İtikad, Kalbin Amelidir

Yazan: 24 Mart 2022 2132

Herhangi bir mevzu izah edilmeye başlarken öncelikle kavramların manası açıklanır. Kavramlarını kabul ettiren bir düşünce, zihinlerde yerini benimsetmiş demektir. Kavramların içi boşaldığında ise hakikatler de idrakleri terk eder. 20. yüzyılda postmodernist düşünce ile “hakikat” dediğimiz şeyin mutlak ve biricik olmadığı, herkesin bakış açısına göre değişilebilir olduğu ileri sürülmüştür. Öyle ki bu “herkesin kendine göreliliği” cinsiyetleri dahi tepe taklak etmiştir. Ama hepsinden mühimi, dinin tek olan doğrusunun, insanların adedi çapınca çoğaltılması, dindar görünümlü dinsiz insanların sayısını çoğaltmak gayesine ermiş. Tam da bu sebepten gönlü “hakikate karşı örtünmüş” olanlara, “hakikati örten” manasında “kafir” denmiştir. İmanın doğrusu tektir. Kabul eden mümin, etmeyen kafir olur. Bu sebeple de nelerin kabul edilip, nelerin edilmemesi gerektiğinin bilgisine vakıf olmak elzemdir.

‘Hakikati çokta aramak’ olup “İzafi mutlaklık” da denilen bu düşüncenin kökleri, dinler arası diyalog çalışmalarının da başlatıldığı II. Vatikan Konsili’ne dayanmaktadır. Vatikan, Hristiyanlık mesajının tüm insanlığa ulaşabilmesi adına kapsayıcı bir yol olarak diyalog çalışmalarını sistematize etmiş; aynı safsatanın ürünü olarak “Gel, ne olursan ol gel!..” diyerek, hoşgörü(!) maskesi takınmıştır.

Hristiyanlığın bir din değil bir felsefe sistemi olduğu, Servet Turgut tarafından ciltlerce eserle vuzuha kavuşturulmuştur. Felsefe ekollerinin yapısında bir öncekinin yanlışını çıkartmak vardır. Üstadın tabiriyle tek doğru tarafı da budur. Lakin Hristiyanlığın kendini bir din gibi göstermesi için daha fazlasına ihtiyacı vardır ve tek doğru (tek din) yerine herkesin doğrusuna kapılarını açar. Açtığı kapıların çiçekli, baharlı bahçelere değil de ateşli çukurlara çıktığını ise kapıları cennet bahçelerine açılan Müslümanlar dahi görmez. Bu görmeme ameliyesinde Müslümanların gözünü kör edenlerden, Fetullah Gülen ve avanesi, (Servet Turgut’un tabiriyle “Müslüman görünümlü Pavluslar”) 40 yıl boyunca çabalasa da dinin sahibi olan Allah, dinini korumuştur, koruyacaktır.

Biz insanlık tarihinin Hz. Adem’den başladığına iman ederiz. “Hakikat”in de peygamberler eliyle bayraklaştırılarak elden elden, nesilden nesile mutlak ve bozulmaz şekilde geldiğini biliriz. Fatiha Suresi’nde geçen “din gününün sahibi” ifadesinde ahirete vurgu vardır çünkü ahirette kıstas, dindir. İnsanlar bu dünyada din olarak neye inandıysa ahirette de ona göre muamele göreceklerdir.

Dinin özünü ve hakikatini bu tarz sapmalara kaymadan öğrenmek için de akide çok mühimdir. İslam akidesi mutlak hakikatin kendisidir.

Akaid, “düğümlemek” mânasındaki “akd” kökünden türeyen akîde kelimesinin çoğuludur. Aynı kökten türetilen ve “iman” ile eş anlamlı olarak kullanılan i‘tikad ise “düğüm atmışçasına bağlanmak, bir şeye gönülden inanmak, benimsemek” demektir. Bu durumda akîde “gönülden bağlanılan şey” anlamına gelir.

Dil alimleri “i’tegade” ve “i’tefede” kelimeleri arasındaki tek harflik bir fark yakınlığından söz ederler. Cahiliye dönemindeki Araplar, izzeti nefsine düşkün olmaları dolayısıyla dönemin kuraklık, hastalık vb. zorlu şartlarında evinin kapısını arkadan sımsıkı bir biçimde, dışardan açılmayacak hatta içerden kendilerinin bile açamayacağı şekilde kitler, kimseden bir şey istemeden açlıktan ölmeyi tercih ederlermiş. Bu duruma Araplar “i’tefede” derler. İşte itikadda da böyle bir kilitlenme durumu olacak ki dışardan hiçbir müdahale ile açılamayacak. Servet Turgut’tan itikadın iman ile olan ilişkisi:

“İman bir bağlanma duygusu ise itikad, bu duygunun şuuru…Ve o duyguyla bu şuur, birlikte iken sahihler…”

Bir şeyin değeri, yokluğunda meydana gelen hadiselerin vehametince anlaşılabilir. İtikatta ufak bir sapması olanların adım adım uçuruma yuvarlandıklarını görerek de o düğümün ne kadar sıkıca bağlanması gerektiğini anlamamız lazım. Uçurum dediysek günümüzün maddeci anlayışı ile maddi bir uçurum göremediklerinden tepe taklak edilişi de göremezler. Müslümanlar dahi o kadar materyalistleşmişlerdir ki kalpteki ameli göremediklerinden ehemmiyet vermezler. İtikat da kalbin amelidir ve kalpteki ufak bir delik büyüyerek kalbe her türlü zerzevatın girmesine kapı açar.

Ebu Hanife Hazretleri Kitabu’l-Alim’de dedi ki:

“Kişi insanların ihtilaf ettiği bir şeyi işittiği vakit, dilini söz söylemekten tutsa bile kalbini bir tarafa meylettirmemeye gücü yetmez. Çünkü kalp, farklı görüşlerden ya birini veya her ikisini kötü görecektir. Birbirinden farklı iki görüşü benimsemek mümkün değildir. Kalp haksızlığa meylettiği zaman, haksızlık yapanları sever ve onlardan olur; doğruya meyledip doğru olanları tanıdığı zaman ise onlara dost olur. Yanlış yapanı doğru yapandan ayırmadığın zaman bu, bir noktada sana zara vermez fakat daha birçok hususta zarar verir.

Sana zarar vermeyen cihet, hata yapanın amelinden dolayı muaheze edilmemendir. Zarar veren noktalara gelince;

Birincisi; yanlışı doğrudan ayıramadığın için sana cahil denilmesidir. Çünkü bir kimse adaleti tavsif etse fakat onun zıddı olan zulmü bilmese o, aslında zulmün de adaletin de ne olduğunu bilmiyor demektir.

İkincisi; kendisinden nasıl kurtulacağını bilmediğin bir şüphenin, başkalarına arız olduğu gibi sana da arız olma ihtimalidir. Zira sen doğru mu yanlış mı yaptığını bilmediğin için o şüpheden kurtulamazsın.

Üçüncüsü de; hatalı olanı doğru olandan ayıramadığın için, kimi Allah için seveceğini kime de Allah için buğzedeceğini bilemezsin.”

Uzun uzun iktibas yaptık ki, her bir cümle hakikatin bilinip kalplerde yer edinmesinin ehemmiyetini gönüllere ve idraklere iyice nakşetsin. Çünkü imanlı ölebilmek için kalpte imanın net olması lazım. Bu netlik de imanın hakikati olan akide ile mümkün… Bu sebeple Kuran-ı Kerim’in ilk inen ayetleri imani hususlara taalluk etmekteydi. Önce itikad sağlamlaştırılacaktı.

Ebu Hanife Hazretleri el-Fıkhu’l-ebsat’ta dedi ki:

“Dinde (usul-i din) derinleşmenin, ahkamda (furu-i din) derinleşmekten daha üstün olduğunu bil. Fıkıh; kişinin, kendi leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. Bu bilgilerin itikatla ilgili bulunanlarına “el-Fıkhu’l-ekber” denilir. Kişinin, rabbine nasıl kulluk edeceğini öğrenmesi, birçok ilimleri toplamasından daha hayırlıdır.”

Ebu Hanife Hazretlerinin de dediği gibi itikad bilgisi, fıkıh bilgisinin üstündedir. Çünkü fıkıh bilgisinden mahrumluk kişiye günah işletirken itikad bilgisinden mahrumluk ya da bu bilgiden herhangi bir sapma kişinin imanını elinden alır ve küfre düşürür. Günah ile küfrün kişide bırakacağı tahrifat farkını Servet Turgut şöyle misallendirir:

“İman ve itikattan yana eksilik ve aksaklık, müminin iman şemaili açısından kafasını uçurur. Kafa olmayınca da ortada ruh kalmaz… Çıkar gider ama Cennete değil, Cehenneme… Şeriatın zahirine, yani amellere bağlılık, insanın yüzüne nur getirir. Amellerde devamlılık, bu nuru kalbe akıtır. Ama amellerden her sapma ve yasaklara her dalma, kalbi nokta nokta karartır. Kişi tövbe etse, bu karalık kalkar. Efendimizin “Bir günah işleyince hemen ardından onu bir sevapla yok edin!” demeleri gelsin aklınıza… Tövbeyle beraber, karalık gider, nur geri gelir. Ama dikkat edin; bu amellere ait işler içindir. Amelden sapma, mümini grip yapar misalen… Vitamin takviye eder, bakımını yaparsan iyileşirsin. Ama iman ve itikada dair işler sebebiyle kalbe gelen karalık, mümini kanser yapar… Bu kanserle gelen kirlilik de öyle kalp sahibinin bizzat temizleyebileceği türden değildir. Orada, çıkması zor lekeler bırakır.”

Akide, kalbin amelidir dedik. Bir çoğumuz ameli bilgiler adına en az bir ilmihal kitabı okumuşuzdur ama kalbi amel namına akaid kitabı bitirenimiz toplumda müşahede ettiğimiz kadarıyla azımsanacak derecededir. İlmihal bilgilerimizle yaptığımız amellerin kıymeti akide bilgisinin sağlamlığına bağlıdır. Akidesi yanlış yola sapmış olan bütün ömrünü ibadetle de geçirse akıbeti sıkıntılıdır. Güdük kafalar “Kişinin akıbetini Allah’tan başka kimse bilmez.” şeklinde itiraza yeltenir. Lakin Allah, bilgisinde olan bazı şeyleri kullarına da bildirmiştir. Yoldan geçen birini çevirip zinayı, faizi, adam öldürmeyi sorsak ahiretteki durumları hakkındaki azabın detaylarını uzun uzun anlatabilir. (Gerçi bu durum da giderek muhal hale doğru yol alıyor.) Peki, ameli kusurun cezası olur da itikadi manada kurusun cezası olmaz mı?

Hadis meali:

“... Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, kurtuluşa eren fırka (Fırka-ı Naciye) dışında kalan yetmiş iki fırka cehenneme gidecektir.”

Hadisin farklı nakillerinde devamında Sahabîlerin, Fırka-ı Naciye’yi sormaları üzerine Efendimiz (s.a.v), Fırka-ı Naciye'yi:

“Benim yürüdüğüm yola ve bu yolda beni takip eden ashabımın yoluna uyanlardır.” diye tarif etmiştir.

İmanda grilik yoktur. Ya siyahtır ya beyaz. Ya imana bütün halde dahil olursun ya da dışarda kalırsın. İmanın dışında olmak içinse bütün halde dışarda olmaya gerek yoktur, cüz’ünü dahi kabul etmemek seni bütün halde kapı dışarı eder. İmanın içinde kalmak namına da dışarı itici her düşünceden uzak kalmalı, uzak kalabilmek için de öncelikle bilmeli… Kalplerimizi Allah ve Resulü’nün gösterdiği yoldan milim ayırmayarak ömrümüzü nihayete erdirebilmek duasıyla son söz Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in;

“İslamlıkta ya olmak ya olmamak vardır. Yarımın bizce sıfırdan farkı yoktur. Ya hep ya hiç!”

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi