İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Enerji, en klasik tabiriyle bir şeyi değiştirebilme imkânıdır. Bir nevi inkılâp… Yerine daha iyisini koyabilmek için gerekli yetenek. Bir inkılâbı gerçekleştirmek için iman hassası içinde “besmele+niyet+aksiyon” formülü gerekiyorsa biz bu formülü enerji için de geçerli sayıp; besmelemizi çektik, her zamanki gibi niyetimizi Allah rızası için İlahi Kelimetullah ve Nizam-ı Âlem dedik, şimdilik kalemimizle aksiyona dönüştürdük.
Bir ülkenin en önemli gelişmişlik göstergesi, enerjinin üretim ve tüketim yüzdeleridir. Son yıllarda atağa geçen milli hamlelerde de görmekteyiz ki ne kadar elektrik enerjisi o kadar yeni teknolojik gelişme ve çeşitli ürünlerin oluşumu demektir. Her türlü sistem, aktif hale gelebilmek için elektrik enerjisine ihtiyaç duymaktadır. Bu ihtiyacı da tek bir santral modülünden sağlamak devleti darboğaza sürükleyecektir. Bu sebeple hibrit bir yapı ile aynı anda birçok santral modülü uygun olan bölgelerde kullanılmalıdır.
Bir tartışma sebebi olan nükleer enerji her ne kadar yenilenebilir enerji sınıfına dâhil edilmese de yenilenemez sınıfına da dâhil edilemez. Aslında böyle bir ayrım da her zamanki gibi fitneye kapı açmak içindir. Çünkü temiz enerji diye bir kavram söz konusu değildir. Her enerji sistem alternatifi, birtakım dezavantajlara sahiptir. Önemli olan bunun ne düzeyde olduğudur. Böyle bir ayrım ile nükleer enerji, büyük sıkıntıları varmış gibi gösterilip stratejik olayların kahramanı olması hasebiyle arafta bırakılmıştır.
Çevreci bir kıstas olan ve greenpeaceçi ekiplerce protestolara konu olan karbon salınımı ve sera gazı etkisine bakıldığında, nükleer enerji santrallerinin üretimleri sonucundaki değerleri yok denilecek bir orandadır. Nükleer santrallerin bacalarından çıkan beyaz dumanımsı görüntüler de soğutma kulesinden çıkan su buharıdır aslında. Ayrıca her ne kadar güneş (GES) ve rüzgâr enerji santralleri (RES) yenilenebilir kabul edilse de nükleere kıyasla daha fazla karbon salınımları söz konusudur.
Nükleer santrallerin yakıtı temel olarak uranyumdur ve bu yakıt fisyon reaksiyonu ile aktive edilir. Kaynağını yine doğadan ancak birtakım madencilik çalışmaları ile elde eden nükleer santraller öcü gibi gösterilse de GES ve RES ekipmanlarının üretimi sırasında da birçok nadir bulunan ve zararlı olan elementler (neodimyum gibi) kullanılmaktadır. Kaynaklarını doğadan doğrudan alan RES’ler sebebi ile göç eden kuşların rotalarının bozulması ve kitlesel telefler, güneş panellerindeki yansımalar sonucu görüş bozulmaları bir yana yakıt kaynakları 7/24 bulunmamakla birlikte stabil olarak da bulunmamaktadır. Türkiye her ne kadar güneş alan bir ülke olsa da rüzgâr fakiri bir ülkedir. Bu sebeple son dönemde hibrit sistemler olarak GES ve RES’leri görmekteyiz. Örneğin rüzgâr potansiyeli bizden yüksek olan Güney Avustralya, RES’lere verdiği %50’lik artıştaki yatırımının karşılığını az esen rüzgârlar neticesinde %40’lık ciddi maddi kayıp olarak görmüştür. GES’lere bakıldığında da sistemin yaz aylarında daha fazla güneşe maruz kalması ile aşırı ısınması birtakım aksaklıklara ve daha çok güç harcamaya sebebiyet vereceği için güneş çoksa enerji çoktur gibi bir safsata sadece kandırmacadır. Eğer öyle olmuş olsaydı çöllerin çoktan güneş panelleriyle kaplı olması lazımdı…
Aynı sürede yapımına başlanıldığını düşündüğümüz bu üç sistemde GES ve RES daha erken kurulacaktır. GES’lerin işletme ömrü 20 yıl ve kapasitesi (yılda ne kadar elektrik üretebildiği) %16, RES’lerin işletme ömrü de 25 yıl ve kapasitesi %30’dur. Nükleer santrallere bakıldığında ise işletme ömürleri 60 yıl olup kapasiteleri %90’dır. Bu da aslında, tek bir nükleer santralinin 60 yılda üreteceği enerji için ilk maliyetini takribi 20 milyar $ kabul edersek aynı enerjiyi üretebilmek için gerekli olan tekrar tekrar kurulacak RES’lerin toplam maliyetinin 55 milyar $; GES’lerin maliyetinin de 76 milyar $ olacağı anlamına gelir. Sistemlerin amorti süreçlerine bakıldığında da nükleer santraller daha kısa sürede amortisyonunu gerçekleştirir. Ayrıca GES ve RES için kurulum alanlarını da düşündüğümüzde dağlarda kardan çok panel ve rüzgârgülü göreceğimiz anlamına gelir.
Nükleer enerji reaktörlerinin günümüzde kullanılan tipleri, 2001 yılından itibaren dördüncü kuşak teknolojisi olarak kabul edilir. Bu teknoloji ile nükleer reaktör binası 1,3 cm çelik zırh, 1,5 m çelikle güçlendirilmiş özel betonlu duvar ve çelik güçlendiriciler ile kaplanmıştır. Bir dayanıklılık testinde F-4 uçağının, nükleer santral duvarına çarptırılması sonucunda uçağın tuz buz olduğu ancak reaktörün duruşunda bir değişiklik olmadığı gözlenmiştir. Aynı teknoloji, pasif güvenlik önlemlerini de geliştirmiştir. Dizel jeneratörlerin ve diğer sistemlerin daha korunaklı yerleştirilmesi ve yedeklenmesi ile de güvenlik hat safhaya getirilmiştir. Yakıtın aşırı ısınması sonucu reaktör korundan dışarı sızması engellenmiştir. Tüm bu geliştirilen özellikler daha önce yaşanılmış olan talihsiz kazalar neticesinde ortaya çıkmıştır.
Nükleer Santral Kazaları
Çernobil Nükleer Santrali 1977-1983 yılları arası devreye alınmış olup bugünkü Ukrayna-Belarus sınırındadır. 26 Nisan 1986 tarihinde Çernobil nükleer reaktöründe gerçekleşen facianın oluşturduğu sonucunun temel sebebi de santralin eski kuşak teknolojisine sahip olup reaktörün bulunduğu binanın korunaklı ve patlamaya dayanıklı olmamasıydı.
Japonya tarihinin en büyük depremlerinden biri 11 Mart 2011 tarihinde 8,9 büyüklüğünde gerçekleşmiştir. Yaşanan deprem sonrasında oluşan tsunami, yaklaşık 60 yıllık nükleer santral işletmeciliğinde yaşanan en ciddi kazalardan birine sebep olmuştur.
Fukuşima Daichi Nükleer Santrali, deprem sonrası oluşan 14-15 metre yüksekliğindeki dev dalgaların kıyıyı vurmasına kadar tasarım temellerine uygun olarak çalışmıştır. Ancak yaklaşık bir saat sonra dev dalgalar kıyıya ulaşmış, santral önünde bulunan koruma duvarını aşmıştır. Su altında kalan dizel jeneratörler işlevini yitirmiş ve bugün bildiğimiz manzara ile karşı karşıya kalınmıştır.
Fukuşima kazası sonrası nükleer santral işleten ülkeler, işletmede olan veya inşası devam eden kendi santrallerinin güvenlik denetimlerini (stres test) gerçekleştirdiler. Yaşanan faciaya rağmen yapılan stres testlerinde nükleer santrallerin kapatılmasını gerektirecek bir duruma rastlanmadığı tespit edilmiştir. Çevrecilik iddiasındaki ekiplerce halkın galeyana getirilmesinden sonra kapanan nükleer santraller sebebiyle oluşan ekonomik sıkıntının aşılması için Japonya hükümeti, nükleer enerjiden vazgeçilmeyeceğini ve nükleerin santrallerin elektrik üretim portföyünde olacağını duyurmuştur. Bu amaçla, bağımsız bir nükleer düzenleme ve denetleme mekanizmasını kurup 2015’te tekrar devreye alınmıştır.
ABD’de meydana gelen ‘Three Mile Island’ nükleer kazasında ise reaktör ortadan kalkmış ancak, çekirdeği tek parça olarak sağlam kalmıştır. Radyoaktif gazlar ise kontrollü olarak bölgeden uzaklaştırılmıştır. Reaktör binasının, gerekli standartlara uygun yapılmış olması ve radyoaktif sızdırmayı tamamen engellemesi sonucu insan ve çevre sağlığına olumsuz bir etki oluşturmamıştır.
Yaşanan her olumsuzluk nükleer santrallerin gelişmesini sağlamıştır. Son örnekte de görüldüğü gibi standartlara uygun yapılan ve ihmalin bulunmadığı nükleer sistemlerde herhangi bir sorun oluşmamaktadır. Genel olarak verilere bakıldığında da diğer enerji üretim santrallerindeki iş kazalarına göre nükleer santralde kaza riski sadece %4’tür.
Peki bunca avantajı olan nükleer santraller niçin Türkiye’de istenmiyor, kurulmaması ve sonrasında savunmada da yararlanılmaması için yırtınılıyor, bunların detaylarına bakalım.
Türkiye ve Beklenen Nükleer Güç
Gayesi gelişmek ve dev bir güç olmak olan her devlet her daim nükleer enerjiye göz kırpmıştır.
Türkiye, nükleer enerjiye ilk kez 1958 yılında Atom Enerjisi Komisyonu’nda elektrik üretebileceğimiz bir nükleer santrale sahip olma fikri ile göz kırptı. Ancak ne var ki iki sene sonra peyda olan 60 darbesi ile gözümüz tabiri caizse oyulmuştu. Bu gözü açma cesaretini ancak 1965 yılında Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİEİ) bünyesindeki bir ekibin çalışmalara başlaması ile buldu. 4 sene sonra 1959’da biri ABD’den, biri İsviçre’den, diğeri de İspanya’dan üç firmanın oluşturduğu bir konsorsiyum bu konuda EİEİ’ye danışmanlık hizmeti vererek 1969′da nihaî raporunda, nükleer enerji kökenli elektrik üretiminin ilk adımında ve ülkenin imkân ve şartlarına daha çok uyduğu gerekçesiyle, Türkiye’nin 400 MWe’lik doğal uranyum ve basınçlı ağırsulu reaktörü CANDU PHWR (Pressure High) tipi bir reaktörle işe başlamasını tavsiye etmişti. Ancak 1970 yılında Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) kurulduktan sonra bu proje Süleyman Demirelli Adalet Partisi (AP) hükümeti tarafından yeterince siyasî bir destek bulamadığından kadük kalmıştır.
1972′de TEK’de Nükleer Santraller Dairesi kurulmuş, 1974 yılında bir nükleer santral kurulması kararı alınmış ve yer seçimi için çalışmalar başlatılmıştır. Bu çalışmaların sonunda Silifke’nin 80 km kadar batısında, deniz kıyısında, Eceli Belediyesi’ne bağlı olan Akkuyu mevkii, nükleer santral alanı olarak uygun görülmüş ve bu alan nükleer sit alanı olarak ilan edilmiştir. Yani günümüzdeki itirazların aksine Ferit Melen’in hükümetin başında olduğu yıllarda mekân tayini kararı alınmıştır. O tarihlerde hükümete dahil olarak ne AKP vardı ne R.Tayyip Erdoğan!
1976 yılında üçü İsviçre’den ve biri de Fransa’dan dört firmanın oluşturduğu bir konsorsiyum danışman olarak tutularak nükleer santral için çeşitli firmalardan teklif alınmış ve değerlendirmeler sonucunda 1977 yılında İsveç kökenli (ASEA-ATOM/STAL-LAVAL) konsorsiyumu ile sözleşme öncesi görüşmelere başlanmıştır. Ancak bunca atılan adımdan sonra ne var ki kuruluma değil her zamanki gibi yıkıma tabii olan anlayış, 12 Eylül 1980 askerî darbe sonrası İsveç Hükümeti, “demokratik olmayan bir ülkeyi muhâtap almama” kararıyla görüşmeleri kesmiştir. Tarihlere baktığımızda yine devletin başında istikrarlı bir hükümetin olmadığı görülmektedir. Karmaşıklıklar içinde kurulan, mecburen ittifak etmiş şeytani dostların 80’de en şeytani dostunun partilerüstü askeri darbesi ile Bülend Uslu’nun başa getirildiği süreç başlatılmıştır.
1982 yılında nükleer santral için gene ihâle açılmaksızın TAEK Başkanlığı aracılığıyla Atomic Energy of Canada Limited (AECL), Siemens-Kraft Werk Union (KWU) ve General Electric (GE) firmalarından hiçbir ihâle şartnâmesine dayanmayan yâni bu firmalara resmî bir "İhâle Şartnâmesi"ne yollama yapılarak "Tekliflerinizi bu Şartnâme'ye uygun tarzda yapacaksınız!" denilmeden teklifler toplanmıştır. 1983′de 7405 sayılı “Nükleer Tesislere Lisans Verilmesine Dair Tüzük” yürürlüğe girmiş, 2 Kasım 1983 de kanun kuvvetinde kararnâme ile “Nükleer Elektrik Santralleri Kurumu” (NELSAK) sadece göstermelik olarak kurulmuş ve kurum 1993 yılında kaldırılmıştır. Ne tesadüftür ki hükümette yine Demirel var ve nükleer santral projesine “Elimizden geleni yaptık ama halk daha hazır değil, boş verin.” sopası tekrar vuruluyordu... Yani yine sonuç bizim için hüsrandı ve devlet çıkmaz sokaklara itilmişti…
Turgut Özal zamanında da pek farklı bir sonuç olmamakla beraber, Yap-İşlet-Yönet modeli, siyasi olarak fikir birliği olmadığı için uygun görülmemiş ve bu girişim de 1986’da sonuçsuz kalmıştı. Bu olumsuz sonucun bir nedeni tam da Çernobil kazasına denk gelmesi idi. Hep anlatılan dönemin sanayi bakanının basın konferansında bir bardak çayı yudumlarken gösterilen meşhur karesi çoğu insanın hâlâ hafızasındadır. Başbakan Turgut Özal bile düşük miktarda radyoaktivitenin sağlığa iyi geldiğini söylemiştir. Daha sonra çay ve fındıkta ağır radyoaktif kirlilik söz konusu olduğu, özellikle Karadeniz bölgesinde kanser vakalarının arttığı açıklanmıştır ve halk baskısı ile protestolar ortalığı birbirine katmıştır. Ocak 1988’de de TEK’in Nükleer Santral Dairesi kapatılmış ve bu dairenin donanımlı kadrosu dağıtılmıştır. Yani nükleerin bu sefer ki katili de Turgut Özal olmuştur.
Her seferinde bir bataklığa sürüklenen nükleer enerji santrali projeleri tabiri caizse mikrotek çentikli komando bıçağı gibi olmuştur. Düşmana karşı son derece etkili ve kesin sonuç veren ancak kullanılması yasak...
1990’lı yıllarda da maalesef değişen hiçbir şey olmadı. Başa gelen ne Tansu Çiller ne Mesut Yılmaz ne de yine aynı safta gösterildiğimiz ancak bir kere bile saflarımızda yer vermediğimiz dereceli makine mühendisi Necmettin Erbakan bu işi çözememiş, 2000’de de Bülent Ecevit tam da bağlı olduğu partiye yakışır bir şekilde bu işe yine son vermiştir.
1958’deki göz kırpmanın acısını tüm vücudumuza hissettiren sisteme karşı ilk hamle, 2004’te nükleer sürece ilk kez dâhil olan Adalet ve Kalkınma Partisi ile tekrar meseleye el atıldı. Sürekli ve istikrarlı bir siyaset anlayışına sahip olmamamızın acısını yine çektik ve tam da umutlandık derken 2005’te Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilen kararlar ve ilerleyen yıllarda da yaşanan karışıklar neticesinde nükleer projesi askıya alındı. Tam da bitti derken artık kesin anlaşmaların yapıldığı ve inşaatına da hali hazırda devam edilen Akkuyu Nükleer Enerji Santrali bu duruma, belirttiğimiz üzere çok zor geldi.
CHP Mersin İl Başkanı ve avaneleri Akkuyu'da nükleer santral yapımıyla ilgili anlaşmayı Anayasa Mahkemesi'ne götürmek için yürüyüş yapıp 170 bin imza toplamışlardı. Pek de şaşırmamakla beraber CHP ve MHP nükleer santrallere karşı çıkmazken o zamanki adı ile Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) dağlara kaçırdıkları çocukları görmezden gelip çevresel etkileri düşünerek nükleer santral inşasından tamamen vazgeçilmesini ve yenilenebilir kaynaklara yönelinmesini öneriyordu. Sadece bu bilgi bile nükleeri savunmaya yetiyor aslında ama devam edelim…
80’li yıllarda yine mensubu olduğu partisi nükleer enerji için çalışma yaparken 2018 yılında Mersin’den istediği sonucu alamayanlar bu sefer partinin Sinop milletvekilli elemanının ağzıyla kürsüye çıkıp “Türkiye'nin nükleer santrale ihtiyacı yoktur. Dünya yenilenebilir enerji kaynaklarına giderken Türkiye'de bu modeli dayatmak tamamen rant elde etme çabasıdır." demiştir. Petrol ve doğal gaz firmaları her daim yenilenebilir enerji kaynaklarını desteklemiştir. Çünkü kimse ekmeğinden olmak istemez. Nükleer santraller, petrol ve doğal gaza ciddi bir rakip olacağı için bu destekleme doğa-tabiat-çevre kirliliği falan filan için değil işlerine geldiğincedir. Yoksa petrol dolu gemilerin kazaları sonucu yaşanan elim hadiseleri hatırlarsınız… Acaba o zaman neredeydi bu çevreci ve gelişmekten yana olan topluluk? Sanırım yenilenebilir yalanlar arıyorlardı...
Gösterdiğimiz bu örnekler dışında da yaşanan birçok provokatif hadise olmuştur. Ancak 30 Kasım 2007’de gerçekleşen bir uçak kazası nükleer enerjiye vurulan belki de en ağır darbelerden biri olmuştur. Uçak ya da helikopter kazaları maalesef bilim adamlarımızın bir anda ortadan kaldırılmasına sebep olan klasik bir yöntemdir. Bu klasik yöntem ile ülkemizin yer altı zenginliklerinden biri olan ve toplamda 380.000 ton rezerve sahip olduğumuz toryum ile nükleer reaktörde nasıl kullanılıp da 500 sene boyunca dış enerji kaynaklarına muhtaç olmadan elektrik enerjisini üretebileceğimizi bilen Prof. Dr. Engin Arık ve diğer beş ekip arkadaşı, İstanbul-Isparta seferinde vefat etmişlerdir.
Toryum, sistemde daha kolay kullanılan ve tekrar tekrar yakıt beslemesine ihtiyaç duymayan, patlama ihtimali yok denecek kadar az olan güvenli bir yakıttır. Hani Servet Turgut’un da Seriyye-Eylül 2020 sayısında yazdığı, 1968’de imzalatılan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) kapsamında da toryumdan nükleer silah üretmek zahmetli olacak bu da antlaşmayı ihlal etmediğimiz anlamına gelecektir. (http://seriyyedergisi.org/hadiseler-hesap-versin/467-mutlak-fikir-ve-nukleer-baslik-meselemiz.html)
Nükleer silahlarda ve atom bombası gibi kitlesel imha silahlarında plütonyum ve uranyum kullanılmaktadır. Toryumun yararı belki de nükleer silah için plütonyum üretimi için söz konusu olabilir. Zaten yer altı kaynakları incelemeleri sonucunda özellikle Yozgat’ta 4 tona yakını bulunan ve toplamda 12.614 ton olan uranyum rezervlerine de sahibiz. Biz bu kıymetli madenler ile sadece enerji ve silahta değil sağlıkta da, sanayide de hizmet verebiliriz.
Hani Akkuyu’da enerjisini üretip, Sinop’ta da silahını üretsek üçüncü santralde de diğer sektörler için hizmet verilse sanırım yine altı kıtaya hükmedecek gücü elde ederiz. Ancak, bunu şuurlu bir şekilde gerçekleştirmek lazım. Sadece hava olsun diye caka satmak için değil, tüm ümmetin hala umut ışığı olduğumuzu bilerek ve Üstadımız Necip Fazıl’ın da hep tekrar ettiği, burada bozuldu, burada düzelecek ve şahlanacak tabirine matuf olarak çifte kanatla uçmak şarttır.
Gün geçtikçe görmekteyiz ki nükleer santraller için gerek sanayide gerek üniversitelerde birçok atılım yapılmaktadır. Bu atılımlar bir kanadımız ise diğer kanadı da ümmete hizmet ve İslâm’ın bekası adına çırpabilmek niyeti olmalıdır. Bu minvalde kanadımıza atılan bir taş olan “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi” dikkate alınmalıdır.
Uluslararası bir organ kabul edilen ve üyesi olduğumuz Mali Eylem Görev Gücü (FATF), G-7 ülkelerince (ABD, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Kanada) kurulmuştur. FATF, 2019’da incelemelerini tamamlamış ve malum gerekçeyi sunmuştur. Gerekçe kapsamında, “Kitle imha silahlarının nükleer, kimyasal ve biyolojik nitelik taşıyan silahlar olarak tanımlanmakta olup can ve mal kayıplarına neden olmuş, çevre ve sağlık sorunlarına yol açmıştır.” olarak belirtmiştir. Saydığımız 7 ülkenin nükleer santralleri mevcuttur ve birçoğu nükleer silaha da sahiptir. Onlar atom bombası ile oyun oynarken sıkıntı olmaz ancak biz bir hamle yapınca mızıkçılık yapıp oyunu bozup yeniden yapmaya çalışırlar.
Bu sadece sivil toplum örgütlerinin problemi değildir. Gün gelecek ürettiğimiz bir sapanı dahi kitle imha silahı sayacak ve bizi savunmasız bırakacaktırlar. Kanadın bu tarafına her daim daha çok dikkat etmek lazım. Zaten uçamamamız için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlarken bir de kendi ellerimizle üyesi olup her dediklerini kabul edeceksek, kürsülerden konuşup kimseyi heveslendirmenin âlemi yok. Bağlılığı gâvura değil Allah’a olan bir millet, ümmet için çalışır. Yoksa menfaatler uğruna ipinizi kime verirseniz bir o yana bir bu yana savrulursunuz şaşkın şaşkın... Kartallık iddiasında isek her yönde bunu ispat edip yükselmek lazım.
Bizler başta da dediğiz gibi her daim niyeti Allah rızası olan gençleriz. Bu niyeti her daim tazelemeli ve Hak için adımlar atmalıyız. Kervanımız çok şükür ilerliyorsa bu ilerleyişi daha da hızlandırmak lazım... Servet Turgut’un mısraları ile de yazımızı bitirelim:
“Put adamlar düzenine, aşkla başkaldıran gelsin
Kalem, kitap, şiir, nesir, tam saha saldıran gelsin...”