Remzlerin Rejimi

Yazan: 29 Nisan 2022 898

Hayatımızın seyr-i tabiisi karşısında bir an durup olan bitene, kavramlara ve hȃdiselere dikkat kesilsek, aslında olağanmış gibi görünen birçok şeyin hiç de göründüğü gibi olmadığını fark ederiz. Dimağ ve zihin çeperlerimize birer ecinnȋ gibi asılı duran bu remz ve mefhumların ayak izlerini sürdüğümüzde nice bȃtıl ve Batılı habis ruhlar taşıdığını görürüz.

Misal(ler) mi? Adaletin değil de artık delinmekten, açığından yararlanmaktan, benzer davalarda bile farklı -zıt- ictihadların çıkartıldığı tutarsız kanun maddelerinden velhasıl neresinden tutsan tutanın elinde kaldığı bir yasadan, hakimleri atȃlete dȗçar etmiş, adalet mercii binalarının önünde, bir elinde kılıç bir elinde terazi -isterseniz siz, bir elinde cımbız bir elinde ayna deyin- tutan “Adalet Heykeli” nȃm-ı diğer “Themis Heykeli”. Kaynağını Yunan mitolojisinden alan adalet ve düzen tanrıçası “Themis”, Yunan tanrıları Uranüs ve Gaia’nın kızı olan bir Tanrıçadır.

Dillere pelesenk olmuş “Demokles’in Kılıcı” yine Yunan efsanelerinden birine dayanır. Güya adaletin tesisi ve vazifeşinaslığın simgesi! Oysa adalet deyince bizim aklımıza Fırat’ın kıyısında kurdun kaptığı kuzudan kendisini mesul tutan Hz. Ömer (r.a) gelir. Hoş, mahkeme duvarlarındaki “Adalet mülkün temelidir.” sözü ona aittir de altında başkasının ismi yazar. Yani adalet daha hakimin başucunda yazılı duran bu sözün yanlış nispetinden itibaren kokmaya başlamıştır. Hani adalet: Bir şeyi ait -layık- olduğu yere koymak demek ya. Su bardağıyla içilen çaydan, devlet nizamına, Allah’ın olması gereken yere bir putun konulmasına varana kadar adaletin olmadığı her yerde zulüm kaimdir.

Her yıl devlet erkanının muayyen bir tarihte çiçek bırakıp and içtiği bir “mozole” vardır. Menşei mi? Daha çok Persler tarafından atanan Karya satrabı (sömürge valisi) Mausolos’un adından kinaye. Kimin nereye atıfta bulunduğu, kimlerle ruhȋ ve hissȋ intisab ve rabıta hȃlinde olduğu anlaşılıyor herhalde.

Gençlerin kimi zaman bir film artisti, kimi zaman bir futbol yıldızı için cömertçe kullandığı “idol” kelimesi, put demek. İnsanın önüne bir ideal koy-a-mayan rejim ancak put koyabilir. Taştan veya tözden fark etmez. Ya en muhafazakȃr belediyelerin bile üzerinde şehit yazan, bir polis veya asker resmi nakşedilmiş taşlara “totem” denilmesine ne dersiniz? Bu, ihanet değilse gafillik ve ahmaklığın daniskası. Daha mı?

Palas (Athena), Eski Yunan baş tanrısı Zeus’un kafasından doğmuş kızı. Bu adı taşıyan otellerde kimler Zeus’la aynı yastığa baş koyuyordur acaba? Ve dahi çocuklarımızın okul çantasını süsleyen -pisleyen mi demeli- ay tanrıçası Selena.

Batı’dan uzak olmasından mülhem mensubu bulunmaktan gurur duyduğumuz “Asya”. Yunan mitolojisinin titanlarından biri olan Prometheus’un annesi Asia’dan gelmektedir. Okul yıllarımızın kimi zaman ders aracı kimi zaman oyun ve merak kutusu olan “Atlas”? İnsanlara zulmeden Olympos’a saldıran, Zeus’un iradesiyle dünyayı sırtlayıp insanlara yardım eden bir titan!

Mevzumuzun ana hatlarını Reisimiz Servet Turgut’un, bu çile ve tefekkür gayesinden doğmuş; Yakazat ve Avrupa: Şeytan Hacetgȃhı eserlerinden takip edelim:

Antik Yunan’da Tanrı Apollon ve Diana için düzenlenen şenliklerde bir kadın bir de erkek kurban edilirdi! Yunanlar şehirlerini, hastalık saçan mikroplardan böylece koruduklarını düşünürlerdi. Bütün Yunan halkının yabani incir dallarıyla kırbaçlayarak tanrılarına uğurladıkları bu kurbanların, devrindeki ismi “Pharmakoy” idi. Devrimizdeki ilaç bilimine isim koyanlar sizce bu kurbanları mı yȃd etmektedirler yoksa sefil Yunan tanrılarını mı? İlaç bilimi yani “Farmakoloji”. (Avrupa: Şeytan Hacetgahı- s.121)            İlaç isimleri bile onların efsane ve felsefesine göre düzenlenir: atarax, majik (sihir, büyü)’den “majezik”, narcissus (Yunan hikaye kahramanı)’dan “narkoz”; aynı kökten narkotik, narsist vs.

Bugün dünya doktorluk etiği Koslu Asklepiades Hipokrat’ın, Yunan’ın tıp tanrısı Asklepios’a adayarak yazdığı yemini etmeden neşteri ellerine alamazlar. (a.g.e s.124)

12 remzlerin rejimi.1

Muhayyelemize Sokrates’i bir peygambermiş gibi kazıyanlar, birer Yunan tanrısının ismini yazmadık yerimizi bırakmayanlarla aynı kişiler. Donlarımızın etiketine kadar! Denizcileri ölüme çağıran Yunan perilerine “Siren” denir. Hastalarımızı onların çığlığıyla taşıyoruz! Zafer tanrıçası “Nike” ile yürüyoruz. Kanatlı at “Pegasus” ile seyahat ediyoruz. Baldırımızı topuk kemiğine bağlayan tendon bile Yunan yarı tanrısı Akhilleus’un (Aşil) ismini taşıyor. Antik Yunan evvela Avrupa’nın ırz kaydını üzerine alır… Avrupa (Europa), isim iştikakında bile Yunan ırzlıdır. Yunan baş tanrısı Zeus, Fenike kralının kızını kaçırır ve Girit Adası’nda ırzına geçer. Ondan çocukları olur. Zeus’a çocuklar doğuran bu kızın ismi Europa’dır… Yani Avrupa! (a.g.e. s. 166)

Üstadımızın, “Gir de bak bir ülkeme, başsız başsız adamlar!” diye işaretlediği hakikatin nesrine kulak verelim:

Anlaşılması elzem olan şey şudur ki; üç asırdan beri bu ülkede Batı’nın seyyar mutfağı kuruludur! Burada kültür ve medeniyetimize ait bütün kavramların içi oyulur, oluşan bütün boşluklara istila ve sömürü zümrelerinin zehirli iç malzemeleri doldurulur ve sonra, özenle hazırlanmış bütün gaflet dolmaları, afiyetle yutmamız için bize servis edilir. Bu mutfak rejimini bozacak tek şey, toprak yemeye dahi razı olacak bir irfan perhiziyle yalnızca kendi mahsullerimizle iktifa etmekten geçmektedir. Sonrası, kalp ile koordineli işleyen kafa tefekkürü ve temkin! Kurtuluşumuzun kısa formülü budur. Onun da yolu kafayı hakiki bir mütefekkirin tefekkür tornasına sokmak, kalbi de hakiki bir ruh terbiyecisinin avuçlarına bırakmaktır. (Yakazat, s.46)

Başımıza bir asırdır tünemiş kargaların “muasır medeniyet”e eriştirmek adına bizi idrakte ve fikirde nasıl yerin dibine soktuklarını görmek için bakla tarlasında teneke değil, kalp ile akıl arası bir noktada mutlak fikrin gongunu çalmak lazımdır! (a.g.e. s.52)

İdraki iğdiş edilmiş insanlar ülkesidir burası… Bu ülkede kafa denilen şey, Kemalist rejim marifetiyle el’an, omuzlar üzerinde gezdirilen görsel bir aksesuara dönmüş durumdadır… Fikir, ona sırtını tamamen dönmüş kalabalıklar bir yana, alȃka duyanları arasında bile bir maskara… Mihraksız, odaksız, emelsiz, sancısız… Sığ, güdük, çürük, kaçık…(s.53)

 Düşünün, tam bir asırdır sȗret-i haktan görünerek bizi kalp, kafa cihetinden ısıranlara karşı hȃl tavrımız şöyle değil midir:

“Siz kimsiniz?”

“Sizi kurtaran, modernleştiren ve size vatan hediye edenleriz! Niye sordunuz ki?”

“Hiç! Mütecaviz, işbirlikçi, alçak ya da din düşmanı deseydiniz karşı koyacaktık da!” (s.56)

Aynı eserden takibe devam:

Yeni rejim, Osmanlıyı en iyi ısırmış Yahudi nüvelerini en iyi pozisyonlarında değerlendirmek üzere iradi hamlelerde bulunmuştur. Osmanlıyı Galata bankerleri vasıtasıyla iktisat mafsallarından kemiren Yahudiler, Türkiye Cumhuriyeti’nin saygın iş adamları mevkiine bilinçli bir hamleyle oturtuldular. Şapkayla kafası ȃdeta giyotinlere ısmarlanmış Anadolu insanıydı ama Mahmutpaşa’nın tezgȃhtar Yahudisi Vitali Hakko, fahiş fiyatlarla getirdiği ve yeni rejim tarafından giyilmesi yasayla zorunlu tutulan şapkalarla bir sanayi ve konfeksiyon devi olmuştu. İthalat, ihracat, sanayi, bürokrasi, hariciye, basın, sanat ve insana statü kazandıran daha ne kadar alan varsa, “Türkiye’de Türk olmayıp da Türkçülük yapanlar, aslen Türk olanları Türk olmamakla suçlarlar.” hükmüne uygun bir minvalde düzene sokulmaktaydı. Cumhuriyet gazetesi, Yahudi Yunus Nadi ve Yahudi Zekeriya Sertel ortaklığında kurulduğu gün M. Kemal’le röportaj yapmış ve onu manşete şöyle çekmişti:

“Atatürk yarım bir ilahtır! Türklerin babasıdır!”

M. Kemal, Yahudi’nin nazarında istismarıyla istihsalleri eksiksiz işleyecek bir mitos idi. Bu mitosu bizzat onlar kurgulamaktaydılar. İslamsız Türklük paydası, Yahudilerle Şaman- deist- Türkçü kadroları birleştirebilecek kadar güçlü durmaktaydı. (s.263)

Kurt meselesine dair:

Orta Asya’dan Anadolu’ya sarkan mevzu. Türk’ün yol başçısı, millȋ sembolü güya. Birazcık mantığı olan bir adam şöyle bir düşünse: “Ulan göçebe yaşayan, hayvancılıkla geçinen bir millet niçin kendisine baş düşman olan bir hayvanı önder seçer, kutsar!” diye, iş vuzuha kavuşacak ama düşünmek uzun ve zahmetli bir iş. Oysa Türk’e illa millȋ bir remz lazımsa o da ancak dağ keçisi (koç) olur. Niçin mi? Çünkü Orhun Yazıtlarından birinin üzerinde onun baş kabartması vardır. Bu, halkın, kurt ise hanedanın simgesidir. O yüzdendir ki kilim motiflerinde daima koç başı işlenmiştir. Belki de bu yüzden kale kapıları koç başlarıyla toslanmıştır. Ahh! Bu milleti düşmanına ȃşık etme tezhahı.

İslam öncesi Türk, Moğol ve Altay kavimlerinde mitolojik bir önem arz eden “kurt” sembolü, bilinenin ötesinde bir tutkuyla M. Kemal’in zihin havsalasında yer tutmuş bir imgeydi. Yeni rejim için Türk’ün İslam’dan önceki, kültür, inanış ve yaşantısı İslam’la geçirdiği asırların kirini (!) silecek bir zımpara vaziyetindeydi. Mistik sembol ve figürlere olan ihtiyaç, 8. ve 9. asırlardan itibaren, İslam’a zorla sokulduğuna inanılan bir milleti, eski inanışın arsasına çekmek isteğinden doğmaktaydı. (s.288)

12 remzlerin rejimi.2

M. Kemal’deki kurt tasavvuru, tıpkı Hitler’in Hristiyanlık öncesi pagan inanışa duyduğu ilgi ve hasretin bir sonucu olması gibi İslam öncesi Şaman algısına duyduğu ilgi ve hasretten doğmuştur. Ancak “kurt” M. Kemal’in zihin haritasında Hitler’dekinin aksine olarak bireysel kuvvet ve koruma sembolü olarak değil, Swastika gibi toplumsal bir hipnoz aracı olarak kullanılmak istenmiştir.

Rejim sahiplerinin uyulsun diye değil, uyutsun diye uydurdukları kanunlar, en adi istikbar sillelerini ensemizde patlatır ama biz, zulmün bu iç malzemesini sırf, “Şeriatın kestiği parmak acımaz.” Hakikatinin biberine doldurulmuş diye sezmeyiz ve yutarız! (s.42)

Ülkemiz, modernitenin bin kollu ahtapotu tarafından sarılmış durumdadır. Demokrasi, istibdatı gizlemek için bu ahtapota giydirilmiş sevimli bir palyaço kostümüdür. Ahtapotun pembe eldivenler geçirilmiş her bir kolu da modernitenin üzerimize saldığı partilerden başkası değildir. Bu ahtapota karşı acı zulüm mücadele, kumpasın farkında olan bir Müslüman için en azından şimdilik, ondan koparılmış bir kolla ona vurmak şeklinde tebarüz etmelidir. (s.43)

Parti, nihai hedefe erildikten sonra nihayet kendini imha etmesi gereken bir vasıtadan başka bir şey değildir!.. Bir kısım hamakat ve gaflet ehli, dini için bir emir eri mesabesinde olması gereken partisini, dinini de iradesi altına alan bir kumandanlık makamına oturtmuştur. Gerçek bir Müslüman nazarında kanun, Allah’ın, kullarının selameti için teklif ve icbar ettiklerinin cemiyete nakşolunmuş bütünüdür. Müminin nazarında bu hususiyeti kendinde taşıyan kanun, yalnız Hakk’ın rızası için bilenen bir bıçak, kendisi de bu bıçağa rıza tavrıyla teslim kınalı bir İsmail’dir. Oysa bu ülkede, Batı mahsulü kanunlar ancak paslı bir testere gibi işletilmektedir. (s.45)

Hakim sanığa sorar: Pişman mısın?

“Efendim bu bir merhamet ve ceza indirimi tecellisi mi?”

Tabi ki hayır! Senin şahsiyet surlarında bir taviz gediği açma tuzağı! Törpülenesin, kesmeyesin diye…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi