İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Bu çağda hakikat derdinde olmak, Kaf dağındaki sırrın ardında olmaktan farksızdır. Hakikat namına kalemi kâğıda çalmanız asrın idrakinde, yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot olarak belirmeniz için kâfi gelecektir. Heyhat… Muhalif twit atınca Silivri’nin soğuğunu rabıta eden Meriç’i kendine gafil bir mikrofon olarak kullanan PKK’nın “Ülkede özgürlük yok, PKK’yı bile destekleyemiyoruz.” bandına kadar sesini yükseltmiş olduğu bir hengamede olacak olan ve olmuş olan güzel her şeye ilahi bir nasip olmak yanında bir de mucize nazarıyla bakıyoruz…
Şahsî gerilimimizi kâğıda resmettiğimize göre mevzumuza geçelim…
Geçtiğimiz haftalarda bir cemaat yurdunda meydana gelen elim bir faciayla ortalık kısa süreliğine sallandı. Kısa süreliğine diyoruz çünkü olay, diğer olaylar gibi, yaşandıktan hemen iki ya da üç gün sonra gündemden düştü ve atılan beylik naralar kendini başka bir istikamete çevirdi. Böyle hadiselerin toplumun gündeminden çabuk düşmesinin sebepleri aslında caridir. Diyorlar ya tüketim toplumu diye… İşte böyle vasıflandırılmış bir toplumun tüketimini sadece alıp verilen materyallerin tüketimi olarak algılamamak lazım… Mesela acının tüketimi, hazzın tüketimi, bilginin tüketimi gibi tüketim çeşitleri de bu toplum formu tarafından yapılmaktadır. Yine bu toplum, en belirgin vasfı haline gelmiş olan “fastfood” kültürünü, insanlık namına ne kadar kavram varsa hepsinde uyguladığını görebilirsiniz. Fastfood, yani hızlı ve pratik olarak tüketilen yiyecekler… Bize kalırsa fastfood, usule değil de nihayete odaklı olmanın tezahürüdür. Maksat karın doyurmak ise onun bir an önce ve hızlıca olması gerekir. Zafere giden her yol mubah olduğu gibi burada da karın doyurmak için her şey mubahtır. Yağın temizliği, kimin o yemeği nasıl yaptığı ve sizin onu hangi durumlarda ağzınıza tıkıştırdığınız önemli değildir. Hülasa, aynı yemekte olduğu gibi insanlığa dair diğer fiillerde de bu fastfood kültürü hâkim tavır haline gelmiştir. Tevekkeli denmemiş, parça bütünün habercisidir… Bir topluluğun en basit eşyaya yaptığı muameleden o toplumun genel karakteristiğini çıkarabilirsiniz. O halde anlaşılıyor ki bugün insanlık her fiil ve duygusunu fastfood yaşıyordur. Kolaylıkla ve hemen tüketebilen basit tavır ve hisler… Yarını olmayan söz ve davranışlar…
* * *
Yurtta meydana gelen bu facianın alçakça kısa süreli bir tüketim malzemesi haline getirilmesinin diğer bir sebebi de ülkedeki çoğu zaman (bir kısmı gafilce bir kısmı cahilce bir kısmı da haince) İslam’a muhalif, ondan arta kalan zamanlarında ise mevcut hükümete İslam’dan mülhem muhalif olarak konuşlanan primitif-modern bir güruhun genel tavrıdır. Onlar, misal Erdoğan, yaptığı her şeyin aynısını CHP çatısı altında yaptığında yine onlar tarafından ikinci bir Atatürk ilan edilecekken (bknz. CHP’li laz müteahhit İmamoğlu vakası) sırf muhafazakarlık belirtiyor diye ona, kendisine dokunulunca cüzzam hastalığına yakalanma riski olan mitolojik bir varlık olarak muamele eden, ilkel güdüleri olan ve Batılı yarı filozof yarı sosyopat tadını verecek kadar da psikopat adamlar tarafından imal edilmiş bir güruhtur. Öyle ya bugün ağızlarında modern-çağdaş tekerlemeler söyleyen bu kesim aslında beş çocuğunu terk edip gittiği halde Batı merkezli çocuk eğitim sistemini kurgulayan Rousseau’nun (Russo) sivil din adlı hayal dünyasından fırlamış distopik karakterlerdir. Bu özellikleriyle kurgulanmış bu dinin etkisinde olarak İslam dinine ufak bir eğilim gösterenleri dahi “benim dünya görüşüme iman etmedikten sonra neye yarar” mantığıyla kötüsüne kötü, iyisine de kötü diyerek tekfir etmektedir.
Buna göre, onlar için bir kötülüğün ne olduğu ve asıl sebebi önemli değildir. Onlar için önemli olan o işi kimin yaptığı ve nihayetinde “tarikatlar kapatılsın, laiklik çohh iyi” diyebilecekleri bir manzaranın oluşup oluşmadığıdır. Yani inanmış oldukları şey (artık her neyse) ona söylemsel bir üstünlük kazandırmak için yapılan uğraştır tüm bu tepkileri… Bunun içindir ki hadiseler onların kafasında anlık yer işgal eder ve onu İslam’a ya da hükümete atılan bir ok gibi kullanırlar. Faraziye, esnekliği çaplarınca olan yayı çeker ve oku en fazla önlerine kadar atar sonra da arkasını dönüp giderler. Aslında verdikleri insani bir tepki değil ideolojik bir tepinmenin kakafonik tıngırtısıdır.
İşte biz, bu hadisenin kısa süreli vaveylasına nedamet getirerek geçtiğimiz haftalarda meydana gelen yurt hadisesinden hareketle fikrin esnettiği yayımızla oku asırlık mesafeyi gözleyerek atmak ve bir problemin künhünün ne olduğunu hedeflemek derdindeyiz.
Yayı gerelim o halde…
* * *
Biliyorsunuz, aslında talebeler için yurt ihtiyacı handiyse eğitim tarihi kadar eskidir. Fakat burada yurtların tarihsel sürecini anlatmak gibi bir derdimiz olmadığı için buralara girmeyeceğiz. Vurgulamak istediğimiz bugün bir sektör haline gelen ilim ve eğitim müessesesinin aslında insana başkaca bir hayat tarzını zorunlu kılan bir keyfiyet olduğu… Misal Aleyhisselatu Vesselam döneminde, kendinden zuhur halinde meydana gelen bir eğitim müessesesi olan Ashâb-ı Suffa Meclisi diğer sahabelerden farklı bir hayat tarzı yaşıyorlardı. Aslında mukadder oluşlar halinde Ashâb-ı Suffa’nın rutini onlara ilim kapısını açıyor, açılan ilim kapısı da onları bu hayat tarzına sevk ediyordu. Kimsesiz, genç ve muhtaç sahabeler Aleyhisselatu Vesselam’ın onlara, hemen mescide ve dolayısıyla kendi evine bitişik olarak ayırdığı yerde yaşıyorlardı. Bu sahabeler vakitlerinin neredeyse tamamını ilim ve amelle geçirdikleri için çalışmaya fırsat bulamıyorlar ve kendilerine diğer sahabeler tarafından bakılıyordu. Bu sebeple de onlara Müslümanların misafirleri (adyâfü’l-İslâm) deniyordu. Mutlak İlmin Kaynağı’na (asv) hem maddi hem de manevi yakınlıkla İslami ilim geleneğinin temelini oluşturmaları da böylece kaçınılmaz oluyordu. Aleyhisselatu Vesselam’ın dizleri dibinde akıllarını ve kalplerini terbiye ederek eğitimin en mutlak halini talim etmişlerdi. Sonraki dönemlerde ise ilim mekanları bu model temel alınarak devam ettirildi.
Bir dönem camii etrafında gelişen ilim talimi daha sonraları medrese, tekke, zaviye ve dergâh gibi mekanlarla çeşitlendi. Özellikle maişetini temin edecek durumdan yoksun olan ilim taliplerinin bu mekanlarda sadece temel ihtiyaçları giderilerek ilim yolunda yürümeleri sağlandı. Bu mekanlarda “İslam’da ilim okunmaz, okutulur” düsturuyla bir bilen (arif, müderris, hâce, şeyh, imam) tarafından talebelere maddi ve manevi ilim talim ettiriliyordu. Ortaya koyulan bu form aslında modern ya da post-modern dönemde henüz ulaşılamayan bir eğitim tarzını ortaya koymuştu. Öyle ki, okulda zorla tutulan yığınların aksine buradaki talebeler, kendi hür iradesiyle ve türlü zorlukları göze alarak eğitime yöneliyor ve ona ders veren hoca da zamanında hür iradesiyle bu yollardan geçmiş ve kendini ilme adamış biri olarak onlara ders veriyordu. Yani hocanın eğitmekten talebenin de eğitilmekten başka gayesi olmasının çok da mümkün olmadığı bir zeminde eğitim öğretim de ister istemez kaliteli oluyordu. Talebenin hayatı aslında akademik kariyer ve kompleksten azade, “Ben ay sonunda maaşımı alırım.” düşüncesi kendi için muhal olan ve yine kendini ilim ve tavırda ispatlamış bir hocanın himayesinde buna ek olarak da beraber okuldan kaçıp, dersi kaynatmanın zevk vereceği, ailesi tarafından zorla okula gönderilen ve aslında okumakta değil de alem yapmakta gözü olan, okumakla olmaz para ticarette diyen sıra arkadaşı tipinden ziyade kendini ilme adamış ilim arkadaşlarının beraberinde süregeliyordu. Zaten paranın ticarette olduğunu düşünen arkadaşlar o dönemde okul okumuyor ticarete yönlendiriliyorlardı. O dönemlerde medreselerde hayatını idame ettiren talebelerin bir diğer şansı da öğrendikleri ilimlere yine o dönemlerde ihtiyaç hissedilmesiydi. Henüz on iki yaşlarında Türk Ceza Hukuku’ndan bahseden gençleri çıkarmayı afaki gören eğitim sisteminin aksine o dönemlerde İslam Hukuku’na derinlemesine vakıf olabiliyorlardı. Bundan ötürü medresenin dışındaki dünya zaten medresenin içinde öğrenilenlerle sevk ve idare edildiği için talebeler toplumda anakronik ve otantik görülmenin aksine toplumun temel bir unsuru olarak saygı görüyorlardı. Bu yapı ister istemez, rahminden dünyalık ve de en önemlisi ahretlik çapta ilim adamları çıkaracaktı. Çıkardı da…
Sonrasında birbirini takip eden türlü olaylar ve sebeplerden ötürü medrese sistemi formunu kaybetti. Bu kaybediş ülkemizde Cumhuriyet döneminde noktalanışa evrildi ve topyekûn medrese sistemi lağvedildi. Bunun yeri elbette boş kalmadı ve bir süre sonra yerine köy okulları ihdas edildi. Köy okullarında tıpkı medrese sisteminde olduğu gibi öğrenciler barınmaya başladılar. Bunlar “yurt” olarak adlandırıldı. Yeni kurulan rejim ve yeni getirilen ilkeler buradan çıkan öğrencilerle halka dikta ettirilecekti. Fakat “kemalizm” yekpare ve tutarlı bir fikir olmak haysiyetinden yoksun olduğundan olacak ki bir süre sonra Komünizm bu mektepleri ele geçirdi. Komünizm ile birlikte gelen ahlaksızlık ahlakı her mal gibi kadınların “ortak, kamuya ait” bir mal olarak gördüğü için burada okuyan kız öğrenciler bir süre sonra evlerine “diplomayla değil” ellerinde bir çocukla dönüyorlardı. Bunlara şahit olan köylüler; kız çocuklarının sabahlara kadar çığlık ata ata çocuk düşürdüklerine şahitliklerini ağlayarak sonraki dönemlerde ifade edeceklerdi. Zaten bizzat CHP’li olan milletvekilleri de dahil olmak üzere bu vahşete duyarsız kalamadılar. Demokrat Parti devresine gelindiğinde ise bu okullar bu sebeplerden ötürü kapatılmıştı.
Alçalışı izah ne de lüzumsuz…
* * *
Süregelen dönemlerde devlet tarafından özel teşebbüslere de yurt açma izni verildi. Türkiye’nin manevi bütünlüğünü rejimin ciddi tehdidine rağmen koruyan tarikat ve cemaatler bu kararla birlikte faaliyetlerine yasal bir zemin bulmuş oldular. Dini eğitimi daha önceleri gizlice merdiven altlarında, kimi zaman da eşeğin üzerinde veren bu yapılar artık daha geniş bir imkân buldu. Böylelikle Türkiye’de Müslüman yapılar için yurt tecrübesi başladı. Aileler okullarda karşılanamayan talim ve terbiye ihtiyacını karşılamaları için çocuklarını bu yurtlara veriyorlardı. Ayrıca bu yurtlar şehir dışına okumaya giden talebeler için güvenli bir liman olarak görüldükleri için aileler için ayrıca bir güvence oluşturuyorlardı. Modern hayatın akışı içinde çocuğuna dini terbiye veremeyen ya da arkadaş çevresinde ahlak zafiyetine ram olan gençler için buralar bir talim terbiye merkezi olarak görülüyordu. Her ne kadar bu durum FETÖ ve türevi yapılar tarafından suiistimal edilse de eğitim sistemindeki İslami terbiye zafiyeti, çoğunluğu Müslüman olan halk tarafından biliniyor ve çocuklarının bu terbiyeden mahrum kalmasını istemediklerinden söz konusu yurtlara yöneliyorlardı.
* * *
Gelgelelim ilk başlarda gerçek manada bu yurtlarda olayın heyecanıyla maksat hasıl olsa da daha sonraları işler sarpa saracaktı. Hem eğitimin artık bir keyfiyet değil de sektör halini alması hem de bu yurtlarda verilen eğitimin medresedeki gibi sistemli bir dini eğitim olmaması ve yurt görevlilerinin genelde “yapacak bir iş bulamadıkları için bu işi yapmak zorunda olanlar” arasından seçilmeleri türlü sıkıntılara sebep oldu. Özellikle bu yurtlarda verilen eğitimin takvim arkası dini hatırlatmalar, duygusal konuşmalar ve mahalle abisi tavsiyeleri derekesinde seyretmesi yurttan çıkıp üniversitede farklı fikirlerle karşılaşan gençler için bu farklı fikirlere eğilimi arttırıyordu. En sistemlisinin dini eğitimi sure ve ilmihal ezberlenmesine, haftalık sohbetlere dayanan bu kurumlar özensiz ve kalitesiz bir vaziyet arz ediyordu. Zaten yurtta verilen bu eğitimlerin kalitesiz olmasından kaynaklıdır ki burada hizmet verecek görevlilerde de herhangi bir kalite aranmıyordu. Böylelikle hayata tutunamayan, psikolojisi bozuk tiplemeler yurt müdürü, öğrenci eğitmeni olarak belirlendi. Bunlarla muhatap olan genç dimağlar da henüz fikirlerle ona bağlananlar arasındaki ayrımı yapabilecek ehliyete haiz olmadıkları için buralarda gördükleri muamelenin faturasını topyekûn İslamî yapılara kesti. Zaman zaman da İslamî hayat tarzına… Tıpkı güya aklı başında bir yığın adamın FETÖ’den dolayı bir yığın cemaate fatura kesmesi gibi… İşte bu durum, yurt işine giren din temelli yapılanmaların en büyük vebali olarak boyunlarında asılı kaldı.
Devasa yurt binaları yapmaya harcanan bütçe, yetiştiriciyi yetiştirmek için harcanmadığından o yurtlar başlarına bela olarak kaldı ve kalacak da…
* * *
Din temelli bir yapılanmanın bu ülkede az bir bütçeyle plansız ve özensiz yurt yapması ve oralara hayatının baharında olan uçarı gençleri doluşturması kadar korkunç hatta daha tehlikeli bir durum yoktur. Bu tehlikeye bir de vasıfsız yurt görevlileri de eklendiği zaman hadise o yurdu kuran yapılanma için dinamit hüviyeti görür. Ondan sonra bu yurtlarda her türlü fecaate hazır olmak gerekir. Bu iş ya tam ve sistemli yapılmalıdır ya da derhal bırakılmalıdır.
* * *
Evet… Köy Enstitülerinde Komünizmden mülhem tecavüz ve zinanın bir fikir ve ritüel haline gelmesinin, ya da seküler gruplardaki gibi bunun çağdaş yaşamın insana bahşettiği nimetler olarak görülmesinin aksine mevcut olaya binaen söyleyelim ki Türkiye'de hiçbir tarikatın ya da cemaatin kafa kesme gibi bir öğretisi yoktur. İnanç olarak sapkın olanında bile bu gözükmez. Hatta ideolojinize söylemsel üstünlük kazanmak için masum bir çocuğun canını fırsat bilseniz bile yoktur.
Bunun üzerine giderseniz defterler açılır ve mahcup olursunuz.
Maksat inşallah hasıl olmuştur….
Modern ve kadim yobazlar ve ruh hastalarından Allah hepimizi korusun.