok oy alırsa alsın, Türkiye’nin ebedi iktidarı CHP karşısında olanlardır. DP öyledir ve DP’nin oyu artmıştır! CHP, partiler rejimine geçildiği bir hengâmda “rejim parti” vasfını daha bir hissetmiştir ve hissettirmeye başlamıştır. Sık sık altını çizdikleri ve vatan afakında mahyalaştırdıkları tehditleri şu:
“CHP, Cumhuriyetin ve hükümetin koruyucusu olduğu için demokrasinin en büyük garantörüdür…”
Ebedi iktidar CHP, garantör… Kime ve neye garantör? “Demokrasiye!” imiş… Kargaların bile gülmekten ölecekleri an! Gerçekte bu garantörlük, bizim “CHP, bir parti değildir!” deyişimizle aynı manaya müteallik… CHP, var oldukça bu topraklarda, bu millet var olamayacak bütün hakikatiyle… Böyle bir vaziyette CHP, askeri, basını ve üniversiteleri cimciklemeye başlıyor. Sandık da ne oluyordu ki; devlet onundu! CHP, 1957 erken seçimlerinde DP’yi yıpratmış olarak girse de, onu tek başına hükümet etmekten düşüremiyor. CHP’nin, halâ devam eden ve her seçim mağlubiyetinden sonra sahneye konan “Oylar çalındı!” tragedyası ilk kez bu seçimde sahneleniyor. Ama mağlubiyet perdeleyici bu taktikler fayda vermiyor ve CHP, “rejim parti” vasfıyla ihtilâle giden zemini döşüyor. Bu arada DP, CHP’nin darbe çöpçatanlığı yaptığını sezmiş, hatta Meclis’te bunun araştırılması için bir tahkikat önergesi bile vermiştir. Fakat CHP, bacaklarını teklifsiz açan ve herhangi bir namusluluk arzına ihtiyaç hissetmeyen bir aşüfte gibidir… Duyun, İsmet İnönü, tahkikatla maytap geçer gibi konuşuyor:
“Şartlar tamam olduğu zaman ihtilal meşru bir haktır. Bu yolda devam ederseniz sizi ben de kurtaramam…”
Şartlar tamam olmuştu, zaten şartları bizzat CHP oluşturmuştu! Ve nihayet, CHP’nin Batılılaşmak ve milleti ruh köklerinden ayırmak maksatlı garantörlüğü 27 Mayıs 1960’da askeri bir darbe şeklinde tezahür ediyor. CHP’nin rejim sahipliğine saygı göstermeyen DP’lileri İsmet İnönü bile kurtaramamıştır! Menderes ve iki Bakanının idam edilişi... Şu sada hakikidir ve millet aittir:
“Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
Menderes’in idamı, salt bir eski Başbakan’dan kurtulmak manasından başka, millete verilmiş bir gözdağı manası da taşıyordu. Paryaya, paryalığını hatırlatma manası… Darağacında sallandırılan Menderes değil, milletti… Darbeyi icra eden Milli Birlik Komitesi, ettiren CHP ile yeni bir anayasa hazırladı. Bütün enstrümanlarla onaylanmak üzere de halka arz edildi. Buna rağmen, darbeyi meşrulaştıran anayasaya yüzde 38 hayır oyu çıktı. Ufukta, yeni bir seçim vardı… Adnan Menderes’in, darağacına çıkarılmasından 28 gün sonraya düşürülen seçimlerden CHP’nin gene hezimetle ayrılışı... Milletin, Adnan Menderes’in DP’sine halef olarak gördüğü partiler oyların yüzde 60’ını almıştır. Ve bütün iğdiş görmüşlüğüne rağmen mesele millet iradesine kalınca, CHP’nin iktidar yüzü görmeyeceği iyice anlaşılmıştır.
Milli Birlik Komitesi’nin parmak sallayışları altında Milli Şef’in CHP’si ile Ragıp Gümüşpala’nın AP’sinin, ilk koalisyon hükümetini kuruşları… Timsah ile ceylanın ittifak vaziyetinden timsah kâr, ceylan zarar eder hani... CHP’nin de hesabı bu idi. Ama artık CHP, sarıldığı ipten fırlatılmış ve ihtiyarını kaybetmiş ahşap bir topaç gibi mihraksız dönmekte ama en kudretsiz olduğu anlarda bile gene millet idrakini sivri uçlu demiriyle iğdiş etmekteydi. Asgarî misyonu buydu! 1965 seçimlerinde İsmet İnönü, CHP’ye “ortanın solu” isimli bir smokin giydirdi. Bu smokin üzerindeyken de Türkiye’ye gelen Sovyet Rusya Dışişleri Bakanı Gromıko’nun eşinin elini öptü. Avrupaî bir reverans tavrı, icad olunanı böyle çirkin bir surat ve tavırla icra eylenmiş miydi? İsmet İnönü ve:
“Hanfendi… Muck… Sizi şöyle alalım…”
Reveransı… Hecelemesi bile mide ve ashap kaldırmaya yetiyor… Ama politik rekabette İsmet İnönü’nün karşısında Bayan Gromıko değil, AP lideri Süleyman Demirel vardır. O da, vatanda partilerin değil de, Amerika ile Rusya’nın vekâlet kavgasının verildiği resmeder gibi konuşmakta ve:
“Biz komünist düşmanıyız. Komünizmle yılmadan mücadeleye kararlıyız!”
Diye avaza durmakta... Manzara: CHP, iktidarda iken muhalefeti, muhalefetteyken de iktidarı zehirleyebilme maharetine ermiştir. Timsah vasfıyla, ceylan olanı bile kendi bataklık seviyesine çekme maharetine… Öz yurdunun işgal komiserliği gibi işleyen CHP ihaneti, Türkiye’deki muarızlarına karşı kendine daima dışarıdan süper güç müttefiki bulduğundan, muarızlarını da dıştan bir başka süper güce hempa olmak gibi bir yola sokmuştur. CHP, o günlerden beri dış dünyaya çığırıyor, millet iradesini ve bu iradeyle ortaya çıkan millet idaresini şikâyet ediyor:
“Ben indiremiyorum! Gelin ve siz indirin!”
Nerden baksanız, ihanet… Karşıtları içinden bile hainler üreten, ihanetler doğurtan bir ihanet… Bu satırları, yazarı 2019 Mart’ının 14’ünde yazdı… Kulunçlarını gevşetmek için bir an yazının başından kalktığında, gözü CHP’li milletvekili Tuncay Özkan’ın haberlerde yer verilen şu cümlelerine ilişti:
“Şimdi Trump kazanıyor. Suudi Arabistan’da değişim başladı. Suudi Arabistan’daki değişim nasıl olacak? Çok yakın zamanda İsrail’le diplomatik ilişki kurdurulacak… Oraya doğru gidiyor… İran da bu değişimden nasibini alacak… Türkiye de bu değişimden nasibini alacak… Ne olacak? Recep Tayyip Erdoğan ve siyasi kadrosu gidecek…”
Bu konuşma CHP’nin Halk TV’sinde yapılıyor ve tam burada CHP’nin hususi halkı, alkış tufanı koparıyor! Amerika emperyalizmine kurtarıcı olarak bakan ve siyasetin iç dinamikleriyle bir daha asla Türkiye gemisinin dümenine oturamayacağını anlayan CHP, gemide olan ama gözü de denizin yırtıcı köpekbalıklarını arayan içteki hain tayfa vasfıyla ne de tehlikelidir. Hiçbir şey yapmasa, dalgın bir anında gemi kaptanını suya iter ve köpekbalıklarına ıslığı çalar… Hiçbir şey yapmasa, yelken halatlarını keser ve gemiyi rotasından döndürür. Hiçbir şey yapmasa geminin dip ambarındaki gıdaları zehirler ve gemi taifesini imha yoluna gider… Şunu yapar, bunu yapar ama yapar… Çünkü içeride… Bu sebeple onun bir an evvel suya ama parçalandıktan sonra atılması Türkiye gemisinin selameti açısından elzemdir. Tamamen kanun yoluyla olacak bu parçalama hadisesindeki elzemlik de şudur ki; hain tayfa vasfındaki CHP eğer suya canlı olarak atılırsa, parçalamak bir yana köpekbalıklarının onu can simidi gibi karşılamaları ve yeniden gemiye bindirmenin yoluna bakmaları kaçınılmazdır.
CHP, banisi olduğu iddiasındaki ülkenin haini olarak gerçek hamisini dışarıda tutan bir ihanet damarıdır! Dışarıya seslenir, milleti gösterir ve:
“Sizin gibiyim, bunları da sizin gibileştireceğim!”
Diyerek bütün yırtıcıları davet eder… Yırtıcılara karşı başka yırtıcılar aramak da, bu manada gene CHP eseridir. Ya vatanın öz evlatlarının bütün bu ahvaldeki vaziyetleri? Manzara: CHP’nin ihanet kuluçkalığına karşı milli tavır gösterip horozluk edebilenler, CHP ihanetinin tavukluğu-lavukluğu ile o kadar uğraşmak zorunda kalıyor ki; vatan kapısız kümese dönüyor, dört yön istikametinden arzın bütün tilki, sansar ve çakalları üzerimize hücuma geçiyorlar. Yani millet, yurtta CHP’ye karşı o kadar konuşmak zorunda kalıyordu ki; sesinde cihanda çıkacak mecal kalmıyor... Garantörlük mevzuu… CHP’nin, varlık sebebi budur ve dış dünyanın ona zerk ettiği şu ihanet talimatını her an nabzında attırmaktadır:
“Batı namına şahinleşemiyorsan hiç bari, Batı hilafına şahinleşebilecek millet şahininin kanadına kement, pençesine kanca ol ve onu daima toprak seviyesinde tut!”
Gerçek ve saklı CHP tüzüğünde yazan şey budur… 1923’ten 1946’ya kadar CHP’de, yan gelip devrilen ve yemek yeme zevkini tekrar tekrar tatmak için parmağını gırtlağına sokup istifra eden Bizans İmparatorları rahatlığı var. Ama mecburi çok partili hayat geçiş sebebiyle 1946’dan sonra CHP için yeni misyon “paçadan çekiştiren zindan bekçisi” olmak gerginliğine tebdil olunuyor. Öz yurdu kendisine zindan edilen millet ne zaman, ruhunun en saklı köşesindeki bir himmet nuruyla mahpus tutulduğu zindanın duvarlarına tırmanmaya kalksa, her defasında onu zindan bekçisi CHP paçalarından tutuyor ve aşağıya çekiyor… 1965 seçimlerinde CHP manzarası böyle… İşgal Partisi, gene kazanamamıştır ama varlık sebebine muvafık olarak memleket idaresinde bir “Bremen mızıkacıları” havası peyda ettirmiştir. Bu şartlarda gidilen 1969 seçimlerinden de CHP mağlup çıkınca ne oldu bilin? Bir timsah hüznüyle kendi yavrusunu, Milli Şef İsmet İnönü’yü yedi! CHP’nin kişilere bağlı bir parti değil de, varlık sebebine bağlı bir garantörlük müessesi olduğuna güzel bir nişaneydi bu… İsmet İnönü’den vazgeçilir ama milletten bin yıllık toz ve kiri süpürmüş CHP süpürgesinden asla vazgeçilemezdi! Bu atmosferde ülke soğuk savaş şartlarının üzerine düşen gölgesiyle karışmaya yüz tuttu. Eylemler, çatışmalar, ölümler, tutuklamalar… CHP’nin gene orduda temeyyüz eden cimcikleri… 1971… Ordunun muhtıra balyozu… Ve bu balyozun sap gölgesi altında gidilen 1973 seçimleri… Başında kulak olmamasından şikâyetle İsmet İnönü’yü deviren ve başına iri bir burun olarak Bülent Ecevit’i geçiren CHP, Demirel’in yüzde 29 alan AP’sini geçti ve burun farkıyla seçimlerden birinci çıktı. Yüzde 33… Belki de Milli Şef’ten, CHP’de bile tezahür eden kurtulma sadakası, 1950’den beri hep arkada kalmış ve 1973’ten sonra da hep arkada kalacak CHP’yi öne çıkarmıştı. Ama çok partili hayatın azizliği, ona tek başına memleketin içine etme salahiyeti de tanımıyordu. Necip Fazıl Kısakürek’in:
“CHP’Yİ BESLEMENİN, KÜFÜR TESCİLİNE KADAR YOLU VAR!”
Dediği bir devrede CHP ile koalisyon kurmak için Erbakan’ın MSP’si öne çıktı. Hayret ki, ne hayret… Kıbrıs Barış Harekâtı, İslam’ın ebedi düşmanı olduğu tescilli bir partiyle, İslam’ın ezelî dostu olmak iddiasındaki bir partinin koalisyon devresinde icra edildi. Üstadımız Necip Fazıl’ın bu koalisyon ve ondan hayır uman budalaları vasfedişi:
“Ebu Cehil’in emir ve kumandasında İslamî bir davranışı mümkün gören küfür çapında bir sakamet…”
Dıştaki Amerika müsaadeli bu yatırımın kârına, az sonra ak güvercin maskeli Ecevit kuzgunu konacak… O zamana kadar, Ecevit ile Erbakan arasında nasıl bir şahsiyet ahengi olursa, memleketin iç ahvalinde de o ahenk tütecek… Memleket, yangın yeri… Suikastlar, eylemler, provokasyonlar, cinayetler… Sağ ile sol, biribirlerine Amerika ile Rusya’ymış gibi vuruyorlar… Türkiye’yi, top oynayan çocuk gibi konumlandıranlar, bahçelerine kaçan topunu “Az ötede oyna!” kaydıyla vermişler ama Amerika da, Rusya da, topların içine silah zulalamışlardır. Bu devrede “Kahrolsun Faşizm!” demek “Kahrolsun Amerika!” demektir. Ve “Kahrolsun Komünizm!” demek “Kahrolsun Sovyet Rusya!” demektir. Bütün bu sloganlar ve gerçek manalarının afakındaysa CHP için beliren tel slogan ve gaile, fikir fahişeliğini müesseseleştirici patent haklarıyla şudur:
“Kahrolmasın Kemalizm!”
1977 seçimleri, Kıbrıs Harekâtı ve suikast mizanseni parsasına rağmen Ecevitli CHP birinci parti olamamış, AP, MSP VE MHP birlikte Milli Cephe hükümetini kurmuşlardır. Fakat CHP, vatan ve devlet sermayesiyle AP’li on milletvekilini, siyasi çapkınlık maharetiyle Güneş Motel’de Bakanlık vaat ederek ayarttı ve hükümeti gensoruyla devirdi. Siyasi fahişelik icraya konuluyordu ama hiç kimse “Vurun kahpelere!” demiyordu. Bu denilmeyeni tersinden Cumhurbaşkanı Korutürk yaptı ve Ecevit’e “Kurun hükümeti!” dedi. Ecevit de, siyasi namuslarının ırzına geçtiği eski AP’li, yeni CHP’li Bakanlarla hükümeti kurdu. 1 Ocak 1978… Artık memleketin içine, 1950’den beri birikeniyle beraber edilebilirdi. Edildi de… Kısa sürede, CHP’nin kamuflajlı geri birlikleri mesabesindeki orduya darbe yapmanın ahvali hazırlandı. Sokaklar, kanunun duvardaki afişler kadar karizma belirtmediği bir anarşiye gark olmuştu. Binlerce insan öldürüldü. Ve 12 Eylül 1980’de, “şartların olgunlaşması” için vazifesini kasten yapmayanlar, yönetime kasten el koydular. Silahlı Kuvvetler, yasama, yürütme ve yargıyı kendi elinde topladı. Kurulan Milli Güvenlik Konseyi, Meclis’i ve tüm partileri kapattı. CHP’ye, iki çeyrekten biraz fazla bir zaman önce verilen garantörlük görevi, bir süre SİLAHLI HALK PARTİSİ tarafından yürütülecekti. Silahların gölgesinde hazırlanan yeni anayasa, 1982’de referanduma sunuldu. Anayasa aleyhine konuşmak yasaktı! 1923-46 arasının CHP’si hık demiş, 1982 anayasasını yapanlar burnundan düşmüştü. Oy zarfları şeffaftı, hayır oyu verenlerin hayrına olmayacak durumların icrası için sandık başlarında kaşlarıyla beraber tüfekleri çatık amcalar beklemekteydi. Netice: Yüzde 91 evet! 10 Kasım’da Anıtkabir’e çıkıldı ve netice, darbeci Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı ile beraber ilan edildi: 101 pare top atışı! Partiler kapatılmıştı. 1983’teki genel seçimlere girecek yeni partiler, kurucu üyelerini yüzde 30’unu darbe hükümeti Milli Güvenlik Konseyi’ne onaylatacaktı. Askeri cunta, parti kurdu, başına Orgeneral Turgut Sunalp’i geçirdi. CHP’lileri toplaması için de İsmet İnönü’nün eski özel kalem müdürü Necdet Calp’e Halkçı Partiyi kurdurdu. CHP, bu dönem yandan çarklıydı. Böyleyken asker o yandan, Halkçı Parti olarak kendileri bu yandan bastıracak ve Kemalizm ekmek dilimleri arasında millet ve değerlerini kaşar dilimi gibi eriteceklerdi. Cunta lideri ve Cumhurbaşkanı Turgut Sunalp’i açıkça gösterdi ve “Bunu seçeceksiniz!” dedi ama millet Anavatan Partisi kurucusu “Turgut Özal”ı seçti. 1987’de yapılan referandumla siyasi yasaklar kaldırıldı. Ecevit, Demirel, Türkeş ve Erbakan yeniden sahnedeydi. CHP’ye karşı bir zamanlar kendini Adnan Menderes isminde teksif eden millet, şimdi de Turgut Özal’a yönelmişti. Aynı yıl yapılan seçimleri de zaten Özal kazandı. CHP, maddesiyle ortalıkta yoktu ama ruhuyla Erdal İnönü’lü SHP ve Bülent Ecevit’li DSP’de arz-ı endam etmekteydi. 1988 anayasa referandumunda Özal’a karşı birleşen muhalefet mızıkacıları, onu yıprattılar ve partisinin başından Cumhurbaşkanlığı’na zıplamasına sebep oldular. Orada yalnızlaşacak ve partisi aşağıda, kendisi de yukarıda yok olacaktı. Öyle de oldu. 1991 genel seçimlerinden itibaren ANAP erimeye başladı. Pencere korkuluğu gibi Çankaya’da tecrit edilen Özal’sa, 1993’te kalp krizinden öldü. Özal’da teksif olunmuş CHP nefretli millet iradesi, kendinden eriyeni Erbakan’ın RP’sine doldurdu ve 1995 seçimlerinden onu galip çıkardı. CHP ve onun astarı mesabesindeki DSP, varoluş sebeplerini yerine getiremez olmuşlardı. Garantörlükleri berhavaydı! Neyse ki; SİLAHLI HALK PARTİSİ’nin bu garantörlüğe kefaleti vardı. Yeşilçam filmlerinin zengin ve şımarık çocuğundan çıkan ve Fıstık isimli eşeğin açık arttırmasında sarf edilen “Benim olacak Fıstık! Binecem üstüne! Vurucam kırbacı, vurucam kırbacı!” sesi, tam da CHP’den çıkmaya layık bir sözdü ve 1995’ten itibaren zaten CHP’den çıkmaya başladı. Zengin ve şımarık CHP, cuntacı askere güveniyordu, üzerine binme ve kırbaçlama hayalleri kurduğu eşeğin adıysa Fıstık değil, “millet”ti! Tankları sokaklara bu sebeple indirdi. Bu dönemde millet vicdanı en çok “Benim İslam diye bir davam vardır!” itirazıyla MHP’den ayrılan ve BBP’yi kuran Muhsin Yazıcıoğlu’nun şu asil çığlığında tebellür etti:
“Namlusunu milletine çevirmiş bir tanka selam durmam!”
Milletin önünde selam durmadığı cunta tanklarına, CHP ve DSP adeta fener alayı çocukları gibi alkış çaldılar. Tüm gazetelere manşetleri asker atıyor, irtica yaygarası yapılıyor, bu hengâmede bankaların içi boşaltılıyordu. CHP ruhu, asker olmuş, basın olmuş, sermaye olmuş, Batıdan aldığı garantörlük vazifesini toplu bir kadro halinde yerine getirmekteydi. Ve bu süreci, 28 Şubat 1997’de yayınlanan MGK kararlarıyla taçlandırdı. Kız çocukları, okudukları okullarda sırf başörtülü oldukları için vebalı muamelesi gördü. 1998’de Refah Partisi kapatıldı. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan okuduğu bir şiir sebebiyle hapse atıldı. Müslümanlık, Müslümanlarla beraber tam tamına imha hedefi haline getirilmişti. Milletten iğrenen millet düşmanları, sirk hayvanları gibi Türkiye’yi adeta burnunda çevirmekteydi. Bu, CHP armalı rejimin varlık sebebine uygun bir davranıştı. Böyle bir hengâmda, CHP ruhu gene Bülent Ecevit isminde teksif ettirildi ve Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra şimdi de Abdullah Öcalan hediyesiyle 1999 seçimlerine gidildi. Karaoğlan, güya terör örgütü lideri Öcalan’ı yakalayan kişiydi! Gerçekte Öcalan bir pildi ve onu enerjisi kalmamış CHP kuklasına ayağa kalksın diye bizzat Amerika yerleştirmişti. CHP’nin eski, DSP’nin yeni Karaoğlan’ına… Karaoğlan kuklasına… Bir yandan cuntacıların çatık kaş desteği, bir yandan böylesi mizansenlerin dürtüğüyle gidilen seçimden DSP birinci parti olarak çıktı. Ama tek başına hükümet kuracak güçte değildi. Hem Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP, sağ partilerle hükümet kurma şansını yakalamıştı. Ama Bahçeli “Onlar dinlensinler!” biraz diyerek çok sevdiği ve saydığı Ecevit’le koalisyon kurmayı tercih etti. Mesut Yılmaz’lı ANAP da, yanlarında olacaktı. Olanlar oldu… Yıllar geçti… Ama bu dönemde devlet dairelerinin kapılarına:
“Başörtülüler ve köpekler giremez!”
Diye yazılan yazılar yâdımızdan gelip geçmedi! “Bin yıl sürecek!” denilen 28 Şubat’ın, bin yıl başıydı… Zaten DSP-MHP-ANAP hükümeti, 28 Şubat’ı tatbik etmek için kurulmuştu. Bülent Ecevit, Meclis Kurulu’na başörtülü giren Merve Kavakçı’ya karşı külahsız bir Napolyon edasıyla bütün kuvvetlerini seferber etti ve Meclis kürsüsünden:
“Şu kadına haddini bildirin!”
Diyerek CHP ruhunun garantörlüğünü, MHP ve ANAP’lı ortaklarının seyirleri, DSP’li birliklerinin yuhalama ve sıraları yumruklama sesleri eşliğinde icra etti. 28 Şubat sürmekteydi ve 28 Şubat gerçekte CHP demekti. CHP var oldukça, 28 Şubat da, durulan ve azan devreleriyle hep var olacaktı. Millet, öz yurdunda garipti, öz vatanında paryaydı. Bu gariplik ve paryalık halinin Batı namına garantörüyse, öz yurdunun işgalcisi gibi hareket eden DSP görünümlü CHP idi.
DSP-MHP-ANAP elinde ekonomisi bellenen ve IMF’nin kucağına bırakılan ülke, 2001’de tarihin en büyük ekonomik kriziyle tepetaklak oldu. Ülke belki 40 yıl geriye gitti. Bu gidiş, bu üçlüye hezimet de getirdi ve üçü birden baraj altında kalarak inzivaya çekildiler. Ve 2002 seçimlerinde CHP, öz arması ve hüviyetiyle yeniden görünmeye karar verdi. Bu dönemde, evvela Adnan Menderes, sonra Özal’da teksif olunan millet iradesi, kısa süre önce okuduğu bir şiir sebebiyle zindana atılan Recep Tayyip Erdoğan üzerinde teksif olundu. Erbakan’a bayrak açan bir grup Milli Görüşçü, açtıkları bayrakla muzaffer olamayınca ayrılmış ve AK Parti’yi kurmuşlardı. Bu vaziyet bize, bu tarihten tam 20 küsur yıl önce edilen bir nasihatin geç kalmış icrası izlenimini verdi. Nasihat eden kişi, Erbakan’ı gönlünden çıkarmış Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek, nasihat edilenlerse Milli Selamet Partisi’nin halisleri idi. 1978’de:
“Bu işin tek çıkar yolu, bu zatı ve etrafına halkalanan balmumu adamlar kadrosunu tasfiye etmek…”
Diye başlayan nasihat:
“Umumi kongrelerinde mi olur, nasıl olur bilemeyiz, bu mesut günü bekliyor ve yüce İslam anlayış ve stratejisinin ruhlara sinmeye başlayacağı gün, saflarında neferlik vazifesini üzerimize alacağımızı ilan ediyoruz…”
Diye sürdürülüyordu. Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek, o devre yazdığı yazılarda açıkça, bırakın milleti CHP’den kurtarmak, CHP ile koalisyon hükümeti kuran Erbakan’ı hedef alıyor ve davanın akametten kurtarılması için onun halis müminlerce devrilmesi gerektiğini telkin ediyordu:
“Milli Selamet Partisi’ni balmumu adamlar ve merkezlerindeki nefsaniyet heykelinden temizleyiniz, neferlerinizin ayağındaki postal olalım!”
1980’de ise “Milli Selamet Halislerine” başlığıyla Milli Selamet Partisi milletvekillerine seslenmiş ve daha açık konuşmuştu:
“Hep beraber ayaklanarak Erbakan Hoca’yı kapı dışarı edemediğinize göre, kendinizin çıkıp gitmesi, başka bir teşekkülde kümelenmesi ve o hırs heykelini yapayalnız bırakmasından gayrı yol kalmamıştır…”
Davanın güdülebilmesi için onlara bu sesleniş, hiç bari yeni bir parti kurmaları nasihatiyle bitirilmişti. Seslenilenler, seslenene göre mi hareket etmişti ayrı husus ama tam 22 yıl sonra Erbakan’a kendi partisi içinden bayrak açıldı. Bayrak açanlar, parti başkanlığını ele geçiremeyince de ayrıldılar ve yeni bir parti kurdular. Ak Parti’nin teşekküle gelişi, İslam anlayış ve stratejisinin ruhlara sindirilmesi gibi ulvi bir temelde yükseliyor muydu? Yükselmeliydi!
2002’deki ilk seçimler, CHP ve hempalarından gına gelmiş millete Ak Parti’yi tek başına hükümete getirme fırsatı verdi. Cuntacı ruh ve onun müşahhas çıkıntısı CHP’de bile aslında, stres topu patlamış bir manyağın vaziyeti vardı ve yok etmek istediği anlayıştan stres topunu tamir etmesini istemekteydi. Meclis’te tek başına iktidar vasfıyla AK Parti, tek başına muhalefet vasfıyla CHP vardı. Ak Parti’nin bu andan itibaren yapması gereken şey, ülkeyi imar ederken CHP’yi kanun yoluyla imha etmek olmalıydı. Çünkü CHP, maddede ve ruhta hem imarın önündeki engel doğurucu saikti, hem de varlık sebebi zaten milleti öz değerleriyle imha etmekti. Mesela memleket afakında CHP tandanslı sivrisinek enflasyonunu geriletmek için, CHP’nin parti vasfıyla malik olduğu banka ortaklığı bitirilebilirdi. Dile bile getirilemedi. Bu arada CHP’nin “Silahlı Halk Partisi” gibi işleyen ordu, dipçikli iş bitiriciliğini göstermeden evvel memleket kazanını biraz çalkalamak yolunu tuttu. Kazan çalkalanacaktı ki; devirilebilsindi! Rahip Santoro, Hrant Dink, Zirve Yayınevi cinayetleri… Bütün bu kakafoniyle Batı’ya karşı verilen şey:
“İçimde Batıya karşı olan ve batırılması gerekenler var… Himmet!”
Mesajıydı. “Rejim Parti CHP”nin klasik hinlikleriydi bunlar ve Vatikan’ın Ekümenük Konsül nabzı gibi derinlerde bir yerlerde atan “Fetullahçı” ekiplerin de alttan alta bu hinliklere dahilleri vardı. Fetullahçı çete, sureten Ak Parti’den yana görünüyor, sireten CHP lehine iş tutuyordu. Ama Ak Parti, henüz farkında değildi. Sahnede, vatanın tek sahibi olduğu vehmindeki CHP vardı. “Cumhuriyet Mitingleri” düzenlediler ve alenen “Ordu Göreve” dediler. CHP yayın organı Cumhuriyet Gazetesi, Arapça harflere benzetilmiş haliyle umacı mahyaları asıyor ve İslam nefretini bir kampanya halinde kusuyordu:
“Tehlikenin farkında mısınız?”
Tehlike dedikleri, İslam’dı. Batılılaşmış maymunlara, değersiz bir muz bahçesine çevirdikleri memleketin ellerinden gideceğini ilan ediyor ve ortaya maymun hassasiyetli isyanlar çıkarmak istiyorlardı. İslam’dan iğrenen bütün kemikli büstler, kemiksiz üstlerinden aldıkları ilhamla vatan kazanını salladıkça salladılar. Bu arada Cumhurbaşkanlığı için Recep Tayyip Erdoğan’a, tıpkı Turgut Özal’a olduğu gibi “Çankaya’ya çıkarma ve orada yalnızlaştırarak işini bitirme” taktiği uyguladılar. Numarayı yediremedikleri için bu yolla yiyemediler… Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olmadı ve:
“Abdullah Gül kardeşim!”
Diyerek Cumhurbaşkanlığı’na Ak Partiyi birlikte kurdukları arkadaşını aday olarak gösterdi. Ama CHP, “Yargı Halk Partisi” kanadından destek aldı ve Sabih Kanadoğlu’nun “367” formülüyle Meclis’te Cumhurbaşkanı seçilen Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını katakulliyle iptal ettirdiler. CHP, “Anayasa Mahkemesi Halk Partisi”ne başvurmuş ve seçimleri iptal ettirmişti. Bu arada DYP lideri Mehmet Ağar ve ANAP lideri Erkan Mumcu’nun, ağarmak ve erimek için askerden alacakları bir telefonluk canları olduğu ortaya çıkmış ve üniformalı talimata ittibayla Meclis’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmamışlardı. Bu esnada Silahlı Halk Partisi de, Genelkurmay sitesinden Ak Parti şahsında milleti tehdit etti ve eşi tesettürlü bir kimsenin Cumhurbaşkanı olamayacağı yönünde muhtıra yayınladı. 27 Nisan 2007’de… Normalde sus pus olunmalı ve CHP’nin mutlak hâkimiyeti tanınmalıydı. Ama öyle olmadı. AK Parti bu muhtıraya cevap verdi ve ilk kez, dipçikli tehditler ardında aslında kapçıklı kolpa tavrı olduğu ortaya çıktı. Cunta ruhlu ordu koymuştu postasını, millet arkalı hükümet göstermişti restini… Artık iş, üstünü getirmeye kalıyordu. Üstünü getirmek için Ak Parti, seçimleri yenileme yoluna gitti. Gerçekte “üstünü getirmek”, CHP’nin tam manasıyla hakkından gelmiş olmakla tezahür edecekti. Ama 2007 seçimlerine salt beli doğrulmuş ekonomiyle gidildi. CHP’ninse halâ beli doğruktu. Ak Parti, yıkılan ekonomiyi güçlendirdi, daha da güçlendi. Ama tek başına iktidar avantajına rağmen CHP güçten düşürülememişti. Artık Meclis’te MHP ve bağımsız kontenjandan PKK milletvekilleri de vardı. Ve MHP’nin siyasi tavrı, “Cumhuriyet değerleri” isimli umacının harmanisinden tutunmak manasına CHP’nin yanında olarak tebarüz etti. Fakat yenilenen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Devlet Bahçeli, Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu’nun siyasetten silinmesinden de belki ibret alarak, “367” garabetinin yeniden yaşanmaması için Cumhurbaşkanlığı seçimlerine iştirak etti. Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı seçilmişti. Ama aynı durumun tekrar yaşanmaması namına referandum yoluyla anayasayı değiştirme yoluna başvuruldu. CHP’nin, devlet zirvesine iltihaplı bir sivilce gibi kurulan ve Ramazan aylarında milletin gözü içine baka baka kadeh yudumlamaktan gurur duyan Cumhurbaşkanı Necdet Sezer, Kemalizm’in kurtarılmış bölgesi gibi işletilen makamından buna engel olmak için yapmadık kılçıklık bırakmadı. Ama Ak Parti, boğazdaki kılçığı rulo yapılmış gazete bile yutmak çapındaki tedbirlerle gırtlak yolundan temizledi ve ilk olarak 2007’de referanduma gidildi. CHP ve MHP, kurtuluş savaşı hissiyle referandumda hayır cephesini oluşturdular. Cumhurbaşkanını milletin seçmesini istemiyorlardı. İstemedikleri oldu ve yüzde 70’e yakın bir oranla millet, referandumdan “Cumhurbaşkanını bizzat seçeceğim!” kararını çıkarttı.
Kaos arttırılmalıydı. Zira Kemalizmin her ipte cambazlık ettirdiği vesayeti, parmakları arasında iken kaymaya başlamıştı. Bu yüzden “Cambaza bak!” taktiği uygulanmadı, bizzat cambaz, başka başka vesilelere bakılmasını sağlayarak AK Parti’yi yıpratmaya çalıştı. PKK, 250 sırtlanını sınırdan geçirip Dağlıca Karakolu’nu bastı. 12 asker şehit olmuştu. Ahvalin uygun olduğu düşünüldü ve 2008’de Ak Partiye kapatma davası açıldı. 11 üyenin oy kullandığı Anayasa Mahkemesi’nde 6 üye “Ak Parti kapatılsın!”, 4 üye “Hazine yardımından mahrum bırakılsın!” ve sadece bir üye “Ak Parti kapatılmasın!” demişti. “Anayasa Mahkemesi Halk Partisi” tabiatını, zayıflamış olmakla beraber korumaktaydı. Ancak kapatma için üçte iki çoğunluk gerektiğinden Ak Parti kapatılamadı. Hazine yardımından mahrum bırakılma cezası verildi, bir de “laikliğe aykırı fiillerin odağı” olmaması için ikaz edildi. Hassasiyetler kaşınıyor ve CHP’ye hayat hakkı ancak, vatanı ondan başkaları idare ederken dev yangınlar çıkmasına bağlanıyordu. Fakat Batı’da da, CHP’nin bu Fıstık isimli eşeğe “Vurcam kırbacı!” emeliyle sürdürdüğü şımarık ve zübbe rejim sahipliği hallerine şerhler düşülmüştü. Zaten Batı, “Tek işbirlikçiyle bahar gelmez!” der gibi CHP’den başka hain teşekküller de beslemişti. Fetullah Gülen ve 40 yıldır muhafazakâr bir tiltle perde ardında durmuş iman ve itikat tahrif zümresi, bu süreçte Batı’nın, asırlık yareni CHP’yi terbiye ve beyninin bazı loblarıyla tasfiye aleti olarak kullanıldı. Hem de Ak Parti’ye hulul etmiş haliyle… Evvela MHP başkanlık divanının nerdeyse bütün üyelerinin yasak aşk görüntüleri yayınlandı. Sonra da CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın… Kemal Kılıçdaroğlu gibi hilkat garibesi bir tipleme, “Yerli Gandi” süslemesi yapılarak CHP liderliğine getirildi. 2010 referandumu, ülkedeki vesayet yapılanmalarının giderilmesi için kısmî bir fırsattı. CHP ve MHP, resmi ideolojiyi sahiplenici tavırla referanduma karşı çıktı. Ak Parti, onlara göre devleti yıkmak için teşekküle getirilmiş hain bir yapılanmaydı. Ama millet onlar gibi düşünmüyordu. Bu referandum da, yüzde 58’lik bir oranla kabul edildi. Fakat CHP’yi terbiye edeyim derken, Recep Tayyip Erdoğan şahsında AK Partinin öngörülenden fazla güçlenmesi hesap edilememişti. Hesap şu idi: Ak Parti kostümü içine sokulmuş iman ve itikat tahrifatçısı, ifsat ve terör zümresi Fetullahçı örgüt, CHP’nin demode olmuş İslam’la mücadele tarzını tasfiye edecek ve sonra Ak Parti’ye “Yeter artık! Çekilebilirsin!” dedikten sonra bütün ipleri eline alacaktı… Hesap bu idi… İslam, CHP katırı çitmesiyle dışından toslanmayacaktı da, FETÖ uru vesilesiyle içinden çürütülecekti. Bu defa, 1962 Vatikan Konsülü’nün Ekümenik (genel, evrensel) kararlarına da muhtevi olarak büyük oynuyorlardı. CHP’nin, bir asırdır başörtüsü görünce ya da ezan duyunca kedi görmüş fareye dönücü tavrı, artık Batıya daha köklü ve yerli mukavemet hamleleri olarak geri dönmekteydi. Batı pokercisi, masaya CHP kartını her yapıştırdığında karşısından “Pişti!” sesi gelmekteydi. Kemalizm, bunamıştı… İslam düşmanlığını, İslam düşmanlarını bile gınaya getirecek şekilde bağnazlaştırmıştı! Oysa Fetullah Gülen gibi, 40 yıldır el altından palazlandırılmış zehir sümüklü vaiz, eğer “Halifelik” çaplı bir kudrete erdirilebilirse, sadece Türkiye değil, bütün İslam dünyasında dişsiz-tırnaksız bir Müslüman tipini umumileştirebilirlerdi. 2011 seçimleri, bu manalar ayyuka çıkmamış ve her parti mevcut pozisyonunu koruyor olduğu halde geçti. Ama seçimden sonra tam da bu manaya uygun olarak Fetullah Gülen, perde ardı bir kürsüden Recep Tayyip Erdoğan’ı tehdide başladı. O ana kadar devlet kadrolarına liste vererek adam sokmaya çalışan FETÖ, artık devletin bütün kurumlarını baştan aşağı dizayn etmek istiyordu. Saklı bir muhalefet blokunun, alenileşmeye başladığı bir noktaydı burası… Recep Tayyip Erdoğan “Ne de olsa namaz kılıyorlar!” gibi kabaca bir bakış açısıyla Kemalistlere karşı yol açtığı Fetulahçılar tarafından açıkça hedefe konuldu. CHP, 40 yıldır başına faraşı indirmek için peşinden koştuğu fareden medet ummaktaydı. Bu hengâmda Fetöcü polislerden 2013 sonunda “17-25 Aralık operasyonları” diye bilinen hamle geldi. Bazı bakan ve bürokratlardan başka Recep Tayyip Erdoğan’ın evi basılacak ve para desteleri arasında çekilen bir boy fotoğraf ve bir çelik kelepçeyle millet nezdindeki itibarı sıfırlanacaktı. CHP, Fıstık isimli eşeğe hasret şımarık ve züppe vasfıyla komployu “Vurucam kırbacı! Vurucam kırbacı!” diye körükledi. MHP de, CHP’den bir perde altta olarak AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan’ı hırsızlıkla suçluyor, sıkıştırmaya çalışıyordu. Devlet Bahçeli, mülakatlarını makamında veriyor, objektiflere de 17:25’te durdurulmuş bir saatin önünde poz veriyordu. Hatta 2015’te CHP’nin yayın organı Cumhuriyet Gazetesi’nden vatan haini Can Dündar’a verdiği mülakatta şöyle dedi:
“Bunu bizzat ben yaptım. 17.25’i gösterdiğinde pilini çıkardım… Her gün bu takvime bakıyorum…”
Ve ekledi:
“Buradan da anlayabilirsiniz ki biz, 17 ve 25 Aralık’ın hesabının sorulması vaadimizden asla geri adım atmayız!”
FETÖ, CHP ve MHP teslisi, Recep Tayyip Erdoğan’ın asılmak istendiği bir çarmıhtan mülhemdi. Bu çarmıh kurulmalı ve Recep Tayyip Erdoğan oraya asılmalıydı. Bunun için 2014’te FETÖ ve CHP ortaklığında “Mit tırları” kumpası yapıldı. Tarihin eşsiz bir ihanet sergisinden başka bir şey olmayan bu operasyonda, Suriye’ye Mit görevlilerince götürülmekte olan ve içinde Suriyeli Türkmenler’e çeşitli yardım malzemeleri bulunan tırlar, FETÖ’cü askerlerce durduruldu ve Türkiye bütün dünyaya “DEAŞ’a silah yardımı yapıyor!” olarak lanse edilmeye çalışıldı. Devlet Bahçeli’nin, bir büyücü fanusu gibi makamında her gün baktığını söylediği ve 17:25’te durdurduğu saati önünde poz veren Can Dündar, bu tırlarda olduğu iddia edilen silahların görüntüsünü CHP gazetesi Cumhuriyet’te manşetten yayınladı ve dünyaya Türkiye’yi ihbar etti. Üstadımız Necip Fazıl’ın:
“Bizdeki muhalefet, iktidarı düşürme pahasına vatanı düşürmeye bile razıdır!”
Dediği vaziyet bir kez daha tahakkuk etmekteydi. Aslında “bizdeki muhalefet”, kendini muhalefet olarak değil, ebedi iktidar olarak gören CHP idi ve vatan idaresini İslam’ı düşürme pahasına inhisarına almıştı. Şimdi de aynı ebedi emeli İslam’ı düşürme uğrunda vatanı da düşürme emeli uğrunda göstermekteydi. Böyle bir vaziyette Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidildi. Recep Tayyip Erdoğan, MHP, BBP, CHP, SP (Milli Görüş), HDP (PKK), İşçi Partisi, Devrimci Halk Partisi gibi her telden 14 partinin karşı cephede olduğu bir seçimde halkın seçtiği ilk Cumhurbaşkanı oldu. Millet, kakafoninin hangi tarafta olduğunu seziyor ve kendinden yana olanı her şeye rağmen yalnız bırakmıyordu. İş burada bitmedi ama… Zira CHP bitmemişti. Ve o bitmediği sürece bitmeyecekti… Batının asırlık yari CHP ve yarım asırlık iman ve itikat ifsatçısı Fetulahçı çete, MHP desteğiyle beraber AK Partiye yüklenmeye devam etti. Bu şartlarda 2015 seçimlerine gidildi. CHP’li bir vekilin PKK partisi genel başkanına ayak üstü bir kuytuda ettiği:
“Birlikte iyi salladık!”
Tebriği, bu seçimlerin neticesini de özleştiriyordu. CHP, kendi parti tabanına talimat vermiş, her evden bir oyu PKK’nın partisi HDP’ye vermeleri için el altından kampanya yürütmüştü. AK Parti, karşısında parti olarak CHP ve MHP, örgüt olarak da FETÖ, PKK VE DEAŞ gibi kaotik ortam peydahçılarının toplu muhalefetiyle sallanmış, 7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına hükümet olacak çoğunluğu elde edememişti. Hep birlikte iyi sallamışlardı! Ak Parti, kurulduğu günden bu yana ilk defa oy kaybetmişti. Zira 13 yıl boyunca memleketi imar etmiş ama CHP’yi imha işini ihmal etmişti. Bu şartlarda koalisyondan başka çare yok idi. 1999 seçimlerinde Bülent Ecevit’in koalisyon teklifine “Hay hay!” diyen Devlet Bahçeli, Ak Parti’nin koalisyon teklifini “Hayır hayır!” diyerek reddetti. Bu süreçte terör azdırıldı. Ak Partinin yürüttüğü çözüm süreci, PKK üzerindeki tesirini kullanan Fetöcü polis ve askerlerce baltalandı. Suruç’ta patlatılan DAEŞ bombası PKK’lıları hedef alırken, PKK intikamını yataklarında uyuyan iki polisi şehit ederek aldı! Kollektif terör, yapmaya değil, yıkmaya odaklı muhalefetin her tür enstrümanıyla icraya konulmuştu. Seçimin hemen arifesinde de Ankara Garı önünde gene DAEŞ bombası patlatıldı ve hayatını kaybeden 102 vatandaşın tabutları yanına bir de Ak Parti tabutunun konulması düşlendi. Bu şartlarda Kasım 2015’te seçimler yenilendi. Ak Parti oylarını kâfi miktarda yükseltti. HDP ve MHP eridi ama ebedi işgal partisi CHP oylarını muhafaza etti.
Ak Parti’nin gene devrilememiş olması, Amerika dürdüklü bir kalkışmanın da yolunu açmıştı. Seçimle bir türlü gönderilmeyen, hiç gönderilemez değildi ya… Amerika’dan, darbe yapmak noktasında müsaade alan FETÖ, daha evvel muhalefette birtakım dizayn çalışmalarında bulunmuştu zaten… Ak Partiyi ısırarak bükmeye çalışacak yılan, CHP’nin kendiyle birlikte çalışacağını zaten biliyordu. MHP’yi de, emniyetli bir ele teslim etmesi iyi olacaktı. Devlet Bahçeli’ye karşı bu manada başlatılan muhalefet hareketi, Meral Akşener liderliğinde epey mesafe kat etmişti. Darbe girişiminden önce sık sık:
“15 Temmuz’da Başbakan olacağım!”
Diye konuşmalar yapan Meral Akşener, MHP delegesinin çoğunluğunu bile ele geçirmiş ama bazı yerel mahkemelerden alınan kararlarla Devlet Bahçeli’nin devrilmesi engellenmişti. Amaç, darbe yapılacak gece MHP teşkilatlarını darbe lehine sokaklara dökebilmekti. Fakat Devlet Bahçeli devrilemeyince, bu defa ona karşı yapılan muhalefet ve bu muhalefeti yapanların darbenin başarıya ulaşması durumunda Devlet Bahçeli’yi muhakkak gadre uğratmak imkânına erecek kişiler olmaları, başarısız darbeden sonra Devlet Bahçeli’yi AK Parti’yle beraber olmak yoluna itecekti. Öyle de oldu; 15 Temmuz 2016 gecesi, tarihimizin ender alçaklıklarından biri sahneye kondu ve ordu içindeki FETÖ’cü askerler darbe yapmaya kalkıştılar. CHP ruhundan damıtılma kimseler, ilk anda evlerinin balkonundan tanklara alkış çaldılar. Alkış çalmayanlarıysa bankamatik önlerindeki kuyrukta idiler. MHP genel merkezinden Devlet Bahçeli adına MHP üyelerine:
“Sokaklara çıkmayın… Askere direnmeyin…”
Talimatları gönderildi. Gece 01:38’de MHP basın biriminden yayınlanan Devlet Bahçeli imzalı bildiride darbe girişimi kınanmakla beraber, şöyle bir ihtarda da bulunulmaktaydı:
“Halkın sokağa daveti, Türk askeriyle muhtemel bir çatışma içine girmesi vahim bir tehlike olarak önümüzde durmaktadır…”
Fakat o sırada halk sokaktaydı, tankların altında veya üstündeydi! Bu yolla idi ki; “vahim tehlike” önlenebilmişti. MHP’ye birkaç yıldır muhalefet edenlerin, FETÖ-CHP cenahında kalmış olması, darbe sabahından itibaren Devlet Bahçeli’yi, Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte olmak noktasında, üstelik gün geçtikçe güçlenen bir seyirle sağlayacaktı. Bu arada CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bayramlıklarını giyinmiş şen çocuk havasında olanları televizyondan izlemekteydi. Darbe başarıya ulaşsa “Amerika çocukları” Türkiye gemisinin dümenine kurulacaklardı. Ama öyle olmadı, Allah, bu belayı milletin eliyle engelledi. Adeta 1950 seçimlerindeki:
“Yeter! Söz milletin!”
Çığlığı yeniden ve tersinden olarak tahakkuk etmiş ve:
“Yetmez! Söz halâ milletin!”
Vaziyeti tahakkuk etmişti. Darbe girişiminden sonra FETÖ kadrolarının devletten temizlenmesi için büyük gayretler gösterildi. Bu çabalar devam etmekte… Amerika ve topyekûn Batı, FETÖ’yü alenen sahiplendi. CHP’nin gerçek sahipleri zaten onlardı. MHP’den kopardıkları irice bir parçayı da “Milliyetçi aroma” sağlansın diye FETÖ-CHP kanadına eklemlediler. 15 Temmuz’da başbakan olamayan Meral Akşener, kendisinden hesap sorulmamasının da rahatlığıyla muhalefette “Uzaylı Zekiyesi” olarak yerini aldı… PKK partisi de, otel odalarında gizlice buluşulan ucuz bir kapatmalık gibi bu cepheye kuvvet olmak için dizayn edildi. 2018 genel seçimlerinde, Ak Parti geriletildi. Tek başına kanun yapma gücü kaybettirildi. Artık attığı her adımda MHP’nin de onayını alması gerekecekti. Bugün Ak Parti ve Recep Tayyip Erdoğan, MHP ile kurduğu Cumhur İttifakı’nı idare çabasında… İdaresi zor… 2002’den bu yana geçen 17 senede her yanından dişlenen ama teslim olup düşmeyen bir iradenin sahibi olarak halâ direnmekte… Karşısındaki cephe, 2019 yerel seçimlerinde onu sendeletmek ve 2023 yılındaki genel seçimlerde de devirmek emelinde... Millet, fikri manada anlamaktan ziyade hissi plânda vardığı bir duyguyla onu yalnız bırakmak istemiyor. Ruhunda gördüğü asırlık cefaların hatırası, dimağında “Buraya kadar gelmişken!” duygusunun sadası direnmeye çalışıyor. Ne zaman umudu düşse “İçimizdeki düşman” katarının lokomotifi mesabesindeki CHP’si gözünün önüne geliyor ve silkeleniyor. CHP’nin küfür lokomotifi, kara dumanlar üfleye üfleye geçerken ve millete:
“Ben var oldukça, sen ruhunla var olamayacaksın!”
Diye düdükler öttürürken, millet de kendisine:
“Biz var oldukça CHP’den toptan kurtulma ihtimali de vardır!”
Diye umut aşılayan böyle bir lideri bırakmak istemiyor. Bu hengâmda bütün milleti yanık sinesiyle dilimize teksif ediyor ve Recep Tayyip Erdoğan ve temsil ettiği manaya sesleniyoruz:
“Bizim için yaptığın yollar ve köprülerden çok, CHP’yi yıktığın kadarsın!”
Allah’ın, milleti, Recep Tayyip Erdoğan ya da bir başkasıyla, “bizim için kadarlığı” emeline ermiş o kimseye erdirdiği gün, CHP’sizlikten neşet etmiş bir bayram günü olacak ve Recep Tayyip Erdoğan ya da bir başkası, Kurtuluş Savaşımızı tamamına erdiren gerçek bir kahraman vasfıyla belirecektir. Anlıyor musunuz, kurtuluş savaşımız bitmemiştir ve dışarıdan “yedi düvel” ile içimizdeki düşman CHP’ye karşı halâ sürdürülmekte ve sürdürülmelidir…
Türkiye, milleti ve Anadolu’daki 10 asırlık tarihiyle topyekûn Doğunun mümessili ve ruhî kök alakaları bakımından Doğuludur… Halen… Laik Türkiye Cumhuriyeti, kaideleri ve bir asırlık tarihiyle topyekûn Batı’nın mümasili ve maddî dal uzanışları bakımından Batılıdır. Halen… Cumhuriyet tarihinin başlangıç evresini temsil eden ve Mustafa Kemal’i de içine alan dönemde, kültür ve inanış cepheleri açısından Batılılaşma çabaları tam gaz sürdürülmüşken, idare ve demokrasi cepheleri açısından Osmanlı’dan bile geriye düşülmüştür. Demokrasi tapıcısı Batıcılar için tam da kınanması gereken türden bir tenakuz durumu… Bu durum sual getirir:
“Mustafa Kemal, millete dayanırken ne sebeple millete dayanan demokrasi yönetimi uygulamamıştır?”
Kemalizm’in tevil hokkabazları hemen işe koyulurlar ve:
“Mustafa Kemal’e, kendi devrinde tam demokrasi uygulamadı diye sitem etmek, Kanuni Sultan Süleyman’a, kendi devrinde yerli otomobil imal etmedi diye sitem etmekle aynı şeydir!”
Gibisinden itirazlara dururlar. İşi anakronizme çekerler yani… Oysa böylelerinin tarih ve siyaset ciğerlerini avuçlayıp bir sıksanız, “tarihi hadiseleri kendi şartlarında değerlendirmemek” manasına gelen anakronizm kanından başkası akmayacak… Batıcı rejimin tabiatı bize Antik Yunan devrini “Demokrasiyi kurdular!” diye takdim ve takdis etmez mi hani? Eder… Mesele Batıcılık ise eğer, Antik Yunan Atinası bu demokrasiyi M.Ö. 6. asrın başında kurmuş… Hadi buyurun da, demokrasi için 20. asrın başları henüz uygun değildi deyiverin! Üstelik Batıcılığı halen devam eden devlet rejimimizin sağladığı iklimde Batı her türlü takdis edilir. Mesela Demokrasiyi M.Ö. 6. asrın başında kurdukları için Antik Yunan Atinası övülür, sonra da Sokrates’i baldıran zehriyle aynı demokrasi öldürünce, bu defa da Sokrates’in övüldüğü bir hengâmda demokrasi rejimi pas geçilir! Sokrates’i, devrin kargaları mı zehirlediler de öldürdüler! Düzünden ve tersinden daima, Batıyı övmeye odaklı bir kültür ve fikir rejimi var. İşte “Demokrasinin uygulanması için 20. asrın başlarındaki şartlar pek uygun değildi!” gerekçesini Osmanlı Padişahı ya da Osmanlı fikir ve duyuş hinterlandında olmaktan memnun birileri dese belki anlaşılabilir… Ama 20. asrın başı itibariyle Avrupa’daki birçok ülkede demokrasi idaresine geçeli birkaç asır olmuşken, onları rol model alan Batıcı kimselerin demesi anlaşılamaz… Hem CHP odaklı tek parti seçimlerinin yapıldığı 1923-1946 yılları arasında serbest seçim yapabilmek için ne gibi şartlar gerekmekteydi ki? Sandık mı imal edemiyorlardı? Gerçek sebebin, ilk girdiği serbest seçimde (1950) sadece yüzde 39 oy alan ve ülke idaresini kaybeden CHP’nin, millet iradesine başvurursa eğer alaşağı edileceğini bilmesi olduğu çok açıktır. Ne imiş, demokrasi ruhuna millet alışık değilmiş! Falan filan… Eğer bunu “on yılda on beş milyon âdetini en baştan yaratarak” imal ettikleri millet için diyorlarsa, o millet için de bakın Mustafa Kemal ne diyor:
“Bundan en aşağı 7000 sene evvel, Mezopotamya’da insanlığın uygarlıklarından birini kuran Sümer, Elam ve Akad kavimlerinde demokrasi ilkesi uygulanmıştır. Gerçekte BU TÜRK IRKLARI, birleşik bir Cumhuriyet kurmuşlardır. Bundan sonra Atina ve Sparta gibi Yunan şehirleri, bir tür demokrasi ile idare olunurlardı…”
Buradaki millet, bizdeki milletse, CHP tek parti rejimindeki demokrasi illeti, kimdeki illettir?
CHP’nin, ülkeyi tek parti rejimiyle yönettiği yıllar için kaydettiği en esaslı bahanesi:
“Koşullar hazır değildi!”
Göğsüne oturulup ellerine basılan ve gırtlağı sıkılarak hareket etmesi önlenen bir adamı, canlı olduğu halde kontrol altına almak için ne yapmalı? Önce damarından zerk edilecek bir ilaçla onu uyuşturmalı… Sonra da baygınken onu iradesiyle ele geçirecek ilaç rejimine devam etmeli… Ara ara da ayılmasına müsaade edip, iradesiyle teslim olup olmadığını kontrol etmeli… Anadolu’nun gırtlağına basılan adamı mesabesindeki millet, 1925 ve 1930’da bu manada kontrol edildi ve iradesini teslim etmediği görüldüğü için gırtlağına tekrar basıldı…
“Koşullar hazır değildir!”
2019’dayız… CHP halâ, Batılı emperyalistlerin, gırtlağımızı basılı tutmak için içimizde tuttukları gaz pedalı vasfıyla bu koşulları hazırlamanın derdinde… Bir asırdır uğraşıyor. Ceylan milletin değerlerini sırtlan parti vasfıyla öldüremediyse, hiç ısırmadı, hiç kanatmadı, hiç yaralamadı da değil… Isırmaya, kanatmaya, yaralamaya devam ediyor. Isırılmışız, kanatılmışız, yaralanmışız… Batının içimizdeki gaz pedalını sökmez, millet ceylanımız peşindeki sırtlan partiyi kanun yoluyla yok etmezsek, ecelimiz için kanun yoluyla ya da kanunsuz “koşulların hazır edilme” süreci devam edecek… CHP, bizim için koşulları hazır etmeden, biz CHP’yi tahtalı köy demokrasisine nazır etmeliyiz…
Milli irade… Ne demek? “Millete ait olan irade” demek… Millet başına kanun zoruyla şapka takmak isteyenler, iradeyi milletin neresinde vehmediyorlardı acaba? Kavram anarşisinin canı cehenneme! “Cehennem” hakikatini bile kavramsallaştırıp anarşiye gark ediyorlar, sonra da onu sahte bir cennet ambalajıyla kaplayıp sunuyorlar. Millet de, hangi millet? Cumhuriyet balolarında iyi vals yaptığı için rakı ısmarlanan, burada ilk defa içtiği rakıyı da ömrünün sonuna kadar milli bir vazife hissiyle sürekli içen bir kimsenin nüvesini oluşturduğu millet mi, onun iradesi mi? Yoksa akın boylarında Allah’ın ismini yüceltmek için candan geçen yiğidin nüvesini oluşturduğu millet mi, onun iradesi mi? Anlayacağınız “milli irade”, idareyi eline geçirenine göre tutumu değiştirilen plastik bir kavramdır. Hakikati de sadece, tura yüzünde CHP’nin olduğu bozuk bir paranın, mukabil taraftaki yazı yüzündedir. Yani “Yazı mı, turamı?” diye atılan bozuk paranın turadaki CHP’li tarafı geldiğinde, “Milli irade” yazan ters yüzü de canı çıkarılmak üzere altta kalmaktadır! Tura tarafındaki CHP ile yazı tarafındaki “milli irade”nin birlikte tezahürü ise, muhaller muhali… Milli irade, CHP’nin altta kalıp canının çıkarıldığı gün gerçekten zuhur edecektir.
Tam bağımsız bir ülkede, iktidar olur, muhalefet de olur. Anlaşamadıkları, farklı düşündükleri şeyler hep olur. Aralarında devr-i daim eden idare devrelerinde de bunun yansımaları görülür. Ama dikkat edin; 1950’ye kadar ezelî iktidar, 1950’den sonraysa ebedî muhalefet gibi tepemize tünemiş CHP ile 1950’den önce bizzat millet, 1950’den sonraysa tüm marka ve modelleriyle milleti temsil eden iktidarlar nelerde zıtlaşmış, neleri tartışmışlar… O 1932, bu 2019, halâ CHP merkezli bir girdabın çekiciliğiyle Türkiye’de ezanı tartışıyoruz… CHP, tartıştırıyor yani… Dünya ahvali çalkantılı bir okyanus, bu okyanusta boğulmamak üzere yüzen, yetmedi tüm dünya mazlumlarına da yetişmeye çalışan Türkiye ve ayağına iple bağlanmış altı ok çıkıntılı CHP kayası… İstikbâl, bu ipi ayağımızdan kesecek ve CHP kayasını okyanusun dibine gönderecek makasın ucundadır!
1960, 1971, 1980, 1997, 2007 ve FETÖ soslu versiyonuyla 2016… Bu darbe, muhtıra ve darbe girişimlerinin arası yaklaşık on yıl… Millet, kendi iradesini her ne vakit göstermek noktasında ısrarcı olmuşsa, Kemalizm’in düşünsel temsilcisi mesabesindeki organizasyonlar düzünden veya tersinden silaha ve tehdide davranmış… Öyleyse? Başımıza bir on yıl sonra ne geleceğini mi bekleyeceğiz? Beklemek istemiyor muyuz? İşte çaresi: CHP’den, kanun yoluyla topyekûn kurtulmalıyız! Recep Tayyip Erdoğan şahsında Ak Parti iktidarlarına attığımız:
“Bizim için yaptığınız köprü ve yollar kadar değil, CHP’yi yıktığınız kadarsınız!”
Çığlığı, anlayana çok şey söyler…
CHP’den kanun yoluyla kurtulmak… Ama nasıl? Evvela nasıl olmadığını 2002-2019 Ak Parti siyasetine bakarak görmeli… Türkiye’ye çok yollar yapıldı, çok köprüler dikildi ama CHP, çirkef vaziyetiyle milletin karşısına dikilmek mecalinden gram düşürülemedi… Düşürülebilirdi… Mesela bu süre zarfında CHP’nin İŞ Bankası ile ortaklığı sonlandırılabilirdi… Heyhat ki; şehit cenazelerimizde bile mecburi ŞOPEN MARŞI çalınma zulmünden yeni kurtulduk… Vatan için can vermiş yiğitlerin, cenaze namazlarında kemikleriyle tam tam çalmaktan beter bir zulüm olan bu uygulamayı kaldırırken bile, AK Parti idare ruhundaki gevşeklik birkaç sene öncesinden itibaren nabız yoklamaya başlamıştı. İş Bankası içinse Recep Tayyip Erdoğan, 17 yıl sonra geçtiğimiz ay adım attı… O söyledi, Devlet Bahçeli “Getir Meclise!” dedi ama gene unutuldu… Millete musallat sineklik hassasının defi için, evvela bu sinekleri besleyen bataklığın kurutulması elzemken, korkarız ki; CHP’nin İŞ’i gene bir başka bahara bırakılacak…
CHP’nin İslam’a saldırırken gösterdiği cesaret ve pervasızlığın çeyreğini, İslam’ı CHP’ye karşı savunurken gösterseydik, CHP’ye anasının derekesini çoktan göstermiş olurduk… Ama olmadı, olmuyor… Allah Resulü’nün, ahir zamanda Müslümanlara ait kalbî bir hastalık olarak ölçülendirdikleri “vehen”in müptelasıyız… İzah edelim:
Kâinat’ın Efendisi, bir gün şöyle buyuruyorlar:
“Yemek yiyenlerin yemek kabının başına üşüştükleri gibi, insanların size karşı birleşip başınıza üşüşmeleri yakındır…”
Sahabî soruyor:
“Ey Allah’ın Resulü! O gün Müslümanlar az oldukları için mi bu hale düşecekler?”
Kâinat Efendisi cevap veriyorlar:
“Hayır, bilakis o gün Müslümanlar sayıca fazladırlar. Fakat selin kenara savurduğu çer çöp gibi değersizdirler… Öyle ki; Allah, düşmanlarının kalbinden Müslümanların azametini çekip çıkarır ve Müslümanların kalbine de VEHEN koyar.”
Sahabî gene sorar:
“Vehen nedir ey Allah’ın Resulü?”
Cevap gelir:
“Dünya sevgisi ve ölüm korkusu…”
Ak Parti, 17 yıllık tek başına iktidar devresinde CHP’yi “dörtte birlik” güç çapından geriletemedi. Ve CHP “dört dörtlük” çullanma istatistiğini hep sürdürdü. Dörtte üç, dörtte bire teslim… Dörtte üç, “vehen” hastalığına müptela… Muhasebenin böyle bir tablodan sonra yönü şöyle olmalı:
“Acaba dörtte üçü temsildekiler, Kemalizm’i Kemalizm’in kanunlarıyla yönetmekten zevk mi almaya başladılar…”
Tuttuğu balyozu, çiçek buketi sanmaya başlayan bir adamın, imhayla başlayan ama inşa ile devam eden serüveninin mukadder nihayeti:
“CHP’yi yıkacaktı, CHP tarafından yıkıldı…”
Üstadımızın altmış beş yıl önceki serzenişi:
“Zindanın anahtarı bizde, içinde de biz varız…”
Vaziyetimiz, iktidar bizdeyken öyle hazin bir hâl almıştır ki; bu tespitin bugün için şöyle bir tashihe ihtiyaç belirtmediğini de söyleyemiyoruz:
“Artık zindanın anahtarı da bizde değil mi ne…”
CHP’yi bugün için ayakta tutan “dörtte birlik” kesimi, kanunî yoldan gösterilecek doğru hamlelerle evvela onda bire (Yüzde 10), sonra da yirmide bire (Yüzde 5) indirmek mümkün… Ama Ak Parti, evvela CHP’yi ayakta tutan “dörtte birlik” kesimin saksıdaki hüviyetini gene CHP’nin tercih ettiği can suyuyla besliyor, sonra da onun ne sebeple kurumadığı noktasında manasız tefekkürlere dalıyor. İzmir’e belediye seçimleri için gönderdiği adayının ilk elden:
“İzmir şarabını dünya markası yapacağım!”
Çıkışı, evvela İzmir’i “Anadolu değil!” diye öz ağzınla tescil etmek ahmaklığı belirtir, sonra bu ahmaklığı takınan ahmakları “Her nasılsa Yunan’ın bizim yakada kalmış toprağına hizmet” derekesine düşürür. İzmir’le beraber, Anadolu’yu CHP’den kurtarmak, CHP’lileşerek mi, yoksa CHP irin ve iltihabı deşilerek mi sağlanacak? Meselenin püf noktası bu sualin nabzında atmaktadır da, Ak Parti idare ve siyaset bünyesinde atmamaktadır… Çare belirdi; köprü ve yol yapmak tarzında memleketi imar ameliyesi, kendisiyle muvafık işletilecek CHP’yi kanun yoluyla yıkmak hasenatıyla birlikte ele alınacak… Memleketi imar, CHP’yi imha… Nasip olursa Ak Parti, değilse Anadolu’nun sırtında taşıyacağı ondan sonraki siyasi organizasyon, bu hareket tarzını siyaset eylemezse, daima tekerrür eden hazin bir hikâyenin ezik makarası olmaya devam edeceğiz.