İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Vizontele adlı filmin bir sahnesinde oyunculardan biri muhatabına şöyle bir soru yöneltir; “İnsan memleketini niçin sever bilir misin?” ve sorusunu yine kendisi cevaplar: “Gidecek başka bir yeri yoktur da ondan.” Marksist bir kadrodan müteşekkil bu oyunculardan; kadere karşı hoşnutsuzluk, devlete karşı da isyan buğusu tüten bu cevaptan başkası beklenemezdi. Oysa bu sualin cevabı bizim ruh ve fikir rejimimizde şöyle bir keyfiyete mebnidir:
İnsan, dünyaya gözlerini orada açtığı için yani varlığına, varoluş hikayesine ilk kez orada şahit olduğu için sever. İnsanın çocukluğunu, çocukluğunun geçtiği yeri sevmesinin ve özlemesinin temel sebebi budur.
Çocukluğun, umursuzluk, tasa, kaygıdan azade ve bihaber olmasının yanı sıra en çok da geldiği ukbâ âlemiyle irtibatının henüz taze olması onu muteber kılar. Çünkü çocuk, insan ferdinin masum, temiz ve uhrevȋ yanını temsil eder. Bugün hâlâ bunca yaşımıza rağmen, bozkırın ortasında hiçbir ayırt edici vasfı haiz olmayan köyümüzü hatırlayınca, içimizde tebellür eden buruk sevinç ve ihtizazın sebebi ondandır.
Şimdi kendi çocuklarımızı düşünelim. Hayatı, hayalleri, var olma hikayesi apartman dairelerinin dört duvarıyla sınırlı olan, baharın gelişini bir sabah gerçekten evlerin buğulu ve iğreti camlarından gördükleri leylekten değil de televizyondaki hava durumlarından öğrenen, yani sun’i hayatların sun’i gerçekleriyle büyüyen çocuklarımızı. Onların gerçek bir varoluş hikayesi olacak mı? Ve gerçekten bir hikayesi olmayanlar, bir hikâye (dava) uğruna yaşayıp ölmeyi becerebilecekler mi?
Şimdi mevzuyu biraz daha teknik ve ilmî çizgide takip edelim. Var olmak. Arapçası, vücud. V, c, d kökünden gelen bir kelime. Aynı kelimenin iştikakında, bulmak manası da var. Aramanın neticesi. İnsan bulduğunu bilemeyebilir. Ama bildiğini bulmak zorundadır. Önce aramak…Niyet, cehd, gayret, istikamet…Takdir ve nasip. Kendini, kâinatı, varlık hikmetini ve Rabb’ini bilmek. Üstadımızın bir mısraı:
“Bildim seni ey Râb, bilinmez meşhur!”
Dünyaya gelmekten sebep; bilmek. Bildiğinle amel etmek ve O’ndan (cc.) gayrısına bel bağlamamak.
Şairin dediği gibi:
“Cânıma bir merhaba sundu ezelden çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabasın bilmedim”
İnsana verilen (yüklenen) sorumluluğun gayesi akıl ve şuurun mukteza-yı hâline riayet etmek. Belhum adal ve eşref-i mahluk ifrat ve tefriti arasında bir tercihte bulunmaktır. Bahsimize misal teşkil eden satırları merhum Ahmet Arvasȋ Hoca’dan takip edelim:
Milyarlarca kürenin, içinde yüzüp durduğu kâinatta kendisinin farkına varan, eşyanın sırrını araştıran ve onun içine nüfuz etmek isteyen sadece insan idrakidir.[1] “Eşya ve hâdiselere teshir etmek”le vazifelendirilen insan. Önce kendi ruhȋ intizamını sonra da cemiyet nizamını sağlamakla mes’ul. “Doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur” düsturunu şiar edinip o doğrunun fert ve cemiyet planında tekamülü için gayret sarf etmelidir. Günümüz insanının temel çıkmazlarından bir tanesi -belki en önemlisi- budur. Var olmak sırrının gayesinden bihaber olmak.
Yine Arvasȋ Hoca’ya kulak verelim:
İnsan; ebediyetin, hürriyetin, mükemmelliğin özlemini yaşamaktadır. Bunun sebebi şuurumuzdur. Bunları duyup da sırt çevirmek bizi bedbin ediyor, kendimizi suçlamaktan kurtulamıyoruz. Şuur sahibi bir insan mükemmelleşmek iradesini de beraber taşır.
Sanayileşme devrimi, kaynak temini için insanların canına kıyıyordu. Modern çağ ise insanların ruhuna kıymaktadır. Bu devir insanın genel karakteristiği; yalnız, mutsuz, bencil ve gayesiz olmasıdır. Mideleri dolu ama ruhları aç. Ve insan bu hayatın olması gereken olduğuna inan(-dırıl)mıştır. Herkes hâlinden memnun ve kendinden razı. Bir uzun yolculuk otobüsünde yan yana oturan iki yolcu, belki on saat süren bu yolculuk boyunca bir kelime dahi konuşmadan menzillerine varabiliyorlar. Çünkü ünsiyet bağı iğdiş edilmiş. Modernizm, insan ferdi için tek kelimeyle; müstağniliktir. Ve insan kendi kendine yeteceğini zannedince azgınlaşır. Bu vaziyet insanın sadece kendisiyle değil; tabiatla, mahlukatla en nihayet Rabb’iyle olan bağının muvazenesizliğiyle alakalıdır. Bugün antidepresanların köylere kadar girmesinin sebebi, insanın ruhuyla olan irtibat ve intibakını kesmesi dolayısıyladır. Çünkü modernizm, insanı ruhuna yabancılaştırmış, onu sadece duyularına hapsetmiştir. O kadar ki, çok katlı binaların asansörlerinde dahi kişiye müzik dinletir. Yeter ki o, kendisiyle -derȗnuyla- baş başa kalmasın.
Bir kemmiyet teşkil eden Batı insanı için bu hâl cazip ve mümkün olabilir. Ama Müslüman için muhaldir. Bu bağlamda Ahmet Arvasȋ insanı üç sınıfa ayırır.
1) Hayvan İnsan: Temellendirmesini ve izahını şöyle ifada eder; “Varlığındaki aczin, faniliğin, esaretin farkındadır. Hayatın hazzını sever, ıstıraptan nefret eder. Yalnızlık ona bir iç muhasebe getirir. Geceleyin sokağa dökülme ve gürültüye katılma arzusu bilhassa şiddetlenir. Çünkü gece yalnızlığa, kendini dinlemeye fırsat bulamamalıdır. Gündüz, duyuları; gece, şuuru köpürtür.”[2] Batıcı, çağdaş, konformist ve tüketim toplumunun tarz-ı hayatını özetleyen tespitler bunlar. Ruhundan ve yaşama gayesinden mahrum vücutperestlerin teşkil ettiği sınıf. Analitik psikiyatrin kurucusu G. Jung bir kitabında konumuza taalluk eden şu cümleleri kaydeder:
Kaç kez bir hastanın, “Var oluşumunun anlamını ve amacını bir bilsem sinirsel sıkıntılardan da kurtulurum.” diye bağırdığını duymuşumdur.[3] Aynı kitapta benzer bir bahisle “İnsanların yürekleriyle düşündüklerine inanan Pueblo Kızılderilileri bana ‘Amerikalılar’ın kafalarıyla düşündüklerine inandıkları için deli olduklarını’ söylemişlerdi.”[4] Evet Batılı aklın ve maddenin, Doğulu ise ruhun (kalbin) ve mananın adamıdır. Onlar aklıyla iman etmez ama biz kalbimizle aklederiz. Bu yüzden onlara ve onlar gibi inanan insanlara göre kalbi yani inançları için yaşayan insanlar tahkir ve tahfif konusudur. Mesela hayata ve hâdiselere metafizik açıdan baktığı bilinen yönetmen Tarkovski kendi senaryo kahramanları için; “İdealist oldukları için gerçek hayattaki bütün savaşları kaybederler.” der. Yine mistik bir Hristiyan olan H. Cibran, kitabının kahramanları olan iki yolcudan birinin diğerine yolda rastladıkları iş ve meşgale erbabını tanıtırken, deniz kenarında suyun üzerindeki köpükleri taştan bir keseye doldurmaya çalışan birini görürler. İkinci kişi sorar, bu kim diye? Diğeri cevap verir; idealist. Övüyor mu yeriyor mu, belli değil ama aşikâr olan şu ki, bir ideal sahibi olmak cefalı bir iştir. Zehirle pişmiş aşı yemeye talip olmak. Şeyh Gâlib’in Hüsn-ü Aşk mesnevisinde kahramanın muradına ermesi için “mumdan bir gemiyle ateşten bir denizi geçmesi” istenir.
Cervantes, bir Batılı gözüyle Batılı’nın idealizme bakışını, ironik ve trajikomik bir şekilde kahramanı Don Kişot üzerinden tecessüm ettirmiştir. Cemil Meriç’in bu roman ve kahramanı hakkındaki tespitleri şöyledir: Dünyası yıkılan, mitlerinden kopan ve parçalanan insanın bocalayışını sergiler.[5] Çağından kopan insanın, mutlak peşindeki insanın, kafasındakileri hayata tatbik etmek isteyen insanın dramı.[6] İdealizmden kasıt Batı’daki felsefi akımlardan biri değil, bizim anladığımız manasıyla iman ve aksiyon mefkureciliğidir. Zaten biraz sonra aşağıda değineceğiz ama önce Arvasȋ Hoca’nın diğer iki insan tasnifine bakalım:
2. Dramatik İnsan: O, ne “hayvan adam” ne de “ideal adam”dır. İkisi arasında yalpalayıp durur. Ümidinin kuvvetli olduğu dönemlerde bir ahlâk kahramanı kadar iradesi güçlüdür. Ümitsizlik dönemlerinde ise iradesi zayıflar, egoizmin sancılarını duyar. İnsanların kahir ekseriyeti bu gruptandır.
3. İdeal İnsan: Onları duyusal lezzetlerle aldatmak, ıstıraplarla korkutmak, alkışla memnun, “yuha” ile tahkir etmek mümkün değildir. Onlar ebedî olanın, bir olanın ateşinde erimişlerdir. İdeal insan, insanları Allah’a kul olmaktan çıkaran, onu Allah’tan gayrı bir otoriteye teslim eden anlayışların tasvipkârı olamaz. O, ne insanlığı, ne devleti ne cemiyeti ne ferdi putlaştıran sosyal ve iktisadi nizamı ister.[7]
Çağın “seri malı” insanlarının bir fikir ve ideal sahibi olan insanlara, garip, tuhaf, nesli tükenmiş varlık gözüyle baktığı ilam edilmeyen bir malumdur. Ama bir yandan da ona gizliden gizliye gıpta ve hayranlıkla bakarlar. Çünkü bu cehd, çile, ıstırap onlara ağır gelir. Hedonizm’in kollarında mesut olmayı yeğlerler. Onlar için idealistlik, bir gençlik heyecanıdır. Gelir, geçer.
Bütün zorluk ve menfilikler karşısında bir mensubiyet şuuruna sahip olanların tek, en büyük teselli ve emelleri şudur:
Çoğunluğun “garip” diye yaftaladığı bu garipliğin “…ne mutlu o gariplere” nebevȋ müjdesinin zerresinden payidâr olmak.
[1] S. A. Arvasȋ, İnsan ve Ötesi, s.17.
[2] a.g.e. s. 108.
[3] G. Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş, s. 41.
[4] a.g.e. s. 31.
[5] Cemil Meriç, Kırk Ambar, s.178.
[6] a.g.e. s. 185.
[7] a.g.e. s. 115.