İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
İslam ve bilim, İslam ve sosyoloji, İslam ve sanat, İslam ve teknik, İslam ve tıp… Müslümanlar aleminde garip reaksiyonlar ve irfandan mahrum eda arz ederek; ifrat ve tefritin hakikati güme götürücü değneğinden mustarip olanların devasa sayılara ulaşmasına sebep olan hususlardan, yine ifrat ve tefritten azade bir kıvam billurluğunda tetkik edilmesinin elzem olduğu bir husus; İslam ve psikoloji.
Mezkur hususlara eğilirken bilhassa Müslümanlar tarafından ekseriyetle gösterilen iki tavır vardır. Birincisi aşağılık kompleksiyle evrensel anlamda kabul ihtimali olan her teoriyi ve tezi İslam’a uydurmaya çalışarak mukaddesatı -haşa- temize çekme zilleti, ikincisi ise şuna buna gerek yoktur diyerek eşya ve hadiselerin idrakinde neşet etmiş bir ur halinde ortaya çıkan bir softa cüreti. İslam ve psikoloji mevzuuna hamlediş hususunda da maalesef vaziyet budur. Müslüman’a düşen çetin vazife, selim akıl doğrultusunda hadiselerin kısmi hakikat kısımlarını mutlak hakikate mal ederek yani bizzat İslam’ın malı bilerek şüpheye mahal bırakmaksızın münhasır bir duruş, görüş ve paradigma ortaya koymaktır. Hadisenin itidali budur kanaatindeyim.
İman ediyoruz ki Cenabı Hakk, insanı en iyi bilen, hakkıyla bilen yaratıcımız. Bize Efendimiz (aleyhisselatüvesselam) vasıtasıyla bildirdikleri ve vaazettikleri mutlak hakikattir. İnsanı hanif fıtrat üzere yarattığını buyuran Rabb’imizin buyruklarına ve şanlı habibi Efendimize riayet edici her kımıldanış, muhakkak suretle hanif fıtratı teyit ve takviye ederek insanı ruhi marazlardan tesviye eder. Hatta Kuran-ı Hakim’de sıkça zikredilen “subh” fiilinin de bu mevzuyla bir ilintisi vardır. Şafak vakti, tan yeri zamanı gibi ilk akla gelen manalarının dışında yüzmek, süzülmek gibi anlamlara da tesadüf eden bu mefhum temelde bir unsurun kendi fıtratına uygun hale göre fiilde bulunmasıdır. Kuşun “subh” etmesi; uçması, balığın “subh” etmesi; suda süzülmesi ve insanın “subh” etmesi…Yani tesbih etmesi…Tesbihat içindeki zikirlerin icrasının da dahil olduğu namütenahiye doğru temayül eden genişlikteki bu fiil, insanın fıtratına uygun hareket etmesi olarak özetlenebilir. Yani insan tesbih ettikçe hanif fıtratını teyit eder ve buna riayet ettikçe ruhi marazları tesviye olur. Hadisenin bu mutlak hakikat boyutunu bir Müslüman’ın evvela kabul etmesi şarttır. Bu kabul ediş, İslam’ın buyruklarının insanı olabildiğince sağlığını muhafaza etmesine vesile olması karşısında tıbbi bir rahatsızlığa düşmenin, insanın Müslümanlığının sorgulanacağı bir zemine sebep oluyor gözüyle bakmak ne kadar garipse psikolojik arızalara da direkt insanın manevi durumunun çöküntüye düştüğüne yormanın da abes olduğu açık. Bu durum İslam’ın topyekûn yaşanmasının insanı fiziki ve ruhi sıkıntılarına azami derecede deva olacağı gerçeğini değiştirmemekle beraber Cenab-ı Hakk’ın imtihan vesilesi olarak insana hastalık verebileceği hakikatine bir tekzipte bulunmaz.
Medeniyetimizin şanlı müktesebatında nakıs kalmış hususların tespiti bir beis arz etmez bilakis o medeniyete kendisini nispet eden her fikir sahibine bir mesuliyet olarak intikal eder. Bundan itibarla zillet ve cüret arası kalınmış kısır idrak; insanı ya öz mukaddesat ve tarihinin yaptıklarını hiçe saymaya, birçok hususta atılmış temellere bigâne tavır gütmeye ve köküne adavete ya da yapılan işlerle iftihar ederek nefsine pay biçmeye ve çıkarılması gereken ders ve vazifeleri görmezden gelmeye yani buzdan kalıplar içinde donmaya sevk eder. Dediğimiz gibi farklı farklı şekillerde tebellür eden ifrat ve tefrite dayanan iki tavır, Mümin adaleti, feraseti, asaleti düşünüldüğünde olması gerekenden oldukça uzaktır.
Şanlı tarihimiz boyunca tebellür etmiş ahenk tablosunun unsurları içerisinde nefsin düçar olduğu rahatsızlıklara binaen yükseltilmiş eserler; ibret alınacak ve kendimizi muhasebeye çekecek bir azamete haizdir.
Modern psikoloji içerisinde “Oblomov Sendromu” olarak geçen miskin hastalığına dair, daha bu kavramın imalinden yüzyıllar önce ecdadımız bir tedavi tekkesi açmıştır. Hatta bilinen bir hikayedir, bu tekkenin, gerçek miskinlik hastalığı olmayan tembel insanlar tarafından istismar edildiği anlaşılınca tasarruf sahipleri tarafından alınan bir karar neticesinde burayı ateşe verirler. Gerçek miskinler çıkmaz, içeride kalır. Karşılıklı olarak kalan iki miskinden biri diğerine “Herhalde yanacağız.” demesine karşılık aldığı cevap “Üşenmedin bir de onu düşündün.” olur!..
Batı inanmak için seçtiği, aklın topyekûn intiharına sebep olan bâtıllıklar kumkuması içinde çırpınırken, önlerine çıkan ve bizim inancımızda masumiyet sahibi olan “mecnun” yani aklın bünyede tamamen devreden çıktığı insanları cadı diye yakıyordu. Medeniyetimizde ise 1488 yılında Edirne’de kurulan Darüşşifa’da akıl hastalıkları; musiki, uyku gibi birçok yöntem kullanılarak tedavi ediliyordu. Bu noktada modern psikiyatrinin duayen isimlerinden Dr. Kraft-Ebing, akıl hastalarını tedaviyi, Avrupa ve Hristiyanlık dünyasının Türkler’den öğrendiğini Traité Clinique de Psychiatrie yazısında dile getiriyordu.
Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama zikredilen bütün bu hususlar bizi nereye sürüklüyor ya da sürüklemeli? Haşmet devirlerimizden beri inhitatımızın en büyük saiklerinden biri olan, tekamülden kendini azade görmek ve üstünlük kompleksiyle hareket etmek; cüceleşmiş dev vasfımızla bizi soylu bir yükseliş için azmetmeye mi yoksa düşmüşlüğümüzü derinleştiren inatlı bir hamleye mi sevk edecektir? Bu sorunun da cevabı zaten acı tecrübelerle rahatça verilebilir.
Medeni birikimimizde mevcut bulunan cevherlerin işlenemediği, başlı ve sonlu muazzam bir sistem haline getirilemediği birçok konunun olduğu bir realitedir. Batı bunları işlemiş ve insanın maddeye hakimiyetini sağlarken istimal etmiş. Bizdeki bu birçok hususun sistematize edilememiş olmanın sıkıntısını, cevher halinde teslim ettiğimiz mutlak hakikatleri; işlenmiş kısmi hakikatler ve batıl olanlar şeklinde geri almamız halinde yaşadık. Bu merhalede yapılması icap eden de kısmi hakikatleri mutlak hakikate hamledip bâtılların tasfiyesi şeklinde bir tavır göstermek… Maalesef bunu da yapabilmiş değiliz.
Misalen, Freud’un erkek çocuklarda ortaya çıktığını söylediği ve çocuk yaşlarda cinsiyet kimliği kazanırken yaşadığı bir karmaşa olan “Okhipo Sendromu”nun aşılmasında, bilhassa 3-6 yaş arası çocuğun babası tarafından sevgiye en ihtiyaç duyduğu merhale olduğu meselesi acaba sünneti uyguladığımızda ifa edebileceğimiz bir husus mudur? Zira Efendimiz (aleyhisselatüvesselam);
“Erkek çocuklarınızı sevin, çünkü kız çocukları zaten kendisini sevdirir.” Buyurmuştur.
Terapötik becerilerde insanı olduğu gibi kabul etmek ve empati duymak vardır. Yaşadığı sıkıntıları anlamaya gayret etmek başlıca kurallardan biridir. Buradaki en önemli şartlardan birisi kendisine gerçekten sıkıntı veren hususu tahkir etmemektir. Yine şanlı Peygamberimiz (aleyhisselatuvesselam), üç yaşında bir çocuğun kuşu öldüğü için taziyeye gitmiş ve bir babanın evladını kaybettiği acıya mukabil gördüğünü buyurmuştur.
Psikosomatik rahatsızlıklar, insanların ifade edemediği duygular sebebiyle bilinçaltında oluşan bastırılmışlığın, fizyolojik herhangi bir altyapısı olmaksızın bedeninde tezahür eden hastalıklara dönmesidir. “Seven sevdiğine bunu izhar etsin.” hadisi şerifini daha geniş bir anlamda duygu izharının gerekliliği olarak anlamak ve tatbik etmek mümkün müdür? Aynı zamanda Efendimiz (aleyhisselatuvesselam);
“Her kimin kötü huyu olsa nefsini sıkıntıda tutar ve her kimin kederi çok olsa kendini hasta eder.” buyurmuştur. Bir taalluk kestirilebilir mi?
Yine modern psikolojinin duayenlerinden Alfred Adler özellikle çocukluk zamanlarındaki kardeşlerin arasındaki adalet durumuna ve bu sebeplerle de ortaya çıkabilecek aşağılık kompleksine vurgu yapmıştır. Hatta aşağılık kompleksi kavramı bizzat Adler’in ortaya çıkardığı bir mefhumdur. Bir çocuğunu dizine oturtup bir çocuğunu yanına oturtan sahabeyi ikaz eden Efendimiz (aleyhisselatüvesselam); çocuklarına hediye dağıtırken birine çok birine az veren başka bir sahabeye “Bunu müşahede etmek istemem zira ben zulme şahit olmam!” buyurmuştur.
Dediğimiz gibi Batı belki bizim vesilemizle kendine dahil ettiği cevherleri işledi. Bunlarda hak olan da batıl olan da mevcuttur. Zikredildiği gibi buradaki temel kıvam noktası; namaz kılıyorsak psikolojiye ihtiyaç yoktur gibi üstünlük kompleksinden ve mücadele azminden koparıcı bir softa tavrından ne kadar uzak olunursa, modern bilim ne dediyse doğrudur diye İslam’ı haşa modern bilimle tasdik etmeye çalışarak hakikate sırtını dönen bir zelillikten de o kadar muhafaza edilmiş olunur.
Hayatta insan ve insana dair bir mecra olsun da şeytani zuhurat buraya sinmeye çalışmasın. Nasıl ki jeoloji, biyoloji, coğrafya gibi bilim dalları evrenin ve canlının maddi ve fiziki kaidelerini tespit etme yolunda yaratıcı iradeden mahrumiyete kullanılmaya ve insana kendisinin yaratıcısıymış vesvesesini işlemek noktasında istismar edildi ve halen de ediliyorsa, fiziki meselelerde bazen açıklanamayan hususları psikoloji biliminin izah ediyor olması da sanki insanın metafizik olarak da bütün meseleleri izah edebileceği ve bu anlamda insanın ötesinde hiçbir varlığın olmadığı vehmini kalplere zerk etmekte kullanılabiliyor.
“Artık yeryüzünün yeni Tanrıları biz olduk!..”
Evet bu ifade bir filmde geçiyor. Filmin adı “12 Maymun”. Hollywood’un meşhur yüzlerinin rol aldığı film aslında distopik bir yapıya sahip. Film, gelecekten bütün dünyayı sarsacak bir felaketi önlemek üzere vazifelendirilmiş bir adamın hikayesini anlatıyor. Geçmiş zaman yani filmin çekildiği 90’lı yılların sonuna gönderilen bu adam, zaman makinesindeki bir hata yüzünden Birinci Dünya Savaşı yıllarında çatışmaların sürdüğü bir cephenin ortasına gönderiliyor. Burada da bir mermi isabet ediyor. Onu gelecekten gönderenler bir hata olduğunu anlayıp oradan alıp doğru tarihe gönderdiklerinde ise mermiyi çoktan yemiş. İstenilen zaman dilimine ulaştığında yaralı olarak bulunuyor ve hastaneye kaldırılıyor. Adam hastanede durumu olduğu gibi izah edince tabii ki onu psikiyatriste gönderiyorlar. Derken seanslar başlıyor ve gelecekten gelen bu adam aslında bütün bu olağandışı hususların bir halüsinasyon olduğuna ve kendisinin uydurduğu kuruntulardan tezahür ettiğine ikna oluyor. Ona psikoterapi yapan terapist eline geçen birçok veri sebebiyle aslında yaşadıklarını inkar eden bu adamın gerçekten de gelecekten geldiğini anlıyor. Bunun sonrasında bir meslektaşıyla geçen diyalogda belki biraz da hayıflanma ile bu cümleyi kuruyor: “Yeryüzünün yeni Tanrıları biz olduk!..”
Mutlak hakikate tam tabiiyetini sunmuş bir tefekkür kılıcı, hak ile batılı tefrik etmeyi bilecek ve kısmi hakikatleri tespit edebilecek bir irfana insanı haiz kılar. Burada Efendimizin (aleyhisselatüvesselam); “Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz, onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takip edeceksiniz.” diye ikazda bulunduğu hadisi şerif ile “Çin’de de olsa ilmi arayınız.” hadisi şerifinin kutlu buyruğuyla gösterdiği güzergahta, psikoloji ve pozitif bilimler hususunda da ölçü; kertenkele deliğine girmekten kendini muhafaza ederek ilmi Çin’de de olsa arayıp bulmak... Bunun bir adım ötesi ise iktibastan telife ricat; kendi kavram ve ilim altyapısıyla hayatın her kompartımanında Ehli Sünnet paradigmasını billurlaştırmak…