İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Yeni Zelanda’nın Christchurch kasabası… “Chrsichurch”, “Mesih’in Kilisesi” demek… 15 Mart 2019’da Brenton Tarrant isimli bir terörist, kiliseden camiye çevrilmiş iki camiye silahlarla girdi ve 50 Müslüman’ı şehit etti. Üstelik bu katliamı, tam 17 dakika boyunca Facebook kanalından da canlı yayınladı. Katliam öncesinde paylaştığı 70 sayfalık bildiriden, silahları üzerine yazdığı yazılardan, tarihlerden ve isimlerden de anlaşılacağı üzere, katliam motivasyonunu tamamen Haçlı-Hristiyan bir ruhtan almakta… Endülüs Emevileri’ni durduran Frank Komutan Charles Martel’den, Osmanlı’nın İkinci Viyana Kuşatması tarihi olan “1683”e kadar yazılan isim ve tarihler, İslam düşmanlığını esas alan bir “Haçlı kin günlüğü” gibi…
Tarrant’ın kendisi İskoç asıllı, Avustralya doğumlu… Akıl sağlığının yerinde olduğunu, pişmanlık duymadığını kendisiyle görüşen avukatlar açıkladı. Tarrant bildiride, 2011 yılında Norveç’te 77 kişiyi öldüren Anders Breivik'ten ilham aldığını yazmış… Breivik de, o katliamı Norveç’teki çok kültürlülüğe karşı olduğundan yaptığını söylemişti. Onun eylem öncesinden yayınladığı “manifesto”su ise, 1500 sayfa…
“Bakmayın siz, ‘Ilıman Müslümanlar var!’ dendiğine, gerçek Müslümanlık, cihada inanmayı ve icabı geldiğinde cihada iştirak etmeyi mecburi kılar…”
Breivik, Müslümanlık nefretini, isabetli bir tespitle böyle kusuyor. İslam tarihini özleştiriyor, Araplar’dan sonra sıra Türkler’e geliyor. Nefret, sıranın halâ kendilerinde olduğunu düşündüğü Türkler üzerine odaklı… Yeni Zelanda Haçlı-teröristi de, aynen Norveç Haçlı-teröristi gibi bir dil kullanmış… Dünyanın diğer yerlerindeki benzerlerine de mesaj veriyor ve Müslümanlara saldırmaları için teşvikte bulunuyor. Türkiye’yi ve Recep Tayyip Erdoğan’ı da pas geçmiyor tabi:
“Boğazın Avrupa yakasına gelirseniz, ölürsünüz…”
Devam ediyor ve Batı dünyasının asla düşlemekten vazgeçmediği İstanbul emelini heceliyor:
“Konstantinopolis’e gelir, tüm cami ve minareleri yıkarız. Ayasofya minarelerden kurtulacak ve Konstantinapol hak edildiği gibi tekrar Hristiyan şehri olacak…”
Yeni Zelanda katliamından sadece iki gün önce Avrupa Parlemantosu, Türkiye ile müzakerelerin askıya alınmasını öneren raporunda aynen şöyle diyor:
“Ayasofya, Camii olursa Türkiye AB’ye giremez!”
Yeni Zelanda katliamından bir gün önce de, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun oğlu paylaştığı mesajda “Tayyip Erdoğan’a, İstanbul’un gerçekte Konstantin olduğunu hatırlatırım!” dedikten sonra ekliyor:
“Türk işgalinden önceki bin yıl boyunca Bizans İmparatorluğu'nun ve Ortodoksların başkenti olduğunu hatırlatırım. Türkler, Yunanlara, Süryanilere ve Ermenilere soykırım yaptı. Onlar etnik olarak bütün Hristiyanları küçük Asya'dan (Anadolu) temizlediler.”
Bunlar plânlı denk getirişler ya da değil, açımızdan bir şey değişmez. Şifre kırıcı boşboğazlar gibi laf kalabalığı yapmak emelinde değiliz. Yahudilik ile Yunan felsefesinin Helen uygarlığında harmanlandığını ve ortaya Hristiyanlığın çıkarıldığını bilmekten başka, küfür, zulüm, işgal ve şeytanlığın bu üçlü sacayağı üzerinde yükseldiğini bilenler için, fantastik ama fikirsiz laf yellemelerine zaten ihtiyaç yoktur… Bilenlerimiz az… Laf yellemelerine ihtiyaç duyanlarımızsa, her yerde… Tehlike büyük ama bizler böyle bir andan sonra bile “Cambaza bak” hokkazbazlığının cambaza bakan kalabalıklarını oynuyoruz…
Kuzeyden Batı’ya, ince ince kuşatılıyoruz. Bu kuşatmanın bir de, coğrafya derinliklerimize bir hançer gibi saplanmış iç-doğu ayağı var… Kuzeyde, Rusya... İstanbul’a İstanbul demez onlar, “Çarigrad” derler… Yani “Çar’ın şehri”… Sen Petesburg’daki Çar Deli Petro heykeli, üzerinde şaha kalktığı atı ile halâ İstanbul’u gözetler. “Naş, naş, Çarigrad naş”, yani “Bizim olacak, bizim olacak, İstanbul bizim olacak!” tekerlemesi, her Slav’ın gırtlağındaki bir düğümdür. İstanbul, onların olunca çözülecek bir düğüm! Topyekûn batıda zaten Haçlılık psikolojisi, bugün değilse yarın topyekûn uyandırılmayı bekleyen bir zombi… Bu söylediğimiz, Hristiyan kalabalıklar için… Yoksa idare mekanizmaları tam da Haçlı ruhuyla icray-ı zombi eylemekte… Şimdi; Yeni Zelanda teröristi Tarrant’la, 1096’daki ilk Haçlı seferinin goygoycusu Keşiş Pierre L’Ermite arasına bir çizgi çekin… Tanrı güya L’Ermite’nin rüyasına girmiş ve:
“İsa’nın mezarını Araplar’ın günahkâr mevcudiyetinden kurtar!”
Demiştir. Milyonluk katliamların çığırı böylece başladı… Asırlar sürdü. Asrımızda da sürdü! Amerika Başkanı George Bush, Irak işgali arifesinde tüm dünyanın gözü içine baka baka ne demişti:
“Terörizme karşı bu Haçlı Seferi, bu savaş zaman alacaktır. Amerikalılar sabırlı olmalıdır…”
Bu savaş, bütün enstrümanlarıyla halâ sürüyor. İslam dünyasını ruh ve madde civatalarından gevşetiyorlar ve bir gün sıra, bütün ruh ve madde mafsallarımıza kendi civatalarını takmak ve sıkmaya da gelecek… Buna yeltenecekler yani… Bunun için İslam dünyasının içine-doğuya!- da ayar veriyorlar… İsrail, İslam dünyasının tam göbeğinde bir ur gibi duruyor. İrin kanalları bütün kordonlarıyla Batıya uzanmakta… Bir de İslam dünyasının derinlerine doğru irin kanalları açmak hamleleri var. Lübnan’da, Falanjist unsurlarla bir Hristiyan devleti kurma çabaları… Suriye’de Marksist-PKK unsurları, takviye edilmiş haliyle devletleştirilmek istenmekte… İslam topraklarının saf mermer belirten vaziyetini, alacalı bulacalı bir mozaiğe döndürmek emelindeler. Uzun vadeli ve uzak menzilde duran emeller değil bunlar… Bugünden yarına her an, büyük çatışmalara dönmesini de göze alacakları şekilde adım atabilirler. Bunun için Suudi Arabistan, Mısır ve BAE gibi satılık ve mürted idareli ülkeleri lehlerine kapatmış durumdalar. Pavyon kapatan paralı zamparalar gibi… Türkiye, teslim alınamayan ülke olarak hedefte… Seçim yoluyla olursa o şekil, değilse başka yeltenişlerle, o da yetmedi fiili çullanışlarla Türkiye’nin işini bitirmek isteyecekler…
Vaziyet böyleyken, Türkiye’de devlet, topuktan alına bütün unsurlarıyla böyle bir çarpışmaya göre kendini dizayn etmeli, hazırlamalı… Silahlanma politikalarını, yarın bütün dünya ile savaşacakmış gibi ayarlamalı… “Kurtlar Vadisi”nden peyda, marazî ve afakî “İhtiyarlar Heyeti” yellemeleriyle teselli bulan milleti, kült kült narkoz tesirinden kurtarmalı ve fert fert “Ben yoksam, millet de yok!” şuuruna nasıl erdirilecekse, öyle erdirilmeli… Ama bugün ülkeyi yönetenler mesela, Ayasofya’nın ibadete açılamamasını kendi kitlelerine:
“Patates, soğan için burun kıvıran bir millet var iken bu iş olmaz!”
Diye aymazlık halısının dibine süpürttürmekteler. Oysa milleti şekillendirecek şey, yukarıdan aşağıya devlettir… Demokrasi çağında, milletin aşağıdan yukarıya devleti şekillendirme şansı yok denecek kadar az… Sabahtan akşama kadar kadın programlarında gıybet ve dedikodu fasılları yaptırılan kadınlardan, sabahtan akşama, akşamdan da sabaha kadar kahvehanelerde taş döşettirilen erkeklerden, aşağıdan yukarıya devleti dizayn etmelerini beklemek ne kadar doğru… Zaten bu olumsuz vasıflandırmalar da, devletin bir ürünü… Kartları dağıtan krupiyer devletin ta kendisi, kumarbaz vatandaş ne yapsın! Oysa doğru olanı ortaya devlet koymalı, bu doğrulara uymasını kendisinden istediği milleti de böyle böyle şekillendirmeli… Oysa bugün Türkiye’de devlet, eğitimden sanata, kültürden fikire vatandaşını şöyle böyle şekillendiriyor. Televizyon, evlerimizdeki foseptik ağzı… Bin yıllık kültür bakiyemizi yıkacak her türlü zehirli yayın, devletin müsaadesiyle yapılırken, devlette Turgut Özal ağzından kalma bahane çikleti:
“Düğmesi var, kapatın!”
Ancak insanî hakikate bigane zihinlerden çıkabilecek bu çözüm, bir devletin varlık sebebini de ortadan kaldıracak bir dangalaklık… O zaman, ailesi tecavüze uğramış bir adama da şöyle dense ya:
“Silahın var, kendin öldürsene…”
Böyle denmez, çünkü kanun var, nizam var… Etli-kanlı sapığın tek suçu, istenildiğinde kapatılacak bir düğmesinin olmaması mı, ya da televizyonun besbelli masumiyeti, istenildiğinde kapatılacak bir düğmesinin olması mı? Devlet, topluma boşalan ana kazurat borularını tıkasın, ondan sonra naylon hortum hacmiyle toplumu pisletmek için kıvrılan kazuratı ilgilisi arasın bulsun ve öyle yesin! Ama devletin, kazuratı teneke teneke milletin başından aşağı boşaltmadığı devrelerde bile, bu manada boş bir teneke gibi tutum takınmış yıllar boyu… Ve palazlanan her bir yapılanma, bu tenekeyi kendi yağıyla doldurmaya kalkmış… Şimdi bu dediğimin de alınmış bir ibret ve yoluna koyulmuş bir işlem olduğunu sanmayın… Fetö tehlikesinden sonra devlette sadece, kendine dolmak isteyecek “yağ” markalarına karşı bir refleks oluştu. Yoksa tenekesindeki boşluk baki… Üstelik devlet, milleti ruh adalelerinden onarmak vazifesini yapmadığı için bu işi yapan her zümreye de, kendine dolmak isteyen yağ muamelesi yapmak gibi bir yanlışlığa da düştü. CHP tek parti devrinin “Allah” denilmesini yasaklayan devrelerinde, Mehmet Zahit Kotku, Süleyman Hilmi Tunahan, Said Nursi, Necip Fazıl Kısakürek ve daha birçok mana ve fikir kahramanı, devletin boş tenekesine dolmaya kalkan yağ markaları değil, iman ve itikat motorları yağsızlaştırılmış milleti tamire çalışan yar markalarıydı. İsmini saydığımız ve saymadığımız bu yar markalarının emekleriyle husule gelen imanlı nesiller, bugün için devleti idare eden ana gövdeyi oluşturmakta… Ama yanı başlarında “Gülenizm’den kaçarken Kemalizm’e yeniden yakalanmak” gibi bir tehlike de durmakta… Ve bu tehlike, milletin, zikrettiğimiz varlık-yokluk tehlikesine karşı toplu bir senfonya halinde işlemesi gerektiği bir devrede, ortama hariçten bir tam tam sesi vermekte… Anlamalıyız; Batı; üçüncü bin yılda İslam’ı ve Müslümanları toptan yok etmek cüretini de gösterecek… Olanlar ve olmakta olanlar; bunu göstermekte… Ama biz iki senede bir seçim yapıyoruz. Her seçimden altı ay önce ve altı ay sonra sistem kilitleniyor. Sonra ayağımıza bir pranga gibi vurulmuş CHP ve mızıkacılarıyla uğraşıyoruz. Ayasofya ve İstanbul’un dört yön istikametinden gözlendiği ve “Bizim olacak!” sulanmalarının icra edildiği bir ortamda, CHP’nin sağladığı ortam sebebiyle halâ ezanı tartışıyoruz. CHP, dış düşmanların içteki oyalayıcısı gibi… Düşmana bilenemiyoruz. Bilgisayar oyunu oynar gibi camiye dalan ve onlarca Müslümanı katleden manyaktan sonra bile, Hristiyan-Yahudi-Batı dünyasının gerçek ve İslam düşmanlığıyla dolu zihin kodlarını masaya seremiyor, bizi hakiki teyakkuz haline geçirecek şuura eremiyoruz. Timsah, sol bacağımızı koparmış ve yemiş, sağ bacağımıza yönelirken bize, timsahın diş kenarlarındaki artıkları yiyen kuşlar gösteriliyor. Düşünün ki; Hristiyan-Haçlı kafasının içinden bir kahraman gibi çıkarıp Yeni Zelanda’daki camiye soktuğu manyaktan sonra bile, Yeni Zelandalı “Yumurta çocuk”a bakıyor ve:
“Dünyada iyi insanlar da varmış!”
Hülyalarına dalıyoruz, daldırılıyoruz ve kahramanlığın anti-tezini gene düşman saflarında tevehhüm ediyoruz. Vicdanlıysa eğer, vicdanlı insanlar elbette takdir edilmeli ama Avustralyalı senatörün kafasında yumurta kırdı diye, kapımıza dayanan büyük heyulayı de perdeleyecek eziklik serenatlarına durulmamalı… “Batı kötü, Batı iyi de!” diye uzayacak bir tekerleme, bize, bizi topyekûn yok etmek emelindeki “Şeytan Hacetgâhı Batı”yı görmek noktasında perdeleyicilik yapabilir. Zaten bu perdeleyiciliği, içimizdeki ezik ve şahsiyetsiz kalem erbabı bizatihi yapmakta... Düşünün ki; ülkesi işgal edildiği için silaha davranan Müslümanları bile, bizzat Müslümanların terörist ilân ettikleri bir dünyada, varlığımıza kast etmiş karşı teröristlere bakıp, içimizden imanlı kahramanlar fışkırtacak ruh ve fikir disiplinine bürünemiyoruz. Dinsiz kast ettiyse bize; imansızı arıyoruz ve vaziyetimiz, dinsiz ile imansızın raketleri arasında pin pon topu olmaktan öteye geçmiyor.
İngiltere, “Medeniyetin beşiği”… Dünyaya takdimi böyle… Daily Millor… İngiltere’nin en büyük gazetelerinden… Bu gazete, Yeni Zelanda’da 50 Müslümanın camide katledilmesinden sonra, katilin üç yaşındaki sevimli resmini manşete koymuş ve yanına şöyle yazmış:
“Büyüyen ve aşırı bir sağ katliamcısına dönüşen melek çocuk!”
50 demişken… Ömer isminde Afganistanlı bir genç 2016 yılında Florida’da bir “gay barı” basmış ve içerideki 50 eşcinseli öldürmüştü. Aynı gazetenin manşetinde bu defa Ömer’in resmi ve yanında şu yazı:
“İşidli manyak, gay klüpte 50 kişiyi öldürdü!”
Batı’nın, bütün insanî görünme hokkabazlıklarına rağmen Müslümanları gerçekte insan görmediğini görmek çok mu zor?
Çatışalım, saldıralım, hücuma geçelim… Bunları mı söylüyoruz? Hayır… Güç dengesizliğinin olduğu bir kavgada, hele de güçsüz düşmüş tarafsanız, bir yumruğun bile bin kez hesabı yapıldıktan sonra gövdeden çıkarılması elzem… Bu manada dediğimiz şu: Etrafı sırtlan, kaplan, çakal, tilki gibi yırtıcılarla dolmuş bir geyik, sırf etrafındaki yırtıcıların “Budu senin, baldırı benim!” kavgasına durmalarından dolayı parçalanmıyorsa, bu süre zarfında geyiğe düşen, hiç bari boynuzlarını bileyletip bıçkınlaşmak ve saldıracak olanlara boynuzlarını saplayabilecek bir konum almak olmalı değil midir? Oysa mazinin kral aslanlığından, anın garip geyikliğine düşürülmüş halimize, geyiklik bünyesinde bir de tavukluk hissi taşıtılmakta… Türkiye’de “iktidarı düşürmek pahasını vatanı bile düşürmeye razı” CHP lokomotifli muhalefet, tam da tavukluk hasretli lavukluk peşinde ve iktidar, içindeki aslanı ortaya çıkarmaya uğraşmak varken sadece geyikliğin hakkını vermek didinisinde… Bunun hakkını da zaten, muhalefetin hakkından hakkıyla gelemediği ve aslan olmak müfredatını millete talim ettiremediği için verememekte… Memleketin vaziyeti iki kelimeliye havale: Allah muhafaza!
İktidarın aile politikaları, Batıya göre… Eğitim politikaları, halâ Batıcı… Eğitim müfredatı hala Atatürkçü Düşünce Derneği’nin vaftiz suyuna batırılıp çıkarılmış gibi… Fetullah Gülen isimli Ekümenik ifsat tiplemesindeki şeytanlığı, 15 Temmuz himmetiyle kabartma heykeller gibi sureten gördü ama onun 40 yılda husule getirdiği fikrî ve itikadî şeytanlığı, kafa ve gönüllerde yaşadığı ve bir sureti olmadığı için görememekte… Düşünün ki:
“Bir duası var, okuduğu kimseyi efsun ediyormuş!”
Cümlesi, iktidar içinden ve Fetulah Gülen’i kötülemek kastıyla kuruluyor ve buna rağmen bu kimse, boğuşulmakta olan azgın kurdu, yenilmekte olan elmanın minicik kurdu sandığı için çürük domates yağmuruna tutulmuyor. Fetulah Gülen’i böyle anlamak, bir yandan hocalığını halâ tescil etmek manası taşırken, tam tamına ondaki “gladyo”yu da görememek demek… Görmediğinle nasıl mücadele edeceksin? Yeni Zelanda’da, komplike bir taarruzun, havai fişek çapında bir peşrev katliamı sergilenirken, Hristiyan-Yahudi-Batı dünyasına halâ Fetulah Gülen’in ektiği yanlış kıymet hükümleri üzerinden bakılıyorsa, geyikliğin had safhada olmadığını kim söyleyebilir? Kim mi söyler; gene geyikliği had safhada olanlar… Memleket el an, gafil geyik haralarını andırır bir manzaradadır.
Gelelim Ayasofya mevzuuna: İstanbul Fatih’inden sonra, Ayasofya’da Bizans’ın tersinden istilası sayılabilecek “müzelik” herzesi, sine-i milleti öyle yaralamıştır ki; millet, Ayasofya’ya camilik hüviyetini iade edecek kimseyi “İkinci Fatih” unvanıyla anmaya bile hazırdır. Bu unvanın kalıplarına bugüne kadar, Recep Tayyip Erdoğan’dan daha yakışanı da, daha yaklaşanı da çıkmış değildir. Hatta onun şimdiye dek “Sultan Ahmet’i doldurun ki; Ayasofya’yı açalım!” diye alenen serdettiği, mantıkta yanlış mı yanlış ama Ayasofya’yı yeniden camiye çevirmek noktasında dosta düşmana “Ayasofya’yı her an açabiliriz! Bu bizim için cami-cemaat orantılı bir hacim meselesidir!” deme tarzıyla usulde de doğru mu doğru taktiği, bizce Yeni Zelanda mevzuunda Batıya değil de, millete gösterdiği tepki nedeniyle bambaşka bir boyuta evrilmiştir.
Yeni Zelanda katliamcısı “Ayasofya bizim! Kilise olacak!” diye anırırken, bizde milletin “Haklısın birader!” demesi beklenmiyorsa eğer, “Halt etmişsin pislik! Ayasofya ebeden camidir!” demesi bekleniyordur herhalde… Zaten beklendiği gibi de, elinde Recep Tayyip Erdoğan’ın posterleri, seçim miting alanına gelen ve “Ayasofya cami olsun!” diye bağıran kimseler olmuş ama bu kimseler esaslı bir perdeden Cumhurbaşkanı fırçası yemişlerdir… Bu fırçanın mahiyetinde, mantıkta yanlış mı yanlış olan Ayasofya gerekçesi, bu defa çeşnilendirilmiştir:
“Sultan Ahmet’i bir doldur önce… Bak biz Çamlıca Camii’ni yaptık, 4-5 tane Ayasofya eder… Bu işin siyasi boyutu var. Yan tarafta Sultan Ahmet'i doldurmayacaksın, Ayasofya'yı dolduralım diyeceksin. Bu oyunlara gelmeyelim…”
Kâbe’nin, madde ve hacim ciheti yönünden, sadece küp şeklinde bir taş yığını olduğunu ama mana ciheti yönünden yeryüzünün en kıymetli mekânı olmaktan başka, cisimsizlik âlemindeki Beyt-i Mamur’un yeryüzündeki mütealliki de olmak çapında bir kıymet belirttiğini düşünürseniz; Ayasofya ile herhangi bir cami arasında da maddede değil, manada nice farklar olduğunu zaten görürsünüz. Bunu elbette Recep Tayyip Erdoğan da herkesten iyi bilmekte… Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasını en çok Recep Tayyip Erdoğan’a yakıştıran millet de, onun bunu bildiğini bilmekte… Ahvalden süre isteyen bu mutabıklık ve karşılıklı bu bilme tavrı millete “Nasıl olsa açacak!” yollu bir teselli aşılarken, bizce bu mutabıklığı hayal kırıklığına, “mantık yanlışlığı” ile “usulde doğruluk” ahengini de kakafoniye çevirici bir hadise zuhur etti. Hadise şu: Recep Tayyip Erdoğan, Yeni Zelanda hadisesinden sonra televizyonda bir canlı yayın programına katılıyor ve canlı yayında aynen şöyle diyor:
“Bizde birileri bakıyorsunuz ‘Ayasofya açılsın!’ diyor… Yav be kardeşim! Bir şey söylerken duygusallıkla, af edersiniz bu alçağın, teröristin sözlerine karşı böyle bir talepte bulunmanın da bir anlamı yok! İsmini vermeyeceğim; Sultan Ahmet’te bir Cuma namazındaydık. Orada şimdi emekli olmuş bir hocamız da var. Cumadan sonra yanımıza gelen bir genç, ki o zaman Başbakanım… ‘Ayasofya’yı cami yapalım!’ dedi. Cami de dolu değil ha! Hocamız ‘Burayı bir dolduralım o zaman düşünürüz!’ dedi. Şimdi; Türkiye büyük Çamlıca Camii’ni yaptı. Ve şua anda bu cami, şu anda kapalı bölümler olarak 30.000 kişi alıyor. Açıklarıyla beraber yaklaşık 60.000 kişi alacak… Cumhuriyet dönemiyle birlikte tarihimizin en büyük Camii… Sultan Ahmet’ten, Süleymaniye’den da daha büyük… Bizim dönemimizde zaten yapılan camilerin sayısı hamd olsun, hadsiz… İşte Anadolu yakasında bir selâtin camii yoktu, Mimar Sinan Camii’ni yaptık… Ve dedik ki; bir de buraya çok daha muhteşemini yapmamız lazım… Ve Büyük Çamlıca’yı da hamd olsun bitirdik… Ramazan’da da resmi açılışını yapacağız… Bu oyunlara gelmeyelim… Çünkü bunlar da bir tahriktir… Bu tahrikleri bozalım diye aslında bunun açıklamasını yapmak zorunda kaldım. Zaman zaman da aslında bunu söylüyorum. Ama bir başka düşüncelerim de var. Ama bunlar konuşulmaz, yapılır. Mesela orada bir sergi yapıldı. Orada Kuran tilaveti de yaptık. Belli bir bölümünde namaz da kılınıyor zaten… Bunları da aşmak bizim için sorun değil… Aşarız… Ama getirisi götürüsü nedir? Bunu da burada açıklamak doğru olmaz… Bunun bir götürüsü var! Bunun bizim için faturası çok ağırdır. Unutmayalım, şu anda dünyanın çok çeşitli ülkelerinde bizim binlerce camimiz var. Acaba bunları söyleyenler, bu camilerin başına ne gelir düşünüyorlar mı? Şu anda kundaklama hareketleri şunlar bunlar, birçok şey yapılıyor. Yav bunları düşünmeden söylüyorlar. Bunların hesabını yapmadan söylüyorlar. Kusura bakmasınlar, bunlar dünyayı tanımıyorlar, muhataplarını bilmiyorlar. Bunun için ben bir siyasi lider olarak bu oyuna gelecek kadar istikametimi kaybetmedim. İslam dünyasının şu anda biz yükünü çekiyoruz. Nerede ne oluyor, ne olabilir, bunların hepsini düşünmek zorundayız. Onun için hassas olacağız…”
Recep Tayyip Erdoğan’ın bu açıklamalarında evvela her zamanki mantıksal hata var. Ayasofya’yı, sırf hacimsel ihtiyaç olmadığı için açmadığını gene “Sultan Ahmet’i doldurdun mu ki!” mottosuyla gerekçelendirip, sonra da en çok caminin kendi devrinde yapıldığını, hatta Çamlıca tepesine tarihimizin en büyük camisinin yapıldığını söylüyor. Şunu da biz söyleyelim: Çamlıca Camii’nin Üsküdar’da olduğunu, Üsküdar’da Çamlıca Camii’nden evvel 183 cami bulunduğunu, Üsküdar’ın toplam yerleşim alanına nispeten her kilometrekareye 5 cami düştüğünü düşünecek olursanız, zaten Ayasofya mevzuunda “İhtiyaç yok!” gerekçesinin de sadece bir bahane olarak sunulduğunu anlarsınız. Bu tavırda bir şey yok, yeni de değil zaten… Mantıksal olarak yanlış, usul olarak doğru… Ama konuşmanın son kısmında söylenen bir şey var ki; mantık ve usul ikilisinden ibaret olan, ilki yanlış ikincisi doğru olan, birlikteyse Ayasofya’nın her an açılmasını olanaklı kılan yöntem dilemmasının doğru olan usul kanadını da bizce yanlışa evirici bir vasıf taşımakta:
“Bunun bir götürüsü var! Bunun bizim için faturası çok ağırdır. Unutmayalım, şu anda dünyanın çok çeşitli ülkelerinde bizim binlerce camimiz var. Acaba bunları söyleyenler, bu camilerin başına ne gelir düşünüyorlar mı? Şu anda kundaklama hareketleri şunlar bunlar, birçok şey yapılıyor…”
Bu söylemden hasıl olabilecek üç sakıncalı durum var. İlki şu: Batı dünyasının, idare ve kitle blokları açısından aklına karpuz kabuğu düşürülebilir. Yani salyalı sırtlan, yaklaşamadığı aslan koruluğundan “Sırtlanlar bedel ödetir!” gibi bir ses, hem de en heybetli aslanın ağzından duyarlarsa, bu koruluk namına emniyet değil, kaos ortamını tetikler. Yani Batılı aklında yoksa bile “Ayasofya’yı cami yaparsan, bendeki bütün camileri yakarım!” tavrını yadına düşürebilir, evvela düşmüşse harlandırabilir. İkinci sakıncalı durum şu: Recep Tayyip Erdoğan, toplam mücadelesi açısından milletin bağrına bastığı bir liderdir… Fikirsiz ve müzmin destek gruplarının, onun bu dediklerinden “Ayasofya’nın cami olması aleyhimize!” diye başlayacak ve bir mühlet sonra “Ayasofya’nın cami olması mı? Fitne çıkarmayın!”a dönecek tavırlarının itikatlaşması… Zaten daha ilk günden itibaren televizyonlarda Ayasofya’nın camiye çevrilmesini gereksiz bulucu dindar adam konuşmaları yapılmaya başlandı! Güya Cumhurbaşkanı’nın dediklerinin altını dolduracaklar… Bu gibilerden, altlarına doldurmaktan başka şey yapmayan bazıları konuşuyor, milyonlarca insan da seyrediyor… Üçüncüsü de şu: Recep Tayyip Erdoğan, Ayasofya’nın cami olmasını isteyecek bir mümindir. Bundan asla şüphemiz yok… Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleyen herkes de, Ayasofya’nın cami olmasını isteyecek kimselerdir. Bunda da şüphe yok… Fatih Sultan Mehmet’in kılıç hakkı olarak 1453’te camiye çevirdiği Ayasofya, Mustafa Kemal tarafından 1935’te camilikten çıkarılıp müzeye çevrildi. Ayasofya tam 482 yıl cami kaldıktan sonra, tam 84 yıldır da müze… Türkiye’de ezan, 1932 yılında Türkçe şarkıya çevrildi ve 18 yıl boyunca öyle kaldı. Adnan Menderes, 1950’de CHP’yi devirince ilk iş olarak ezana asli hüviyetini iade etti ve bunun himmetiyle millet gönlünde fatihlik bir yer edindi. Şimdi de millet; 84 yıldır Ayasofya’nın müze gibi işletilmesini, ruhuna ve hürriyetine vurulmuş bir pranga gibi algılıyor ve bu prangayı sökecek kahramanlığa da Recep Tayyip Erdoğan’ı namzet görüyor. Biz de öyle görmekteyiz. Ama bize göre de Recep Tayyip Erdoğan’ın, Ayasofya’nın cami yapılmasını isteme tavrına sadece hal lisanıyla “İnşallah!” demesi bile yetecekken öfkelenmeye başlaması hatadır ve Ayasofya Camii ile bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsiyet manasına zıtlık belirtmektedir. Elbette millet isteyecek, sonra da millete dayanan bir millet adamı kolladığı şartlar zuhur edince Ayasofya’daki zincirleri çözecek… Asıl korkulması, ürkülmesi, öfkelenilmesi gereken şey, bir gün Türkiye’de Ayasofya’nın cami yapılmasını isteyecek kimsenin kalmamasıdır. Milletin, Ayasofya’nın cami yapılmasını istemek için dünyayı tanımasına gerek yoktur. Dünyayı devlet tanıyacak… Sakıncası varsa bunları bilecek ama asla millete öfkeyle “Kesin sesinizi!” demeyecek… Zira millet, tehdit ve tehlike ile yok olmaz, uğruna tehdit edileceği ve tehlikeye gireceği şeyi olmayınca yok olur. Ayasofya belki 84 yıldır camiliği zincire vurulmuş bir esirdir ama millet de 84 yıldır, ondan inikas eden ışıkla kendi ruhuna vurulmuş zinciri daha net görmekte ve ondan hakiki hürriyet hissi damıtmaktadır… Milletten Ayasofya alınmış, hiç bari Ayasofya’dan damıttığı bu şuur alınmasın… Zaten Recep Tayyip Erdoğan da, Ayasofya’nın cami olmasını isteyecek nesillerin inşası için didinmemekte midir? Onun için hüsn-ü zannımız bu minvaldedir. Bunun için Ayasofya mevzuunda onun halinden “İstemem yan cebime koy!” nevinden bir davranış süzüyor, bu tabiri onda “Ayasofya’yı cami yapamıyorum ama şimdilik!” diye gözlüyor ve herkesi “İstemez o… Sırtına yükleyin!” tavrıyla Ayasofya’nın ısrarla cami yapılmasını istemeye davet ediyoruz.
NOT: Yeni Zelanda katliamı özelinde Ayasofya’ya atıfta bulunduğumuz bu yazı, 18 mart gününde yazılıp teslim edildi. Fakat bundan 8 gün sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir konuşmasında aynen şöyle dedi:
“Dediler ki Ayasofya ile ilgili olarak, hala ücretli olarak mı girilecek?' Ben de kendilerine dedim ki... Hayır Ayasofya'ya girişi ücretsiz hale getirebiliriz. Ve sadece ücretsiz hale getirmek değil. Seçimlerden sonra Ayasofya'yı tekrar aslına rücu ettiririz. Bu ne demektir? Yani Ayasofya'yı müze olmaktan çıkarıp Ayasofya'yı cami ismiyle müsemma hale getiririz. Şimdi, Trump Kudüs'ü kalkıyor başkent ilan ediyor. Öyle mi? Golan Tepeleri'ni işgalci İsrail'e çekiyor öyle mi? Siz de Türkiye'den bir cevap alacaksınız tabii... Alacaksınız. Biz şu anda her şeyden önce İslam İşbirliği Teşkilatı'nın dönem başkanı olarak bunlara bir cevap vermemiz gerekmiyor mu? Biz de şimdi mesuliyetimizin gereği olan bu cevabı verdik, veriyoruz ve vereceğiz. Onun için 31 Mart bir beka meselesidir. Bunu böyle biliniz…”
Satırları dikkatlice okursanız, tam da koymuş olduğumuz kıymet hükümlerine muvafık bir durum vardır ve Cumhurbaşkanımız, diplomasinin nazik direksiyonunu “Ayasofya’yı açmanın tehlikeleri”nden, “Ayasofya’yı açmanın gereğine” doğru kırmış ve Ayasofya’yı açmanın bizim için basit bir olduğunu, bu basitlik içindeyse Batı için önemli bir hadise olduğunu ortaya koymuş ve seçimlerden sonra “basitimiz ile önemlilerinin icabına bakacağını” alenen kaydetmiştir. Bu not, handiyse matbaa içinde bir müdahaleyle yazıya eklenmiş, evvelki yazının virgülüne bile dokunulmamış ve son sadette, seçim sonrasında vaat edilenin hemen gerçekleşmeyebileceği ihtimalini de idraklere sunma gereği hissetmiştir. Diplomasi denen elastiki ve fikir stabilizesi yolu, onu milletinden kaçmak için kullanmamak kaydıyla aynen tabiatıyla kabul edilmeli… Recep Tayyip Erdoğan’dan, seçim sonrasında kendisini de “İkinci Fatih” unvanıyla tenvin edecek adımı atmasını bekliyoruz. O Ayasofya’ya halılarını sersin ve bizi Ayasofya’da gözyaşıyla ıslatılmış secdelere erdirsin de, fikrimizin mermerden ana yollarını adımları önüne serilelim… Elastiki ve fikir stabilizesi yollar vesilesiyle kaçılmamayı Allah’tan niyaz ederiz… O kaçarsa, biz onu kovalamaya ve Ayasofya’yı aslına rücu ettirmek noktasında zorlamaya devam edeceğiz…