İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
İslam’ın iç ve dış mücahedelerinin olmazsa olmaz düsturu, ilmi, fikri ve fiziki her cihadın, Allah’a havale edilmiş bir niyeti olmasıdır. Aksi takdirde elde edilebilecek hiçbir hayrı yoktur. Mücahitlik sıfatına ermeyi arzulayan her kişinin, bedenine giyeceği zırhından evvel, gönlüne giydirmesi gereken biricik tevekkül tavrı da budur. Seferdeki türlü meşakkatlere göğüs gerebilmek ve zafer tahayyülü ile seferin esaslarından olunmaması namına, Allah’ın kullarına bahşettiği binbir hakikatten biri... Zaten kul için hakiki muzafferlik de, sefere rıza-i ilahi mukabilinde icra etmesinden başka bir şey değildir. Kulun mükellefiyeti sefer, zafer ise yalnızca Allah’ın tayiniyle kaim. Her manada olduğu gibi mücahitliğin biricik remzi olan Allah Resulü’nün (s.a.v), cihadın daha başlarındayken bizlere mücahede şuurunun nasılını göstereceği şu hadiseleri nakledelim:
Mekkeli müşrikler, İslam’ın nurlu yürüyüşünü ve Allah Resulü’nün (s.a.v) tebliğini engellemek için kendi nefislerinin tamah ettiği şeyleri O’na sunmak isteyen Utbe bin Rebia’ya müsaade ettiler. Huzura huzursuzluk getirerek çıktı ve:
"Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin. Tanrılarını ve dinlerini kötüledin. Onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kafir saydın. Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!" dedi.
Resulü Ekrem Efendimiz (s.a.v);
"Söyle ey Velid'in babası! Seni dinliyorum." deyince, Utbe tekliflerini sıralamaya başladı:
"Sen, ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın. Eğer bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım. Yok eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evham, cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise doktor getirtelim, seni tedavi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım.” dedi.
İnsan diliyle zuhura gelmiş bu şeytan sözlerine Allah Resulü’nün (s.a.v) mukabelesi, Allah’ın birtakım ayetlerini okumak oldu. Ayetleri tekfire dahi yeltenemeyecek şaşkın ve idrâksiz başını, O’nun huzurundan alarak gitti. Utbe’nin o küfür kuruntulu başı, şehitlerin seyyidi tarafından Bedir’de bedeninden ayrılacaktır.
Bu işi, sözüm ona güzellikle halledemeyen müşrikler diktatoryası, işi tehdit sahasına taşıdılar. Daha evvel müracaatlarından bir sonuç alamadıkları Ebu Talib’e giderek şunları söylediler:
"Ey Ebû Talib! Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla itham etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz. Sen, ya O'nu, bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da seninle de çarpışırız."
Bu tehdit üzerine Ebu Talib, yeğen sevgisini peygamber sevgisine inkılap ettiremediği nasipsizliği ile Allah Rasulü (s.a.v)’e gitti ve:
"Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana arz ettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç." dedi.
Biri düşmanca biri dostça olan ve Allah Resulü’nü (s.a.v) yolundan etmek gayesiyle serdedilen bu cümlelere Allah Resulü’nün (s.a.v) mukabelesi, o andan sonra bizim tebliğ ve cihat memuriyetlerimizin nasılını ifade eder nitelikte şöyledir:
"Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hakim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm." buyurdular.
İhlas ve iman kutbumuzun yegâne Sultanının, mübarek ağzından dökülen bu inciler, Ebu Talib’e yeğen sevgisini hatırlattı. Ama onun küfürden imana geçmesine sebep olmadığı gibi müşriklerin küfrünü arttırmaya sebep oldu. Zaten hakikatin en belirgin özelliklerinden biri de müminin imanını arttırdığı gibi kafirin de küfrünü harlamasıdır.
İdrâk merceklerimizi Resulullah’ın (s.a.v) mukabelesine çevirelim. Her harfinden tüten buğu “Sefer bizden, zafer Allah’tan” hakikati değil de nedir...
Türlü oyunlarıyla bizi aldatan şeytan ve avaneleri, bu hakikati de tahrife yeltenmişlerdir elbet. Şeytanın en büyük hilelerinden biri, kulu mesul olduğu fiillerden alıkoymak namına, mesul olmadığı fiillerin failliği hayalinde boğmasıdır. Bir fıkra ile misallendireyim:
Adamın biri arkadaşına sorar;
“-Arkadaş senin iki tane atın olsa, birini bana verir misin?
- Tabi ki veririm.
- Peki iki tane gemin olsa, birini bana verir misin?
- Vermez olur muyum? Veririm tabii…
- Ya iki tane evin olsa, birini bana verir misin?
- Senden kıymetli mi yahu? Veririm tabii…
- Ya iki tavuğun olsa birini verir misin?
Diye sorunca yüzü bozulan keyfi kaçan adam biraz da sitemkâr cevap verir,
- Vermem!
-Haydaaa..! Neden?
-Çünkü iki tavuğum var…” der.
Şeytan bir tavuğu verme memuriyetini almak için olmayan gemileri lafta hibe ettirir adama. Anlayacağınız boş heybeden verilen malın, cana dokunur pek bir yanı yoktur. Fatihliğe namzet hayalleriyle, sabah namazını kaçıran kimsenin durumu da bahsini ettiğimiz tavuk çobanından usulen farksızdır. İsmi ile müsemma Fatih Sultan Mehmet Hazretlerinin kulluk iştiyakını hakkıyla bilseydik, namlı Bizans surlarını kendi namı için değil Allah ve Resulü (s.a.v) namına tuz buz ettiğini idrâk edebilirdik sanırım.
Cemiyetin tasdiki, halkın takdiri yerine, tasdiki şeriata, takdiri Allah’a ısmarlasaydık şayet, o kulluk kuvvetine bizler de ererdik muhakkak. Anda vaki olan mesuliyeti, olacağı meçhul istikbale sattık! Bundandır ki mazinin azameti yerine, zilleti hanemize düştü... Oysa Allah (azze ve celle) buyuruyor ki:
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd-112, Şûrâ-15)
Mesuliyetini, Allah’ın emrettiği ve Rasulü (s.a.v)’in gösterdiği şekilde icra etmek… Eğilmeden bükülmeden, takiyyesiz, maslahatsız icra etmek... İşte, kulun zaferi budur!
Günümüzde hakim olan bir anlayış var ki, şeytanın bahsettiğimiz desisesinin, umumi fraksiyonu halinde medresemizden, dergahımıza, vakıflarımızdan, devletimize kadar sirayet etmiş durumda:
“Zafere giden her yol mubahtır.”
Batırmaya memur Batı’nın sözde aydınlanmacı aydını Machiavelli’nin 16.yy Avrupa’sına nasihat ettiği şeytani misyon… Bizim nurdan harflerle tarihimize yazdığımız, “Sefer bizden, zafer Allah’tan” düsturumuzun batıl karşılığı olan bu misyon, Batı’nın bütün vahşetinin ve aç gözlülüğünün biricik motivasyonudur. Âdemoğlunu helak etmeyi memuriyet edinmiş şeytanın, birtakım başka sözlerle Kabil’e fısıldadığı vesvesenin modern versiyonudur. İnsanlığın birtakım zevkler uğruna, ferdi yahut umumi hududu aşmasını telkin eden, nefsani dürtüleri harekete geçirip meşrulaştıran söz, bu sözdür. Uzun lafın kısası, çalınan her minarenin vicdan zabıtlarından kaçmak namına hazır olan kılıfı, bu sözün kumaşından dikilmiştir.
Nitekim şeytan, düşkün Batı’yı “zafer” hayaliyle avlayıp, düşkün mazlumdan alçak zalim türetmeyi başardı. İhlasını kaybettiği için düşen Doğu’ya da ilaç diye yutturdu bu zehri tabi. Mazideki nurlu dedelerinin duası yüzü suyu hürmetine, mazlum Doğu’yu, zalim yapamadı bu düstur. Aksine daha da mazlumlaştırdı. Dış planda zalim olmamamız, nefsimize zulmettiğimiz gerçeğini değiştirmez ne yazık ki… Haktan şaştık, zalimlerden olduk… Kendi mazlumluğumuzun yegâne zalimi yine biziz!..
Tüm bunlara rağmen Doğu, tarihinin ekserisinde doğrunun davacısı oldu. Maalesef doğrunun dosdoğru davacısı olduğu süre dilimi pek az... Buna rağmen doğrunun ihya ve tebliğini hep dert edindi. Doğruyu yani İslam’ı… En ulvi dert…
Bâtılın en büyüğü, hakikate en yakın olandır, ona en çok benzeyendir. Bu kıymet hükmü ışığında şeytanın da en hünerli olduğu amellerinden biri, şuursuz ve köksüz iyi niyetlerden kötü ameller peydahlamaktır. Doğu’nun hakkı hâkim kılma iyi niyetini, ihlasını ve aslını kaybettiği zamanlarda alıp tezgahına koydu ve işledi. Bu işlem sonucunda sefer mükellefiyetinin yerini, zafer iştiyakı işgal etti. Bu hayırsız değişim vaki olduğu an büyük cihad diye terennüm edilen kulluğun ferdi buudunu saf dışı etti. Hep bir ağızdan:
“Zafere ulaşana kadar nefse nizama paydos!” ıslığını çaldırdı.
Ve ölçtük…
“Seferin bizce geciktirici esasları budanabilirdi. Birazcık kıvırmanın ne zararı olabilirdi!”
Ne de kötü ölçtük!..
Allah’ın iradesindeki zafer nasibinin, ufak tavizli planlarla elde edileceği fikriyatı sardı cümlemizi. Zaten zafer kazandıktan sonra, niyetimizin halisliği de göz önünde bulundurulursa, ilahi mahkemeden kahraman olarak beraat edeceğimiz düşüncesi fısıldanmıştı kulaklarımıza… İşte bu suret-i haktan gözüken ve gerçekten samimi müminlerle icrasına başlanılan maslahatlı, takiyyeli mücadele, şeytanın bizi içinden çıkılması hayli zor olan bir labirente tıkması ile sonuçlandı.
Hocalarımız ilahi hakikatleri ihtar ettikleri kürsülerini bulaştırdılar bu işe. İlm-i siyaset kılıfıyla sözde zafere ulaştıracak maslahatlı vaazları, talebelerin idraklerince ders telakki edildi. Hakikati yitirdik…
Miskin dervişe atıfla, güya miskinliğini atmayı mitinglerde alkış tutmak sanınca dervişimiz, hatmesinden, virdinden oldu. Miskinlikle beraber dervişliği de attı üzerinden. Hikmetli susuşlar, yerini güncel siyasete bıraktı. Hikmetimizi yitirdik…
Mutlak muktedir olanın iktidarından nasiplendirmek için, mesuliyet ve imtihan vesilesi görünen idare makamına, bizim siyasete ehil(!) köylü başkanımız talip oldu. Boğalar ürkmesin diye kulaktan kulağa saklarken ulvi niyetini, duyduğunu unuttu, varisine yanlış söyledi. Mertliğimizi yitirdik…
Bir de menfaatperestler var tabi… Her devrin belalıları… Bizim köylülerin, hayrı sakladıkları argümanlarla, onlar da şerlerini sakladılar. İtlerin, atlık iddiasıyla, at izi, it izinde kayboldu. Emniyetimizi yitirdik…
Bütün bu işlerin şeytandan tevarüs ettiğini bilen, Sahabe Efendilerimizin mecnuni tavrını bünyelerinde muhafaza etmeyi başaran “Muhsin” müminlere ise ya radikal yaftası yapıştırıldı ya da tüm yalnızlıklarıyla ölüme mahkûm oldular. Tavrımızı yitirdik…
Zafer idealine yatırmıştık bütün bakiyemizi. Sonuç ise iflas oldu. Şeytanla kumar oynadın mı bir kere, peşinen kaybettin demektir. Çünkü onun amacı, seferin namusunu masaya koydurmaktır. Bu ucuzluğa düşsün de insan, düşeş de düşse hissemize, kazanan o olacaktır.
Bütün bu kayıpların yeniden kazanmaya inkılabı için insan kulluğunu hatırlamalı, kader ve nasip çarkına göz dikmemelidir. Allah’ın işine burnunu sokmamalı, emrolunduğu üzere yaşamalıdır. Hakikati ihya ve hakim kılma usullerini, yine hakikatten devşirmeli, usulsüz vusul olmaz şiarını, fikir panosunun en güzide yerine yerleştirmelidir.
Allah’ın bizden dilediğini, O’nun dilediği şekilde icra etmedikçe muzafferlik hanemize yazılmayacaktır. Pazarlıksız Allah ve Resulü tavrını takınmadan, hasretini çektiğimiz azamete ulaşmak muhaldir. Bu hakikate tâbi olmazsak, kendi kurduğumuz hesabın içinde şeytan hesabımızı görecek, azizliğin ziynetlerinden olacak, hafazanallah mahşere müflis olarak göçenlerden olacağız.
Unutmayalım!
Şeytan bütün amelelerini, sözde zafere giden yolda takmıştır ardına…
“LA GALİBE İLLALLAH!”
Ey Rabbim! Zafer senindir… Hissedar eyle… Bizi de seferine memur eyle!
Selam ve dua ile…