Paçoztika

Yazan: 28 Şubat 2021 6992

Takdim:

Büyük Doğu fikir hareketinin el’an fikirde ve fiilde sancaktarı makamında bulunan, bu temsiliyeti her çeşit ehliyet, liyakat, samimiyet ve şahsiyet unsurlarıyla kendisinde tuğralaştıran Servet Turgut’un “Paçoztika” adlı eserini, yine eserden alıntılarla tanıtmaya geçmeden önce kısa bir girizgâhta bulunalım. Mevzunun roman olması münasebetiyle bu edebȋ tür özelinde ve fakat onun tedaileriyle hayata taalluk eden hususları işaretleyelim.

Mutad olduğu üzere söz romandan açılınca entelektüel görünümlü akademisyenlerin ilk tepkileri şöyle olur; “Biz Batı’yı hakkıyla anlayıp takip edemediğimiz için roman, edebȋ bir tür olarak bize çok geç gelmiştir.” Oysa romanın Türk edebiyatında geç -ne demekse- tebellür etmesinin sebeplerinden biri, ona ihtiyacımızın olmamasıyla alâkalıdır. Çünkü roman, Doğu kültür ve medeniyetinin hamuruyla yoğurulmuş insanın ne hissiyatını ne serüvenini ne de hayatını anlatacak vasfa sahip bir vasıtadır. Doğu insanı bir hâdiseyi anlatmak için ciltler dolusu (roman için) laf kalabalığı yapmayı sevmez. Onun içindir ki “Eğer maksud eserse mısra-ı berceste kâfidir.” denilmiştir. Doğu’da, hassaten İslam âleminde esas olan şiirdir. Çünkü şiir; sözlerin sultanı ve dahi sultanların sözüdür. Doğu, gönüldür, yani şiir; Batı, akıldır, yani (plastik) şekil. Doğu edebiyatında mesneviler romanın icra ettiği fonksiyonu karşılıyordu. Hem de daha edebȋ ve edepli bir şekilde. Tanzimat yazar ve edebiyatçıları mal bulmuş mağribȋ gibi romanın üzerine çullanacaklarına mesneviden romana mutedil bir geçiş gösterselerdi o günlerden bugüne değin belki de yerli ve sahici bir edebȋ tür ortaya çıkabilirdi. Bunun lüzumunu ve doğruluğunu bir edȋbemiz, “Romanla mesnevi arasında bir tür ihtiyacı hissediyorum.” diyerek ifade etmiştir.                                                                               

Yirmisekiz Çelebi Mehmed, Avrupa seyahatinde protokol icabı bir tiyatro oyununu kendisine refakat eden yabancı kişilerle birkaç kez seyretmek durumunda kalır. Yanındaki Avrupalıların oyunu her seyrettiklerinde ilk defa seyrediyorlarmış gibi gülmelerine taaccüb eder. Çünkü Osmanlı’da tiyatro yerine ortaoyunu ve meddah gibi gösteriler vardır. Bunlar da yazılı bir metne bağlı değil aynı mevzu işlense bile ortama göre irticalen gelişir. Yani Batı ile Doğu arasındaki fark, gelişmişlikle alâkalı değil, bir doku uyuşmazlığıdır.

“Tarihȋ roman”ın, tarihi nasıl tahrif ettiği tezi üzerine kurulu kitabımızın mevzusuna dair edebiyatımızda o kadar çok örnek var ki. Mesela, roman yazarının biri, kitabındaki kahramanına Kürşad ismini verir ve bu ad tarih kitaplarında ve toplum gündeminde yerini alır. Bir diğeri roman kahramanına Şeyh Edebali ağzından nasihatler verdirir, bu cümleler okul duvarlarından muhafazakâr esnaf dükkanlarının yazıhanelerine kadar her yeri süsler. Belki bu yazarların tarihe kaynaklık teşkil etmek ve bilime yol göstermek gibi amaçları yoktur ama Türkiye Cumhuriyeti’nin bilim seviyesini göstermek bakımından manidardır.

Mevzumuza bahis edindiğimiz Paçoztika eseri “Çiklet falı bile yazmasına müsaade edilmemesi gereken kabzımalımsı yazarcıklar (Paçoztika, s.145)” ve bunların okuyucularınca revaç bulur mu bilinmez ama ilme ve fikre aşina ve dahi teşne kişilerce okunması tavsiye edilir.                      

Son söz sadedinde kitabın üslubuyla alâkalı eleştiri getirecek, bunu da çapsızlığından mütevellit nezaketsiz, kaba, argo bulacak kişilere deriz ki:

Siz! Öfkesiz imanın yumuşakçaları ve imansız öfkenin oyuncakları, ilk zümreniz Hz. Peygamber’in yerde gördüğü bir balgam kalıntısı karşısında irkilip durakaldığından ne nezaket ve merhamet neşideleri döşersiniz de O’nun (a.s) Hayber kapısında Yahudilere celadetli hitabından bigane ve bȋhaber kalırsınız. İkinci zümrenizle ise cemiyet içerisinde kibarlık budalalığını elden bırakmaz da ayağınıza takılan bir kaldırım taşından ötürü, o taşı imal eden fabrikadan oraya döşeyen belediyeye kadar visaline talip olmadık yedi sülalesini bırakmazsınız.

Sebeb-i Telif:

“Tarih, aşılı bir edebiyat mamulü olan ‘tarihȋ roman’ vesilesiyle ya da bilmeyerek nasıl tahrif edilir!” (s.31)

“Toplumun iktisadi yapısını bozan sahte banknotlar gibi, tarih ile roman izdivacından doğma yeni nesil bir, tarihi tahrif ejderhası peşindeyiz!” (s.33)

“İskender Pala’nın “Şah-Sultan” romanıyla, tarihimizin, tarihî romanla nasıl tahrif edildiğine dair sizlere esaslı bir numune göstermek, resmî olmayan “Osmanlı Sultanlarını Koruma Kanunu” mucibince gene resmî olmayan vazifemi icra etmekti…” (s.143)

Tesbit ve Tenkid:

“Batılı’nın tarihleştirilen romanlarına karşılık, bizim romanlaştırılan tarihimiz! “Tarihî roman” denilen şey de işte, bu şümullü imha faaliyetinin edebiyat sahasında yükseltilmiş hususi ve müstakil gecekondusu!” (s.32)

“Aslında tarihî roman denen şey, Mutlak Fikre nispetli bir devlet idaresinde tarihi sevdirmek ve acı tarih şurubunu çekici renklerle sunmak gibi bir fayda belirtecek olsa da “Mutlak küfre” nispetini hâlâ koruyan bir idare düzeninde mazi tekerine sokulmuş bir çomak vazifesi görür. Amacı tahrif etmek değilken bile, tahrifini amaçsız olması hasebiyle sürdürür.” (s.36)

“Romanda tarihî bir karakter mi ele alınacak… Girişilecek bu işin tam tamına namusu mesabesindeki elzem şartı, ele alınacak tarihî karakterin hakikatine sadakattir. Değilse eğer, Levanten bir terziye padişah kaftanı ısmarlar gibi yapılacak uydurma-kaydırma işi, en adi hırsızlıktan beter, en şenȋ cinayetten korkunç ve en rezil tecavüzden daha pislik bir vaziyet belirtir.” (s.60)

Kemalist zihniyet, yalnız camileri değil, tarihimizi de samanlığa çevirmiş ve fikir gemlerinden soyduğu katırlarına çok cömert davranmıştır:                                                             “Yiyin yiyin!” Geçmişi yok ederek semizlenecek, gelecek 10 yılda 15 milyon genç yaratarak güçleneceğiz!” (s.63)

“Bugün için her yıl yayımlanan tarihî romanı, ekser kısmı Harem etrafında def çalarak dolandırılan -her iki manada da!- Türkiye’de vaziyet tarihi çöplük bilen, bu sebeple kemik tedariğindeki köpek telaşıyla onu karıştıran nice kalem taciri tarafından genç kızların göbek havasına döndürülmüş vaziyettedir.” (s.79)

Yunancada “konuşmak”, “suret” gibi anlamlarla karşılanan “tika” kelimesiyle beraber artık bildiğimiz “paçoz” kavramı, fikirsiz puşt edebiyatın “paçozca konuşan, yazan, çizen” ya da “paçoz suretli yüzsüz” tarihî romancıların zümre ismidir. Nasıl ama? Onları biz doğurmadık ama saklanmış hüviyetlerini ifşayla beraber isimlerini onlara, biz koyuyoruz! Koyduk gitti.” (s.83)     

“Tarihȋ roman türü”, tarihin anasını ağlatmak isteyen ama bunu, neticede salt bir bilim olan tarih ilmi vasıtasıyla yapamayan sinsilerin başına en çok üşüştükleri edebî bir alettir ki; bu aleti, misal bir ip olarak temessül ettiğimizde onunla tarihe bir salıncak da kurulabildiği bir vakıayken, daha çok darağacı kuruluyor olmasını da gözden kaçırmamak şarttır, gözden kaçırmaksa suça ortaklıktır!” (s.133)   

“Şah-Sultan” Romanı Vesilesiyle:

paççoztikaa2

İskender Pala, Şia-Safevȋ-Şah İsmail teslisiyle Osmanlı tevhidi arasındaki mücadeleyi sadece insani dramlar, savaş, kan, gözyaşı, muradına ermemiş aşk gibi tahayyülünde zehirleyerek ortaya sürdüğü kavramlar üzerinden ele almış, Yavuz Sultan Selim ve Osmanlı’nın neden haklı olduğuna dair kütüphaneler dolusu veriden tek birini bile ortaya koymamış, temelsiz ve fikirsiz hoşgörü hassasının avukatlığını yapayım derken…” (s.148)

İskender Pala, İslam’ın kılıcı olmak ve vatanını müdafaa etmek mesabesindeki Yavuz Sultan Selim’i, iktidar ve ganimet hırslısı bir imajizasyon ile sunarak tarihî maksat ve maktaından koparmış ve aşk böcüklüğünden ibaret anlayışına hizmet için tarihi sadece bir vesile olarak kullanmıştır.” (s.151)

“Hâl böyleyken, ortadan yürüyücü değil, ortada öldürücü yılışıklığıyla Sünniliğe de Aleviliği de gerçekte muarızlık yaptığını düşündüğümüz “Şah-Sultan” romanı, 15 Temmuz darbe kalkışması sonrası dolaylı yollardan birçok Alevi derneği kurduğu ve finanse ettiği ortaya çıkan Fethullah Gülen’in, kademeli olarak yürütülen tavırsızlık, mezhepsizlik, cinsiyetsizlik ve nihayet dinsizlik politikası muradına tam tamına uygun bir eserdir!” (s.152)

“Eşya ve hadiseler karşısında tek tavrı tavırsızlık takınmak noktasında tebellür eden İskender Pala, üstelik romancılık tekniği ve yaratıcı muhayyile açısından bile gerçekte tek zerre orijinaliteye sahip değildir. 2003 yılında onu romancılık piyasasına çıkaran ve ilk romanı olan “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk”ına şöyle bir göz atacak olursanız, Lübnanlı bir Hristiyan olan ve tarihi, romanla tahrif hususunda uluslararası bir üne sahip bulunan Amin Maalouf’un 2000 yılında yazdığı “Yüzüncü Ad: Baldassare’nin Yolculuğu” adlı romanından ciddi esintiler bulursunuz.” (s.221)  

“İskender Pala’nın Şah-Sultan romanında roman diye tuttuğu törpü mezheplere ve kültürlere muamele çekmektedir ki; yapılan şey gerçekte sırasıyla imansız ve fikirsiz birleştirmek olarak hiçleştirmekten ve piçleştirmekten başka bir şey değildir! Tarihȋ müktesebatın karmaşıklığı ve okuyucunun bilgisizliğinden istifadeyle, en büyük zahmeti, uğruna Çaldıran Ovası’na turistik bir gezi yapılmaktan ibaret olan -havam olsun hesabı!- Şah-Sultan romanı, edebiyat kabzımallığının adi bir mamulü olarak İslam inkılabında kendisini de yazarını da adi bir edebiyat sanığı yapacak kadar hem suçlu, edebiyat üstü bir paçozlukla muttasıf olarak bugünün Türkiye’sinde ise maalesef, hem de güçlüdür!” (s.223)

Romanın Tarihȋ Seyri ve Bizde Roman:

“İlk olarak Tanzimat döneminde ve Fransız romanlarının tercümesi şeklinde edebiyat literatürümüze dahil edilen roman, bu dönemde sanki de köklü hastalıkların defi için kan gibi aranan ama keyif gıcırdatmak üzere vişne şurubu gibi bulunan bir rastgelelik belirtir.” (s.49)

“Fransız kültür havsalasının bir kimlik fotoğrafı olan roman, mahsulü olduğu toplumla mahsul toplamaya geldiği toplum arasında hususiyetlerinden “tercümenin tercümesi” hâlinde sıyrılır. Tercümeyle gelen tecrübe!

Batılı yaşam tarzının nesir alanındaki bir nevi hülasa ve zaptı da demek olan romanı, Doğulu yaşam tarzına rağmen edebiyat literatüründe aynen kopya etmenin, aslana bale telkini yapmak ya da balıkta yaylaya çıkmak hevesi uyandırmak gibi bir vaziyet doğurması kaçınılmazdı. Mesela, addettiği kıymet sebebiyle kadını mahfaza altına alan Osmanlı toplumu, kadındaki kıymeti topluma karşı onu alenen teşhirde gören Fransız romanını neresiyle okuyacak…” (s.50-51)

“Kürsüsünden orta sınıfların geniş kalabalığına seslenen Avrupa romanının aksine, seçkin (!) bir zümre arasında âdeta kulaktan kulağa fısıldanan ilk dönem romanları, geleneğimiz namına gevşemiş ahlâk ve kültür cıvatalarımızı sıkmak yerine, rokokolaşmak namına onları daha çok sökmek ameliyesini icra eden bir tornavida gibi işlev görmüştür!” (s.56)                 

“Cumhuriyet dönemi romanıyla ve yeni bir madde tokuşuyla değil, bir kültür çullanışı hâlinde açılmıştır. Halide Edip’in “Vurun Kahpeye” romanı, aslında mana dehlizlerinde asıl ismi “Vurun Geleneğe! Vurun Osmanlıya! Vurun İslama!” diye tekellüm edilen bir füze bataryası gibiydi.” (s.58)

“Daha 1937 yılında İçişleri Bakanlığı, Matbaa Umum Müdürlüğü vasıtasıyla bir genelge yayımlamış ve devrin edebiyatçılarından halk kitaplarını modernleştirmelerini istemişti. Bu devlet aklı(!), “Kemalist Karagöz”le “Türkçü Keloğlan” arasında bir yerde sıyırdığı kafasını, “Demokrat Nasreddin Hoca”yla tamir ettirmek gibi muvazaacı bir keyfiyetle tarihimizi sözde sevdirmek istemektedir.” (s.59)

“Kemalizm’in Türkiye’sinde de her edebiyat mahsulü M. Kemal’in yüksek inkılaplarına adanmıştır… Edebiyat akrebinin içimize sokulmuş kıskacıyla nokta nokta sokmaktan farksız Cumhuriyet romancılığı, kurtulmadan kurtuldum sanmanın aslında kurtulamamanın en ağır şekli olduğunu nasıl da tablolaştırır.” (s.92-94)     

“Türk romanı, tercümenin tercümesi şeklinde edebiyat rahmimize bırakıldığı ve babasını tayin için doğumundan bunca yıl geçtiği hâlde, göz ve burnu doğduğu günkü gibi kalmaya devam eden bir bebek gibi hâlâ kimseye benzememektedir. Ona Türk romanı dememiz bile nüfus müdürlüğünden alınmış hakiki bir nüfus cüzdanına değil, yabancıların geçici ikamet için aldıkları kimlik kartlarına benzer bir vesikaya dayanmaktadır!” (s.254)

“Türk romanı tanımlaması, belirttiği hususiyete karşılık elde ettiği bir tuğrayı değil, belirtemediği hususiyete karşılık karıştırılmaması niyet ve kontenjanından yediği bir damgayı ifadelendirir.” (s.259)

Büyük Doğu Külliyatında Roman:

“Böyle olunca, roman aslȋ mahiyeti bakımından bir oldurma, oluşturma, biçimleme, yakıştırma, tasarlama işi hâlinde meydana çıkıyor ve insandaki eşya ve hadiseleri murakabe ve öteleri kovalayıcı hayal gücüne dayanıyor.” (s.282)

“Ve nihayet aslȋ manasıyla roman, hâdiseleri fikirleştirme veya fikirleri hâdiseleştirme sanatı üzerinde -biri fotoğrafçılık öteki ressamlık işi- bayrağını dalgalandırır.

Hâdiselerin fikirleştirilmesi, eşya ve hâdiselerin fotoğraflanması gibi bir mahiyet belirtirken, Türk romanının aylak romancıları bu keyfiyete nispeten, 100 yılda bir gerçekleşen bir doğa olayını fotoğraflamak için yüksek bir dağın zirvesine tırmanan ama tam da hâdisenin cereyanı sırasında fotoğraf makinesini yanına almayı unuttuğunu fark eden bir maceracı gibi durur.” (s.283)          

“En başta, hakikatli bir romancının, peşine düştüğü mevzuların gömleği üzerinde kıvrılan buharlı bir ütü gibi olması gerektiğini söyleyelim. İçtimaȋ meselelerin ayyuka çıkmış kırışıklıklarını, geçtiği mesafeler boyunca düzleyen, insanlığın buhrana dönmüş ızdıraplarını buharıyla yatıştıran bir ütü…Romanda yok olanları var etmek sanatı, hakikatte var olanları yok zannettirme vahametine yol açıyorsa eğer, insan ve insana taalluk edenler ile Allah ve Allah’a istinat olunanlar arasında korkunç bir tebadül trafiği başlamış demektir!” (s.292)

“İşte, fikir ve imanın yeniden inşa ettiği insanın inşa edeceği romandır ki; insani hakikatin münşisi olan roman da odur!” (s.294)

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi