Ebubekir Sifil ile Röportaj

08 Ocak 2019 16166

Kıymetli Hocam. İlminizden, eserleriniz ve çalışmalarınız vesilesiyle istifade ediyoruz. Allah razı olsun… Ama sizinle bugün için daha çok İslamî ilimlerin mücadele sahasındaki neşv-ü neması temelli bir sohbet yapmak istiyoruz. Kuran, hadis, tefsir, fıkıh, vesair… İslamî limler, mücadele sahasına istifadesi kolay kapsüller halinde indirilebiliyor mu? Malumunuz yıkmak kolay ama yapmak zordur. Üstüne bir de yıkanlar bugünün Türkiye’sinde sistemli saldırıyorlar. Bütün halde İslam mevzuunda Müslümanları yönlendirecek bir devlet nizamı da maalesef ortada yok. Tersinden bazı mühim yıkımlara da öncülük ediyor. Kadın erkek aynı safta karışık namaz, kadın vaizlerin camilerde erkeklere vaaz vermesi, adeta promosyonlar yapılarak kadının iş hayatına çekilmeye çalışılması, vesair... Böyle bir ortamda sizce Müslümanlar müstakil planda, müstakil mukavemet göstererek davayı akamete uğratmış olmuyorlar mı? Namus günü hissiyle ehl-i sünnet hassasiyeti taşıyan Müslümünların toplu kalp atışlarıyla bir araya gelmeleri ne kadar mümkün sizce? Bunun için neler yapılabilir?

EBUBEKİR SİFİL: Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi vessalatü vesselamü ala seyyidina Muhammed.

ebubekir sifil roportaj1Arkadaşlar… Özellikle Tanzimat’tan bu yana, ağırlıklı olarak da hilafetin ilgasından sonra, Cumhuriyetle birlikte gerek Türkiye gerek İslam dünyası hiç yaşamadığı farklı bir tecrübe yaşamaya başladı. Daha evveli yok bunun. Daha evvelinde Müslümanlar Moğol istilası döneminde üç sene kadar halifesiz yaşamışlar. O dönemde halife yok, ordu yok, asker yok, ricâl-ü devlet yok… Buna rağmen, ümmeti ayakta tutan temel müesseseler devrede olduğu için ümmet küllerinden yeniden doğabilmiş. Nedir onlar? Başta ilim müesseseleri ve alimler, arkasından İslamî ilimleri toplumla buluşturan ara mekanizmalar… Bunlar çok önemli... Sosyolojik olarak bunlar ayakta durduğu sürece, devrede olduğu sürece, bu ümmet sarsılır belki ama yıkılmaz… Şimdi bir alimler kadrosu var, ilim müesseseleri var… Bunlar berhayat, bunlar devrede… Buralarda üretilen ilimleri topluma, sokaktaki insana aktaran ara müesseseler var. Daha doğrusu İslamî kimliği, şuuru, hassasiyeti bütün olarak topluma yayan ve bunu devamlı kılan ara müesseseler, sosyal müesseseler, dini müesseseler, vakıflar, tarikatlar var… Mesela bunlar hayatta... Dolayısıyla sokaktaki insanın İslamî ihtiyacını, bilgi ihtiyacını, motivasyon ihtiyacını, ahlak ve ibadet yönünden takviye ihtiyacını bu müesseseler karşılıyor. İlim adamı, tabiri caizse, arka planda işin teorik boyutunu üretiyor. Oradan bir şeyler alıp bunu somuta, müşahhasa aktararak topluma mal eden bu ara müesseselerdir ve o an için devrededir. Alim kolay kolay sokaktaki insanla muhatap olmaz. Onun ürettiği bilgi bir tık hafifletilerek, belki biraz kolay anlaşılır hale getirilerek vaizler tarafından dergahlarda ve sohbet halkalarında basitleştirilerek topluma anlatılır. Bu mekanizma çok canlıdır. Ve bu çok canlı olduğu için biz geçmişte kolay kolay yıkılmamışız. Yani çözülmemiş toplum… Toplumun İslamî kimliği, şuuru, algısı filan ciddi bir zaafa uğramamış. Bugün gördüğümüz, yaşadığımız belayı sıralayacak olursak; 

1-) İlim adamları dediğimiz sınıfı yetiştirecek müesseselerimiz yok. Yani ilim adamlarımız yok!..
2-) Üretilen bilgiyi topluma, onun anlayabileceği şekilde aktaran ara mekanizmalarda ciddi sıkıntılar var.
3-) Toplumun kendisine o ilim adamından ve ara mekanizmalardan önce ulaşmış, toplumu büyük ölçüde dönüştürmüş ya da dönüşüme hazır hale getirmiş, küresel propaganda yapan enformasyon merkezleri var.

Dolayısıyla asimetrik bir durum var yani… Bir tarafta devletler üstü müesseseler, Rockefeller vakıfları var. Her yerde isyanlar çıkartıp devlete karşı, turuncu devriminden, sarı yeleklilere kadar ayaklanmalar gerçekleştiren ve bunları örgütleyen ciddi devletler üstü vakıflar var. Bunların emrinde televizyon kanalları var. Bunların emrinde sosyologlar, siyaset bilimcileri ve antropologlar var. Bunların emrinde İslam bilimciler var. Bunlar ha bire bilgi üretiyor, ha bire topluma ürettiği bu bilgileri pompalıyor. Siz arkasından yetişmekle meşgulsünüz. Bugün birisi ortaya yeni bir iddia atacak, hadi siz buna ne diyeceksiniz? Bununla meşgulsünüz ama bir öncekini halletmediniz ki daha... Bir önceki, toplumun gündeminde duruyor. Dolayısıyla, belki size garip gelecek ama benim şöyle bir tespitim var. Biz, bizi devlete taşıyacak, Müslümanları İslam devletine taşıyacak mekanizmaları göz ardı ederek doğrudan doğruya devleti hedeflersek biraz patinaja mahkum oluruz. Çünkü devlet, Marksist literatürle söylersek eğer, üst yapıdır. Bu üst yapının üstünde şekilleneceği, üstüne oturacağı bir zemin, bir temel, duvarlar vesaire olacak ki devlet onun üstüne otursun. Şimdi, hemen şu anda Müslüman bir kadro iş başında diyelim ki... Bu iş başındaki kadro, devleti nasıl İslamlaştıracak? Milletini, İslamî kimliğini koruyacak bir kıvama nasıl getirecek? Yöneticinin işi değil ki bu. Bu, ilim müesseselerinin, irşat müesseselerinin işi… İlim adamlarının, gönül adamlarının işi... Peki bunlar yoksa ne yapacaksınız? Bugün temel sıkıntımız bu… Onun için ben diyorum ki, bir öncelikler sıralaması yapın. Listenin en başına İslamî ilimlerin ihyâsını, inşâsını, idâmesini koyun. Siyasete harcadığımız enerjinin, paranın, vaktin başka hususlara harcadığımız enerjinin, paranın, vaktin en azından önemlice bir kısmını bu alana yoğunlaştırıp buradaki bu boşluğu dolduramazsak eğer, birileri İslam adına da bir şeyler üretmeye devam edecek. İnsanımızın kimlik unsurlarını tahrip etmeye, bu alanla da devam edecek. Biz de dediğim gibi sürekli arkadan koşturmanın derdinde olacağız…

Mesela PKK’nın çeşitli isimler alan partileri tam da bu kimlikleriyle meclise dahi giriyorlar. On binlerce insanın katili olan terörist başına özgürlük isteyebiliyorlar. Bütün zift halleriyle, ziftliklerinin aynen arkasında durmalarının onlara neler kazandırdığı da ortada. Kaybeden de biz oluyoruz tabi. Hâl böyleyken, siyaset sahasına giren Müslümanlar üstelik vatanın ekser çoğunluğuna müstenit iken, seküler nizamın kalıplarına girmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Buna taktik, strateji deniyor ve Anadolu insanından böylece alınan avansla bir şekilde yürünüyor. Geldiğimiz nokta itibariyle eğilip bükülmektense aynen ortaya çıkmak daha çok ve gerçek kazanımlar getirecek gibi görünüyor. Çünkü yapanlar, eğilip bükülme yollu davranışlarıyla bir süre sonra yıkmaya başlıyorlar. İnanmadıkları şeyi yaşadıkça yaşadıkları şeye de inanmaya başlıyorlar. İslam davasını Anadolu insanına yaslanarak zümresinde aynen tebellür ettirecek ve umumun hissiyatına tercüman olabilecek bir siyasi, içtimai, fikri yapılanmayı istikbalin Türkiye’sinde görmek mümkün müdür? Bunun için izlenmesi gereken metotlar nelerdir?

EBUBEKİR SİFİL: Elbette mümkündür. İmkan, mevcuttur... İmkansız değil, muhal değil... Ama tabi bunun lazımeleri var. Tekraren söyleyeyim. Bir baba evladının, çoluk çocuğunun ikbali söz konusu olduğunda ne düşünür? Der ki; benim evladım iyi bir tahsil görsün, okusun, üniversite bitirsin, mümkünse yüksek lisans, doktora yapsın, iyi bir dil öğrensin, iyi bir işi olsun, kariyeri olsun, evi olsun, arabası olsun, iyi bir de eşi olsun… Bundan iyisi Şam’da kayısı… Burada bitiyor... Her ana babanın tabii beklentisi budur. Bunu anlarım ama arkadaşlar biz kolektif düşünmüyoruz… Yani… Bu alanda bizim Yahudilerden öğrenecek çok şeyimiz var. Yahudiler kolektif düşünen bir toplum. Belki azınlık olmaları itibariyle, belki kapalı devre çalışmaları itibariyle, belki başka unsurların etkisi var bilmiyorum ama kolektif düşünen bir toplum… Tevrat’ın Tekvin bahsinde mi, Tesniye bahsinde mi, bir yerde geçiyor ama tam hatırlayamayacağım şimdi. Bir erkek kardeş ölüp geriye bir dul eş bıraktığında, dul kadınla evlenip onu sahipsiz bırakmamak bekar erkek kardeşin vazifesidir. Eğer o bunu reddederse -Tevrat’taki ceza olarak onun bir teknik adı da vardı ama hatırlayamadım- dul kadın, ölen kocasının kardeşini halkın huzurunda, toplumun ileri gelenlerinin önünde birtakım ritüeller de yaparak orada rezil eder. Böyle bir müeyyidesi var. Neden? Kolektif düşünüyor çünkü... “Ben sana emanettim. Sen şimdi bana sahip çıkmıyorsun. Gidip başka biriyle evleneceksin. Oysa ben senin kardeşinin soyunu devam ettiriyordum. Bana ilgisiz kaldın. Şimdi başka bir yere yöneldin.” der… Hiçbir Yahudi -Ortodoks Yahudilerden bahsediyorum- evlendiğinde bu evliliği kendi şahsi işi olarak görmez. Bu, Yahudi ırkının, Yahudi milletinin bir müessesesidir. Ben burada Yahudi yetiştireceğim diyor. Bu şuurla, bu algıyla, bu motivasyonla evleniyor bir Yahudi… Biz bunu kaybettik, çözüldük... Osmanlı’dan sonra bizi bir arada tutan, görünür-görünmez ne kadar bağ varsa hepsi çözüldü… Dolayısıyla bir arada düşünemiyoruz, kolektif düşünemiyoruz... Tam tersine, yani birbirimizden uzaklaşmak için her türlü gerekçemiz mevcut... İki Müslüman şu ülkede bir araya gelsin, misal, biri A cemaatinden, diğeri B fraksiyonundan olsun. Bunlar bir araya geldiğinde önce ihtilaflarını konuşup çatışıyorlar. Bunu tercih ediyorlar. Çünkü kimlik bilinci böyle oluşmuş. ‘’Benim durduğum yer en doğrudur. Hakikat burasıdır. Sen de buraya gelmemekle şöyle şöyle yanlıştasın, ihanettesin, zarardasın!..” diyor… Karşısındakini bulunduğu yere gelmeye ikna etmek için çalışıyor. Oysa bir araya geldiğinde ittifaklarını konuşsalar… Başta amentümüz, bu milletin mensubu olmamız, kültürümüz, tarihimiz… Ne kadar ittifak alanımız var diye bunu konuşmaları gerek. Arada bir muhabbet oluşacak, bir ülfet oluşacak… Belki o ihtilaflar da bir süre sonra anlamını kaybedecek. Ama bunu yapamıyoruz. Çünkü bize; giydirme, sunî, yapay kimlikler oluşturulmuş... Her birimizin böyle bir giydirme kimliklerimiz var ve bunları asıl yerine koymuşuz. Bizim için orası olmazsa olmaz hale gelmiş. Orada yetişmişiz… Müslümanlığımızı, İslamiyetimizi, kişiliğimizi orada bulmuşuz… Öğrendiklerimizi orada… Doğru, bunların bir ehemmiyeti var... Ama kardeşim bunlar asıl değil ki, bunlar sonradan edinilen şeyler... Ve bunlar bizi parçalıyorsa, özellikle bunu oturup bir konuşmamız lazım… Yani bu kadar tarihi tecrübemiz var, bu kadar ortak ilkemiz var, umdemiz var… Buna rağmen bizim insanımız bir araya gelip birlikte bir şey yapamıyor. Yani bir araya gelme kültürü yok... Bunu nerede arıyoruz? Bunu siyasette arıyoruz… İşte Türkiye’de bir Ak Partililer kitlesi var şu anda. Öyle veya böyle, bir ülkü etrafında, belki bir menfaat etrafında, bir siyasi proje etrafında birleşmiş insanlar bunlar... Bir süre sonra Allah göstermesin bu siyasi kadro dağılır da bıraktığı bu boşluğa başkaları üşüşürse, felaket bir şey çıkacak ortaya... Olması gereken neydi? Olması gereken, az önce bahsettiğim o alt yapıda oluşmuş bir şuur, bir bilinç, bir kültür… Bunun üzerine siyaset, bunun üzerine devlet, bunun üzerine iktidar… Bu olmadığı için orada o oluyor. Biz aşağıda öbürünü sağlayamadığımız için yukarıda onlar oluyor…

ebubekir sifil roportaj2Tam da bu noktada Hocam, Kur’an ve sünnetten süzülmüş, ehl-i sünnet çizgisinde bir dünya görüşüne ihtiyacın elzemliği tebellür etmiyor mu sizce?

EBUBEKİR SİFİL: Ediyor tabi ki, hiç şüphesiz!.. Fakat… Ben size bir şey söyleyeyim arkadaşlar... Bugün şu ülkeyi bize versinler. Ehl-i sünnet olmayı önemseyen insanlara, kadrolara bu ülkenin yönetimini versinler… Ne yapabiliriz? Din alanında yetişmiş insanımız yok!.. Ekonomide yetişmiş insanımız yok!.. Sosyal bilimlerde yetişmiş insanımız yok!.. Siyasette yok, uluslararası ilişkilerde yok!.. Yok, yok, yok… Ne yaparız ya? Ben bilmiyorum. İşte bugün görüyorsunuz hâli. Bu ülkenin belli sinir uçları hala direniyor...

Bu zulmü Müslümanlara reva görenler, ihtiyacından bahsettiğimiz kadroların oluştuğu andan itibaren aslında fikren, siyaseten kendilerini tehlikede hissedeceklerini önceden kestirdikleri için, bu kadroları yetiştirecek müesseselerin zuhurunu da bir şekilde farklı metotlarla engellemeye çalışıyorlar diyebilir miyiz hocam?

EBUBEKİR SİFİL: Bu dediğiniz şey ispat edilmiş bir şey midir? Bir tahmin midir? Bir tercih midir? Bunu bilemem... Ama benim bildiğim şu: Hiç öyle lafı eğip bükmeden açık ve seçik bir şekilde soralım. Türkiye’de Müslümanlar Ak Parti iktidarları süresince ne kadar İslamî çalışmaya yöneldiler? İslamî ilimlerin öğrenilmesi, öğretilmesi konusunda neler yaptılar da Ak Parti buna engel oldu? Benim şahsen böyle bir tecrübem yok. Olanlar varsa da bilmiyorum… Ama sanki şöyle bir durum var. Biz Ak Parti’den başlangıçta çok şey bekledik... Fakat bir süre sonra baktık ki bu beklentilerimiz boşmuş, bu parti bunları karşılamak niyetinde değilmiş… Buradan kaynaklanan bir hayal kırıklığıyla biraz tepkisel davranıyoruz. Ak Parti’nin bu ülkeyi İslamlaştırmak diye bir derdi olmaz ki… Böyle bir projeyi Ak Parti’den beklemek doğru olmaz ki... Bir siyasi kadro, dünyanın bu ahvalinde, Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu kritik sürecinde hangi kadro olursa olsun “Ben Türkiye’ye İslam’ı getireceğim arkadaş!” diyemez yani… Bu niyeti taşısa bile bunu kuvveden fiile çıkaramaz. Buna imkan yok... Ama kaldı ki bir siyasi iktidardan ben bunu niye bekleyeyim ki? Türkiye’de Müslümanların neyi yok? Neyimiz eksik bizim? Ben Müslümanım diyen, ben ehl-i sünneti önemsiyorum diyen kesimlerin neyi eksik? Parası mı eksik? İmkanı mı eksik? Müessesesi mi eksik? Hayır! Hiçbirisi eksik değil!.. Ama biz doğru yerde, doğru zamanda, doğru yatırımı yapmıyoruz… Bu yüzden de bu arıza tekerrür edip gidiyor. Arkadaşlar! benim şahsen -detaylarına girmek istemem- yaşadığım öyle enteresan tecrübeler var ki... Yahu bu ülkede, ben bir imam hatip lisesi, bir cami, bir Kur’an kursu yaptıracağım diye elinize bir koçan makbuz alıp sokağa çıkın, altı ay sonra yaparsınız bunu… Bu ülkede yaşayan insanlar hayırsever, İslamî hassasiyetleri öyle ya da böyle var… İçki içeninde bile var... Bu adama gidip “Ben cami yaptıracağım, para ver.” Deseniz, hemen verir... Fakat arkadaşlar, biz bu ülkede İslamî ilimler öğrenen, öğreten müesseseler kurmak gibi bir şeyi gündemimize alıp, bunu sahip olduğumuz imkanlarla mütenasip bir şekilde dışarıya taşıdık mı ki? Bunu yapmadık ki…

Sultan Fatih zamanında gerçekleşen bir divan toplantısında devlet-i âliyyenin bütçesi konuşuluyor. İşte askeriye, kalemiye, seyfiye… En son ilmiye sınıfının bütçesi konuşulacak… Şeyhülislam oturuyor orada... Padişah bir kağıt çıkarıyor kuşağından, üstüne de bir rakam yazıp oraya koyuyor. Sonra da Şeyhülislam’a dönüp, “Evet” diyor, “Lala sizin durumunuz ne, ihtiyacınız ne?” Sultan Fatih döneminden bahsediyoruz bakın… Lala diyor ki:

“Sultanım! Oraya yazıp koyduğunuz rakamı gördüm. Eğer onu bize takdir etmeyi düşünüyorsanız, bu ümmetin parasıdır, yazık buna… Bu bize çok fazla.”

Sultan da diyor ki:

“Bu ülkede okuyan medrese talebelerinin yüzde onu alim oluyor mu?”

Lala, “Evet. Ancak yüzde onu alim oluyor.” diyor. Sultan da bu cevaba karşılık şöyle diyor:

“Biz o yüzde on için kalan yüzde doksanı beslemek zorundayız. Bu rakam fazla değil.”

Şimdi arkadaşlar, takkeyi önümüze koyup düşünelim… Bu ülkede ilmî müessese kurmak ve yaşatmak için ne yaptık? Herkes kendi vicdanında bunu sorgulasın. Ne yaptık?

Bakın günümüzden bir örnek vereyim size… KURAMER (Kur’an Araştırmaları Merkezi) diye bir müessese var. Diyanet Vakfı destekliyor… Bazı firmalar destekliyor... Bu müessese Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, 29 Mayıs Üniversitesi’ne bağlı bir Kur’an Araştırmaları Merkezi... Burada görev yapan akademisyenler var. Geçen sene mi, evvelki sene mi duyduğum rakam, tahkik etmedim, sadece duyum, bunun altını çizerek söyleyeyim, o akademisyenlere KURAMER binası içinde geçirdikleri her saat için takdir edilen miktar o zaman 300 liraydı. Bir akademisyen KURAMER’e gitse, 3 saat otursa, bir günlüğü 1000 lira... Otuz gün yapsa bunu 30.000 lira... Bu adam niye öğretmesin ki kardeşim? KURAMER’e niye çalışmasın ki? Ayda 30.000 lira para geliyor oradan adama... Ki bu, bizim gördüğümüz... Arkadaşlar, o baştan adını andığım uluslar üstü vakıfların, müesseselerin akıttıkları paranın haddi hesabı yok!.. Türkiye’nin gündemi niye böyle? Cumhurbaşkanı niye falan falan konularda bizi rahatsız eden şeyler söylüyor? Niye söylemesin ki? Cumhurbaşkanının yanına vazgeçemeyeceği, müstağni davranamayacağı kaç kişi koyduk da, onlar da ona doğruyu gösterdi de buna rağmen Cumhurbaşkanı yanlışta ısrar etti? İtham etmek kolay, biraz iğneyi kendimize batıralım... Ben bunun derdindeyim… Yahu hakikaten benim gecem gündüzüm bu mesele… Ne yaptık bu ülkede biz? Tarikatlarımızın gündemine bakın. Hiç böyle bir gündemleri yok… Cemaatlerimizin gündemine bakın. Vallahi hiç böyle bir gündemleri yok!.. Cumhurbaşkanından istediği an randevu alıp hemen ertesi gün yanına gidebilen birisi –ben çok biliyorum böyle insanları- gidiyor Cumhurbaşkanının yanına –bu insan bir tarikat şeyhi arkadaşlar- ve şunu söylüyor: “Efendim! Allah sizi muhafaza etsin, başımızdan eksik etmesin... Dün gece bir rüya gördüm. Başınıza bir kaza geliyordu. Aman helikoptere binmeyin!..” Cumhurbaşkanından ben randevu talep edeceğim, tak diye bana verecekler randevuyu, gidip bunu söyleyeceğim öyle mi? Ayıptır yahu!.. Bu ülkenin başka bir meselesi yok mu yani? Cumhurbaşkanının gündemine bu ülkenin acil ve aslî ihtiyaçlarını sokacak bir kadro… Bunu yapmamız lazım arkadaşlar... Bunu biz geçtiğimiz 80 sene boyunca yapmadık, yapamadık, öyle oldu böyle gitti… Yahu bugün yapalım bunu ya!.. Bugün böyle insanlar yetiştirmek için elimizde imkan var. Elimizde imkan var ama hâlâ aynı ihmali devam ettiriyoruz… Bunun hesabını Allah bizden sorar… Bu işlerin olmazsa olmazı var. Yani müstağni ilim adamları lazım… Bakın arkadaşlar, bu ümmeti ayakta tutan sınıf dedik ya; eğer bir ilim adamının devlete karşı istiğnası yoksa, sermaye sahiplerine karşı istiğnası yoksa, halka karşı istiğnası yoksa, yani tam bağımsız değilse, bu ilim adamı ilim öğretemez, öğretemez, öğretemez!.. Kendisini finanse eden cemaatin hassasiyetlerini yayar... O cemaatin gündemine dahil olur, orada erir ve kaybolur gider... İmam Malik (RAH) ne yapıyordu? Allah rahmet eylesin… Medine valisi kapısına geldiği zaman hizmetçisi çıkıyor ve buyurun diyor. Vali:

“Kızım git de ki, Medine Valisi falan kişi gelmiş. Mümkünse izin istiyor, içeri girecek...”

Hizmetçi gidip tekrar geliyor ve:

“İmam ne istediğinizi soruyor?’”

diyor. Dikkatinizi çekerim arkadaşlar… Kapıdaki insan Medine’nin valisi... Böyle adamlarımız olacak bizim arkadaşlar... İlimin izzetini, ufkunu, hassasiyetini gözetecek ilim adamlarımız olacak… Onlar vazifelerini yapacaklar… Buna rağmen yukarıdaki rical-i devlet bir şey yapmıyorsa ondan sonrasını oturup konuşalım...

Ama biz -hakikaten ben bu konuda mutmain değilim- üstümüze düşeni yapmıyoruz. Başkaları etkiliyor kardeşim!.. Cumhurbaşkanı, başkalarından huzur dersleri alıyor… Onu başkaları birife ediyor... Dolayısıyla ortaya çıkan manzara bu... Bilmiyorum katılır mısınız, katılmaz mısınız? Benim kanaatim bu...

Kıymetli Hocam! Ülkenin istikbalini, özellikle İslam’ın istikbalini ilgilendiren her seçimde her şeye rağmen, ne pahasına olursa olsun desteğimizi açık bir şekilde belirttik... 15 Temmuz darbesinde sayın Cumhurbaşkanımızın milletimize seslenerek “Sokağa çıkın!” çağrısından yaklaşık üç saat önce vakfımızın genel merkezinde, sosyal medya hesaplarımızdan “Öfkeliyiz, silahlanıyoruz, darbecilerin başını ezeceğiz!..” diye ilan ettik… (ES: Eyvallah, eyvallah…) Darbenin başarılı olduğu takdirde de ülkenin Müslümanlar açısından açık hava hapishanesine dönüşeceğinden hiç şüphemiz yoktu çünkü… Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin önüne ilk giden kadrolardandık... Hocam bütün bunları, hassasiyetimizin yalnızca bu ülkenin istikbali ve İslam olduğunu belirtmek için söylüyoruz… Az evvel konuştuğumuz hususta da Müslümanların beklentilerinin istismar ediliyor olabilmesi düşüncesi de ister istemez rahatsız ediyor Müslümanları…

EBUBEKİR SİFİL: Eder, etmelidir de... İstismar edilmediğini de söyleyemem…

Evet…

EBUBEKİR SİFİL: Olabilir, mümkündür, ediliyordur, doğrudur... Ama yani işte ben dönüp aynı şeyi tekrar söyleyeceğim… Yahu bu ülkede bir ilahiyat fakültesi hocası çıktı ve “Kuran’da değiştirilmesi gereken ayetler var!” dedi. Kimsenin çıtı çıkmadı... Bir başkası çıktı ve “Kuran’da Allah bazı şeyleri allamış, pullamış, söylemiş... Bunların birçoğunun aslı yok!..” dedi... Yine kimsenin çıtı çıkmadı… Ama bir hoca çıksın ve “Yahu arkadaş! Bir kızla, bir oğlanı ergenlik çağına gelince evlendirin. Bunun işlediği günah anasından, babasından, sizden, bizden sorulur!..” desin. Erkekse bunu bir desin göreyim hadi! Ertesi gün kızılca kıyamet kopar!.. Peki niye böyle? Hakikaten niye böyle? Biz bu etkiyi oluşturabildik mi ki? Bakın bunu söyleyenler akademisyen… İlahiyat fakültesi hocası vasfı var bu insanlarda… Peki bunların karşısında, bunların gösterdiği etkiyi gösterebilecek kaç tane üniversite hocamız var? Yani işte kamuoyu ortada! Geçen gün bir özel sohbette şöyle dedim:

“Yahu hele bir sayalım… Bu sapık fikirli adamlar diyoruz ya, bunlar kaç kişi?”

Bir saydık, 15-20 kişi çıkıyor... “Bunların karşısında konuşanları sayalım.” dedim… Bunlar kaç kişi? Sağdan saysak üç kişiyiz, soldan saysak beş kişiyiz arkadaş... Bu bile bir göstergedir. Yani ben onu bunu bilmem... Ben kendime bakıyorum... “Ben nerede ne ihmali yaptım? Neyi daha iyi ve sonuç getirici biçimde yapabilirdim de yapmadım?” diye kendime soruyorum. Bunu herkes kendisine sorsun… Ben İslam adına hareket ediyorum ve önümde bir İslam alimleri grubu var mı yok mu? Bu hareketi planlayan-yürüten kimdir ve vasfı nedir? Bir İslam alimi midir, siyasetçi midir, teknokrat mıdır, öğretmen midir, yazar mıdır? Nedir? Bunu sorsun… Bu, pek çok şey söyler bize… Ha bu demek değildir ki; öldük, bittik, küllüm olduk... Hayır, böyle değil... Bu hassasiyet çok önemli… Bu ülkenin siyasi geleceği, İslamî geleceği, kültürel geleceği konusunda gençlerin kafa yorması, endişe hissetmesi önemli bir şey, hayati bir şey… Fakat bunu doğru bir yere kanalize etmek lazım... Aramızdan yetenekli, İslamî ilimlere yatkın, dil öğrenmeye yatkın insanları seçip, fonlayıp, finanse edip İslamî ilimlere yönlendirmemiz lazım. Gitsin öğrensin… En az bir müsteşrik kadar öğrensin... Biz bu günlere müsteşriklerin çalışmaları sebebiyle geldik. Ben iğneyi kendime batırmaktan yanayım… Hâlâ aynı şeyi söylüyorum. Eğer öz eleştiri yaparsak bir yere gideriz… Çünkü bizim tenkitlerimizle ne Ak Parti siyasetini değiştiriyor ne de başka bir şey oluyor... Biz kendimizi tatmin etmiş oluyoruz ama biz öz eleştiri yapar da işin tedbirini alıp pratik sonuç alacak uygulamalara geçersek işte o zaman bir şeyler değişir, düzelir… Cenab-ı Hakk (CC) da bize, hareketimize rahmet ve bereket verip önümüzü açar inşaallah…

İnşaallah Hocam… Az önce, ”Hakikati çekinmeden söyleyen hocaların karşılaşabileceği sorunlar olabilir.” dediniz. Hocam, sanki bizde şöyle bir manzara var… Kur’an’a ve sünnete doğrudan ya da dolayı olarak saldıranlar sanki de Abbasilerin Memun, Mutasım ve Vasık ismindeki üç mutezili halifesi devrinde yaşama rahatlığındalar. Yani Cumhurbaşkanımıza hüsnü zannınızı hala koruyor olmasanız ve çalışmalarınızı bir lahza daha yüksek bir tona çekseniz handiyse Ahmet Bin Hanbel Hazretleri gibi kırbaçlara havale edileceğinizi düşüneceğiz. Bugünün kırbaçları ise o zamanın kırbaçlarından daha çok acı veren itibar suikastleri. Recep Tayyip Erdoğan’ın yüzde biri kadar gayret ve çaba göstermeyen bazı kadrolar bir de arkı tıkayan taşlar gibi akışı akamete uğratıyorlar. Mesela İhsan Şenocak Hoca’nın maruz kaldığı şey… Kadınların pantolon giyinmelerinin İslam’a uygun olmadığını söyledi ama onu evvela Müslümanlar linç etmeye çalıştılar. Şimdi, İhsan Hoca ilahiyatçı, fizik profesörü değil ki!.. Elbette hadisten, sünnetten o da kendisini dinleyene sohbet edecek. Ama mesela muhafazakar bir gazeteci çıkıp bu hadise üzerine “Ne yani bizim kadın bakanlarımız da pantolon giyiniyor. Günaha mı giriyorlar? Saçma!” diyebildi. Allah Resulü’nün (SAV) ruh ve fikir ikliminden bir uzaklaşma hali var gibi. Bu ahvali toplu halde değerlendirebilir misiniz?

EBUBEKİR SİFİL: Bunu normal görürüm... Yani açıklaması mümkün anlamında normal görürüm, meşru anlamında değil… Normaldir, yani, Ak Parti’nin programına, kendini ifade ediş tarzına, icraatlarına baktığımızda zaten pür İslamî bir hareket olmadığını Ak Parti’nin kendisi söylüyor. “Biz, muhafazakar demokratız.” diyorlar... Yani bir muhafazakar demokrat partiden daha fazla ne beklenir? Yani demokrat tarafını ihmal edip, demokrat kelimesinin içine giren kitleleri ihmal edip, muhafazakar tarafına mı ağırlık vermesini bekliyoruz? Bu doğru değil. Ama az önce söylediğim şeyi tekrar söylemiş olayım. Bu hükümet üzerindeki özgül ağırlığı fazla olan kesimler demek ki “Kur’an’dan falan ayeti değiştirelim.” diyenlere herhangi bir tepki, herhangi bir çıkış sadır olmasına izin vermiyor. Demek ki böyle bir şey var. Arkadaşlar! Bundan yüz sene önce bir oryantalistten duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden şeyler, bu ülkede artık Müslüman olduğunu ifade eden insanlar tarafından söyleniyor. Oryantalistler, “İslam yanlıştır! İslam eksiktir! İslam zararlıdır!” diyorlardı da onun için söylüyorlardı bunu… Bunlar da “İslam doğrudur da, şunları şunları eksiktir, yanlıştır!..” demek için söylüyorlar... Bunların hükümet ve siyasetçiler üzerinde etkili olması şaşırtıcı bir şey değil... Çünkü az önce de ifade ettim, biz -yani bu işlerden rahatsız olan kesimler- bu konuda gerçekten tecrübe eksikliği yaşıyoruz... Ufuk ve basiret eksikliği yaşıyoruz… Fedakarlık eksikliği yaşıyoruz... Planlı, programlı, projeli, ses getirecek biçimde bir çalışma stili ve çalışma alışkanlığı henüz edinemedik. Ak Parti elbette sütten çıkmış ak kaşık değil. Ama şu da var. Ak Parti bu ülkede muhafazakar kelimesinin içine sokupta oy aldığı ya da o çerçevede görüp de oy almayı umduğu kesimleri rencide etmekten, karşısına almaktan da akıllı siyasetin gereği uzak durur. İnanmasa bile bunu yapmayı yanlış bulur. “Ben oradan oy alıyorum.” der çünkü… Mesele bu… Demek ki biz henüz toplumla bu anlamda tam buluşamadık, kucaklaşamadık… Toplumsal desteği temin edemedik... Bir hocanın başına bu tarz bir şey geldiğinde bir toplum, tepkisini Ak Partinin telefonlarını kilitleyecek şekilde gösterseydi böyle olmazdı herhalde... Ama sıkıysa karşı taraftan birine bunu yapın!.. Böyle bir itibarsızlaştırmayı ona yapın, bir göreyim bakayım!.. Bunu göze alamazlar... Neden? Sayısal olarak değil ama özgül ağırlık olarak bu adamlar fazla da ondan... Hakikaten fazla... Yani nedir bunu sağlayan bilmiyorum... Böyle bir etkinliği var onların… Ben de Türkiye’de siyasetçi olsam, o kafada, o formatta herhalde ben de onları daha çok önemser ve dikkate alırım… Çünkü beri taraf çantada keklik olarak görülüyor... Gider bir cenazede bir Kur’an okursunuz, teknolojiler, şehir hastaneleri, savunma sanayiindeki ilerlemeler, yollar, köprüler, yurt dışı operasyonlar gibi yaptığınız hizmetleri anlatırsınız. Bunlar da o kitlenin oyunu ve gazını almak için yeterlidir…

Kıymetli Hocam! Bahsettiğiniz şeyleri göz önünde bulundurursak, Şah-ı Nakşibend Hazretlerine atfen söylenen “Huzur, huzursuzluktadır!..” sözü ile birlikte reisimiz Servet Turgut’un ‘’Derdi olmayan adam, derttir!..’’ sözlerinden kastedilen muradın tam olarak bu toplumda makes bulmadığı anlamına mı geliyor bu söyledikleriniz?

EBUBEKİR SİFİL: Evet, aynen o anlama geliyor…

Hocam bilmem çalışmalarımıza aşina mısınız? Karınca kararınca “O (SAV) ne diyorsa, o!” sırrınca, kendi devrimizde, Allah Resulü’ne (sav) her şeyimizle sadakat göstermeye çalışıyoruz. (ES: Allah razı olsun.) Seriyye kelimesini, havi olduğu mana ile birlikte doğrultma gibi bir niyetimiz de var. Batı tefekkürü ile ilgili hücum içerikli sohbetlerimiz oluyor birkaç yıldır. Reisimiz Servet Turgut bunları 5-6 cilt halinde eserleştiriyor, yakında çıkacak inşallah… (ES: İnşaallah…) Şimdiye kadar üstünde gereği kadar durulmamış, yanlış ve eksik bir şekilde bizde yer etmiş Batı düşüncesini, kaynağından irdeliyoruz... Sokrates’in vahdaniyetçi birisi olmadığını, aksine, putperest ve eşcinsel olduğunu, öğrencilerinin ve o döneme projektör tutan Batılı felsefe tarihçilerinin eserlerinden öğreniyoruz. Ama gelin görün ki Abbasiler devrinden itibaren İslam tarihi boyunca Sokrates’in sanki de Yunan tanrılarına ve putperestliğine karşı çıkan vahdaniyetçi bir mütefekkir olduğu düşüncesi yerleşmiş. Bizdeki yansıması olarak, misal İbn-i Sina’nın “Maddenin ezeliliği ve tanrının cüziyatı bilip bilemeyeceği” gibi hususlardaki düşünceleri, aslında Antik Yunan filozoflarının düşüncesidir. Malumunuz olduğu üzere İmam Gazali Hazretleri de bu hususlarda İbni Sina ve Farabi’yi Tehafütü’l Felasife isimli eserinde tekfir etmiştir. Sokrates, Platon ve Aristo’nun patronajında neşet etmiş Farabi, İbn-i Sina ve İbni Rüşt gibilerin oluşturmaya çalıştıkları şeye bu yüzden ‘İslam Felsefesi’ değil ‘İslamsı Felsefe’ diyoruz. Bununla ilgili de birkaç eser yolda inşallah… Bu konu hakkında söylemek istediğiniz, tavsiyede bulunup, nasihat edeceğiniz hususlar var mıdır?

EBUBEKİR SİFİL: Evet... Teşekkür ederim… Biz, yani İslamî İlimler ile haşır neşir olanlar -mutlak anlamda söylemiyorum ama genel olarak- felsefeden ve felsefecilerden uzak dururuz. Etrafımıza da bunu telkin ederiz. Aslında bu mutlak anlamda doğru bir şey değil. Felsefe yapmış insanların, felsefecilerin tamamı batılda değil, tamamı yanlış yolda değil, tamamı küfre bulanmış değil... Bunlar arasında İslam’a ciddi hizmet etmiş olanlar da var. Mesela bir Fahrur Razi hem bir kelamcıdır hem de felsefecidir. Adı İslam filozofları arasında geçen birçok kimse daha sayabilirim aynı şekilde… Dikkat ederseniz Felasife-i İslam kesiminin Ulema-i İslam ile pek bir münasebeti, bir teması yoktur. Bunlar arasında böyle münasebetleri olanlar da var. Bunları birbirinden ayırarak götürmeye çalışmak lazım. Felsefenin gücünden, etkisinden müspet biçimde istifade etmek lazım. Buna bigane kaldığımız sürece, felsefe üreten ve yapan insanların, ürettiği zararlar ile de mücadele etmek zorunda kalıyoruz çünkü… Bu önemli bir şey... Ama bu söylediğiniz de doğru. Yani, felsefenin ve felsefecilerin zararlarıyla o zaviyede mukabele etmek, etkilerini o zaviyeden dengelemeye çalışmak uzun süredir bizim de -Türkiye için söyleyeyim- ihmal ettiğimiz bir şey… Bu ülkede aklı başında olup da felsefeyle ilgilenen kaç tane insanımız var? Hakikaten enteresan bir şey, burası da boş bıraktığımız bir alan. Biz boş bırakınca Mehmet Bayraktar, Teoman Duralı gibi adamlar bu alanı dolduruyor. Bunlar felsefeci olarak “Evrim İslam’a aykırı değil!” deyince mesele bitiyor kardeşim!.. Öbür taraftan Mustafa Öztürk çıkıp bir tefsirci olarak bunu söylediğinde, diğer taraftan bilmem hangi fıkıhçı bunu söylediğinde insanımızda oluşan şey “Evrim aslında iyi bir şeymiş de bize evrimi başından beri kötü anlatmışlar.” oluyor. Yapacak çok işimiz var arkadaşlar…

Hocam yaklaşık üç yıldır felsefeyle iştigal ediyoruz... Bu iştigalimiz arttıkça ve mevzular derinleştikçe gördük ki bu bahsettiğiniz ehl-i sünneti boğmaya çalışan modernistler, motivasyonlarını, Batı medeniyetini inşa edip ayakta tutan Sokrates, Platon ve Aristo’nun düşüncelerinden alıyorlar. Bu düşüncelere nispeten bir İslamî (!) düşünce tarzı oluşturmaya çalışıyorlar. Misal çok… Kamuoyunun da yakından tanıdığı bir hoca çıkıp İbni Sina’ya kafir deyince bahsettiğimiz kesim tarafından bağnazlık ve cahillikle suçlandı. Gerek kamuoyunun baskısından çekindiği gerekse bu konu hakkında yeterli donanıma sahip olmadığı için topu İmam Gazali Hazretlerine atarak “Ben demiyorum, İmam Gazali diyor.” dedi. Biz bu anlamda, İmam Gazali Hazretlerinin 12. asırda İslam’ın itikadî, ahlakî, düşünsel ve fikrî anlamda hukukunu korumak için yazmış olduğu “Tehafütü’l Felasife” isimli eserindeki muradı 21. yüzyılda da yürütme derdindeyiz... Bahsettiğimiz, rahatsız olduğumuz, fırsat bulsalar bir bardak, bir kaşık suda bizi boğacaklarından emin olduğumuz bu kesimler, gerçekten güçlerini oradan alıyorlar. Biz felsefe okumaları yaparken, hakim kürsüsüne İslam’ı, sanık kürsüsüne ise felsefeyi koyuyoruz. Zaten fikrimizin de kendisinden neşet ettiği, Büyük Doğu mimarı Üstad Necip Fazıl Kısakürek “Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu” ismini vermiş olduğu eserinde de aynı ölçüyü benimseyip felsefeyi sorgulamıştır. Kıymetli Hocam! Katî bir şekilde müşahede ettik. Bunu net bir şekilde delilleriyle, ispatlarıyla evrak evrak, sayfa sayfa, kitap kitap listeleyebiliriz. Bu modernist, ehl-i sünnet muazırı kesim, hakim kürsüsüne, Sokrates, Platon ve Aristo’nun şahsında Batı düşüncesini, sanık kürsüsüne de İslam’ı oturtmuş ve bunu da topluma yutturmuş durumdalar. İslam’a nispeten felsefeyi sorgulamıyorlar da, felsefeye nispeten İslam’ı dizayn etmeye çalışıyorlar...

EBUBEKİR SİFİL: Evet, tekraren söyleyeyim… Kategorik olarak felsefenin kendisinde bir sorun yok, bir kısım felsefecilerde sorun var. Mesela Birûni’yi biraz okudum. Birûni’de aykırı bir şey görmedim.

Birûni daha çok bilim tarafıyla bilinir...

EBUBEKİR SİFİL: Evet, ama bu adam bir filozof... Hakikaten birçok alanla ilgilenmiş. Tıp alanı ile, tarih alanı ile ilgilenmiş… İslamî ilimlere taalluk eden meselelerde eserleri var. Yani bu işin bizatihi kendisi felsefe, felsefenin kendisi zaten kötü bir şey değil... Bir kısım felsefecilerin baskın ağırlığı var. Yani o ağırlıktan kaynaklanan bir felsefe imajı var. Biz de buradan rahatsız oluyoruz. Yoksa, dediğim gibi biz bunu İslamî aklın oluşumunda ve çalışmasında pek ala istifâde edebileceğimiz bir alan olarak istihdam edebiliriz. Yeter ki bu alanda kafa patlatan, bunu bilen, içinden salim bir şekilde çıkan insanlarımız, kadrolarımız olsun... İşin temeli yine eğitime dayanıyor. Eğitim, eğitim, eğitim…

ebubekir sifil roportaj4Hocam sohbet tatlı, sizi de Allah için seviyoruz… Arzu ederiz ki sabaha kadar konuşalım. Ama kıymetli vaktinizi de çalmak istemiyoruz…

EBUBEKİR SİFİL: Allah razı olsun, teşekkür ediyorum… Şeref verdiniz, teşekkür ederim… Hassasiyetler ortak olunca dil de çözülüyor böyle kardeşim…

Biz sizi Allah için seviyoruz, takip ediyoruz, destekliyoruz… Eserlerinizden istifade ediyoruz… Bizi zaten Ankara’dan buraya sürükleyen motivasyon da bu… Allah yar ve yardımcınız olsun, dua edin inşallah bizlere de kıymetli Hocam…

EBUBEKİR SİFİL: Amin… Allah, cümlemizin ayaklarını kendi yolunda sabit kılsın. Allah razı olsun kardeşim. Kalp kalbe karşı... Bereket getirdiniz, hoş geldiniz, sefa geldiniz, gittiğiniz yerlere selam götürün…

Ve aleyküm selam Hocam. Reisimiz Servet Turgut’un da sizlere çok selamı var...

EBUBEKİR SİFİL: Ve aleykümselam ve rahmetullah… Sizler de kendisine selam ve muhabbetler götürün… Allah yar ve yardımcısı olsun… Sallallahu ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain. El-Fatiha…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi