İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Büyük bir kıyımdan geçtikten sonra elde kalanlarıyla hayatı idame ve beşeri ilişkiler kurmak için kullanmaya çalıştığımız lisanımızla başımız büyük belada. Kendimizi tam ifade edemeyişimizden kaynaklı sıkıntılarla geçiyor günlerimiz. Zengin bir kiler ve maharetli aşçılarımızın olduğu zamanlarda dillere destan ve damaklara şenlik çapta ziyafetler verilen günlerimizden; kileri yağmalanıp yakılmış, kemirgen ve türlü haşerat musallatında, aşçılarının elleri kesilmiş olduğu halde sofra donatma çabasındayız. Yaşam devam ediyorsa yemek de yenmeli değil mi? Yağmadan ve musallatlardan arta kalanlarla yapmak istediğimiz yemekler yapılamıyor, yapılan yemekler damak tadına uymuyor. Yaman çelişkiler içinde ne yapacağını bilmez halimizle damaklarımız şenlenmediği gibi midemizin avazı da kulaklar çınlatıyor… Batıda emellerine ulaşmış habis adamlar ellerini ovuşturarak ahvalimizi büyük bir keyifle izlemektedirler. Çünkü savaş meydanında bileği bükülmeyenler, şiir gibi savaşanlar artık iki lafı bir araya getirip kendini izahtan varestedir. Artık kızımızı soyabildiği kadar güzel seçer, edebiyatçımızı bize sövdürebildiği kadar ödüle layık görür ve insanımıza öz hakikatinden uzaklaştırabildiği kadar değer verir. Kızın güzel, yazının edebi, adamın adam olması gibi bir kriterleri yoktur. Özünden ne kadar uzak, atandan ne kadar yabancıysan o kadar değerlisindir…
Eğitimde muasır medeniyetleri kovalayıp onları geçmek, büyük işler başarabilmemizin yollarını açmak için(!) yapılan dildeki sadeleşme hamleleri sonucunda dilimiz o kadar sadeleşti ki bırakın muasır medeniyetleri kovalayıp onları geçmek ve büyük işler başarabilmeyi, birbiriyle sağlıklı iletişim kuramaz derekesinde birbirinden kopuk bireylerden oluşan bir toplum ortaya çıktı. Kuşa benzetemediği leyleği; kuşa benzetme çabası sonucu kestiği gagası, kısalttığı bacakları ve kırptığı kanatlarıyla ortada ne leylekliği kalan ne de kuşa benzeyen ucube bir varlık haline dönüştüren adamın öyküsünü hatırlayın… Eskisini necasetten tiksinir gibi bir edayla çöpe atan adamcıklar yerine ne konması mevzuu olduğunda “ekisi olmasın da…” tavrıyla; önüme ne çıkarsa, elimle ne tuttuysam, ağzımdan ne dökülürse havasında yeni kelimeler adapte etmeye çalıştılar lisanımıza.
Milleti millet yapan unsurların başında sıralanan dil birliği, aleyhimize işleyen bir satır gibi toplumu birbirinden ayıran unsurların başında yer almaya başladı. Artık kendimizi karşımızdaki muhatabımıza anlatmak için kelimeler değil kavramlar kullanır olduk. Sloganlarla konuşup aşırı genellenmiş, bollaşmış, anlam erozyonuna uğramış kavramlarla iletişim kurmaya ve bu yolla anlaşılmaya çalışılmaya başlar olduk. Tabi ne kadar başarılıyız tartışılır. Hergün gazete manşetlerinde, haber sitelerinde veya haber bültenlerinde; konuşulduğunda kolaylıkla çözülmesi gereken sorunlar yüzünden birbirine zarar veren insanların haberlerini okuyoruz, görüyoruz, izliyoruz. Sabah kuşağı programlarında sorunlarını çözemedikleri için televizyon kanallarında boy gösteren insanlarımız, problem yaşadığı kişiye telefon yoluyla bağlanıp veya yüz yüze gelerek milyonlar huzurunda belki de ilk defa diyalog kuruyormuşçasına dertlerini, sıkıntılarını karşısındakine anlatmak için çabalıyor. Yetişemedikleri yerde de tribünlerden destek almayı ihmal etmiyorlar… Tribün insanları konuşanın aslında ne demek istediğini, dinleyenin de ne anlaması gerektiğini taraflara saatler boyu anlatır zira derdini anlatmak tek başına bir insanın yapabileceği bir şey değidir…
Kavram: Bir nesnenin, bir duygunun ya da düşüncenin zihindeki soyut ve genel tasarımı, anlamı, anlam yükü olduğu gibi bir felsefe terimi olarak da: Nesnelerin ya da olayların ortak özelliklerini içine alan ve onları bir ortak ad altında toplayan genel tasarım anlamı taşımaktadır. Yani kendimizi durumumuza özel kelimelerle değil geneller yüklenmiş, birçok anlam yükü altında inim inim inleyen kavramlarla muhatabımıza anlatıp kendimizi muhatabımızın insafına havale ediyoruz. İnşallah yanlış anlamaz, şunu söylemek istemiştim umarım şöyle anlamaz… gibi duaları kaç konuşmadan sonra söylemişizdir içimizden değil mi? Güzel niyetlerle söylenmiş ancak dinleyip anlayamayanı tarafından yanlış anlaşılan kaç sözümüzü tevil etmek zorunda kalmışızdır. Ya da yanlış anlaşıldığı için kaç kavganın kıyısına kadar gelinmiştir…
Popüler ve zulmettiğimiz kavramlarımızdan biri olan “sevmek” mesela. Sözlük anlamına baktığımızda sevgi ve bağlılık duyumsamak ile birine gönül vermek, sevgiyle bağlanmak, âşık olmak gibi seç beğen al manzarası çıkıyor karşımıza. Sözlük tabirinde geçen “sevgi” kavramının bile kendi başına “sevim, muhabbet, kalp, hatır, bağlılık…” gibi birçok anlamı var. Ortaya üslü sayılar gibi az görünen ama kendisinin üstüne yazılan sayı kadar kendisiyle çarpımını muhtevasında barındıran bir manzara çıkıyor… İki rakamının üzerine yazılan üç rakamı mesela; nasıl ikiyi üç kere kendisiyle çarpıp sekiz sayısına ulaştırıyorsa, kullandığımız kavrama da o kadar anlam yüklemişiz ki yüklediğimiz karşılıklar bile kendi başına birden fazla anlamı muhtevasında taşıyor. Matematikte iki üzeri üç denildiğinde sekiz sonucuna ulaşmak, işlemin sonucu için bir kesinlik belirtse de aynı kesinlik maalesef dilimiz için geçerli değil. Kişi karşısındakine; ”seviyorum” der ve ekleme ihtiyacı duyar; “arkadaş gibi” veya “insan olarak” veya “sevgili gibi” veya veya veya… Artık duyguyu ifadeden çıkıp kavramın izahını yapmak için çırpınıp durursunuz çünkü yanlış anlaşılırsa mazallah başa iş açılması an meselesi. İfade edip kendisini açıkladığında aslında “muhabbet”, “ilgi”, “his” gibi anlamlardan birini kastettiğini anlarsınız. Kullananının da pek anlamlarından haberi olmadığı “sevmek” kavramı… Sevdiğini düşünmeksizin söylemişse bir kere sözünden dönmez ve sevme işinin mecrası olan gönlünün kapılarını sonuna kadar açıp, olmadık şeylerin sevgisiyle bu kutsal mekanın içini bir ahırmışçasına doldurur.
Kalp! Maddi ve manevi olmak üzere iki manada kullanılır. Birincisine yürek, diğerine de gönül denilir. Maddî kalp, (yürek) çam kozalağı şeklinde, kılcal damarlara kadar kan pompalayan ve insan hayatını devam ettiren bir organdır. Diğeri ise, (gönül) şuur, vicdan, idrak ve muhabbet gibi manevî âlemlerin merkezi konumunda ve mekânı olmayan rabbanî bir duygudur. İşte insanın asıl kıymeti ve hakikati, bu manevî kalp sayesinde anlaşılır ve bilinir. Kalbe, İslâmiyet’in mahalli olması hasebiyle Sadr, Rü’yetullah’a mazhar olmasıyla Fuâd, dini bilmenin ve imanın mahalli olması noktasından Habbet-ül- kalp ve esma-i ilâhiyeye ayine olması bakımından da Mehcetü’l kalp denilmiştir. İnsan bu kadar önemli ve Allah‘ ın (c.c) nazargahı olan bir yere olmadık kişilerin, olamadık şeylerin sevgisini anlamını bilemediği, kastını aştığı için yerleştiriverir ve; “ Kişi sevdiği ile beraberdir.” Hadis–i Şerifi sırrınca ahiretini de berbad etmektedir haberi olmadan. Sevmek eylemi dilde karşılıksız bir çek koçanına dönüşür ve insan artık önüne ne denk gelirse sevmeye başlar. Yediği yemeği sever, yazmayı sever, yazı yazdığı kalemi sever, okuduğu kitabı sever, okuduğu kitabı yazanı sever, sever de sever…
Mücadele suresi 22. ayette: “Allah’a ve âhiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah’a ve peygamberine düşmanlık eden kimselere -babaları, oğulları, kardeşleri yahut diğer akrabaları da olsa- sevgiyle bağlandıklarını göremezsin. İşte Allah bu müminlerin kalplerine imanı nakşetmiş ve onları katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları -orada ebedî kalmak üzere- altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah’tan yanadırlar; iyi bilinmeli ki kurtuluşa erecek olanlar da Allah’tan yana olanlardır!” diyen Allah(c.c) sevgi ölçüsünü, kimleri sevmemelerinin ve tersinden kalbe koyacakları asıl sevginin kimlere ait olması gerektiğini açık ve net bir şekilde ortaya koymuştur. İman ile sevgi hattını ayan beyan göz önüne seren bu ilahi ihtara rağmen kavramın ne olduğunu bilmeden kullanan kişi farkına dahi varmadan kastı olmadan söylediği sözün tesiriyle olmadık kişilerin sevgisini kalbinde taşımaya başlar ve bu sevgi gönülde yer ettikçe mukadder oluşlar halinde kişide menfi değişikliklere sebep olur. Karanlık ve aydınlığın bir arada olması muhaldir. Allah’ın (c.c), Resulünün (s.a.v) ve onları sevenlerin sevgisinden başka, onlara düşman olanların sevgisini de aynı kalbin içinde bulunduruyorsa bu da mümkün değildir işte… Pisliğin geldiği yerde temizlik yoktur artık; karanlığın olduğu yerde aydınlık kalmamıştır. Olduğunu ve kaldığını iddia edenler tarlaya hücum eden yabani otlara zamanında müdahale edemeyen çiftçi gibi, tarlasında yabani otların çoğalarak yaşam sürmeye devam edeceğini ve de o bahçeden herhangi bir verim elde edemeyeceğini geç de olsa acı bir şekilde fark edecektir.
Kişinin düşünme kapasitesi ve hatta gördüğü rüya bile lisanıncadır. Sadece bir kavram üzerinden çizdiğimiz manzara kelebek etkisi ile ne derecede dehşet sonuçlara sebep olmaktadır lisanınız yettiğince düşünün şimdi... Bu açıdan başımızı ellerimizin arasına alıp ahvalimize ağlamak durumundayız…