İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Tarsuslu bir Yahudi olan Pavlus (Saint Paul), Hazreti İsa’nın çağdaşıdır. Pavlus, Hak İseviliği tahrif ederek onun yerine, Yunan Paganizmi ile Yahudi öğretilerinin karışımından yaptığı bir bulamaç olan Hristiyanlığı koymuştur. Bu yüzden, Hristiyanlığın kurucusunun kim olduğu sorusuna rahatlıkla “Pavlus’tur!” diyebiliriz. Fetullah Gülen’in İslam’a yapmaya çalıştığı operasyon ile Pavlus’un hak olan İseviliğe yaptığı operasyon arasında anlayış birliği vardır. Hak olan İseviliğin bir şeriatı vardı, lakin Pavlus bu şeriata taalluk eden ayetleri İncil’in içerisinden çıkarıp onun yerine kendi sözlerini koyarak seküler bir din anlayışı inşa etti. Fetullah Gülen, Pavlus gibi ayetleri Kur’an’dan çıkarıp yerine kendi sözlerini koyamazdı elbette. Ama bunun yerine, Şeriata taalluk eden ayetlerin tarihsel olduğunu ve bu ayetlerde ifade edilen hususların da bu ayetlerin inzal olduğu zamandaki meselelerle ilgili olduğunu, bu sebeple bu ayetlerin günümüze hitap etmediğini söyleyebilirdi. Söyledi de zaten… Dinler arası diyalog projesi kapsamında yürüttüğü faaliyetlerde ve bu proje kapsamında yazdığı kitaplarda Hristiyan ve Yahudilerin de Müslüman olmadan Cennet’e gidebileceğinden, Cennet’e gitmek için kelime-i şehadetin ikinci kısmı olan “ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve rasulüh” kısmını söylemeye hacet olmadığından, Kur’an’da lanetlenen Yahudilerin bu ayetlerin inzal olduğu dönemde yaşayan Yahudiler olduğundan, yine Kur’an’da “dalalate düşen” olarak işaret edilen Hristiyanların da yine Allah Resulü devrindeki Hristiyanlar olduğundan ve günümüzdeki Hristiyanları kapsamadığından bahsederek İslam’ın itikat arsasına mayın döşemeye çalıştı yıllarca… Peki Fetullah Gülen bunları 15 Temmuz darbe girişiminden sonra mı söyledi? Hayır! 40 yıldır söylüyor… Bu dediklerine Anadolu insanını inandırmak için 40 yıl boyunca salya sümük ağlayarak siyer anlattı. 15 Temmuz’da başarılı olamadı belki ama insanımızın itikadını bulandırma anlamında büyük ölçüde başarılı oldu.
“Ne yani, elektriği icad ederek insanlığa büyük hizmet eden Edison da mı cehenneme gidecek?” veya “Yardımsever, güler yüzlü, Müslümanlara düşmanlık yapmayıp kendi halinde yaşayan Hristiyan ve Yahudiler de mi cehenneme gidecek?” sorusuyla çokça karşılaşmışsınızdır. Bu düşüncelerin insanımızın zihninde kök salmasında en büyük amil Fetulah Gülen’dir. Bütün bu düşünceler, yürüttüğü dinler arası diyalog projesinin bir meyvesidir. Fetulah Gülen, Servet Turgut’un deyimiyle “Eşdinsel” bir din anlayışı oluşturarak, İslam’ın omurgası mesabesinde olan itikad cephesini yok etmek istemiştir. Allah, dinini koruyacağını taahhüt ediyor. Bu anlamda Fetulah Gülen bütün halde bir başarı sağlayamadı. Lâkin, büründüğü koyun postuyla sürümüzden epey bir koyun eksilten kurtluklar yapmadı da değil.
Cennet’e gitmenin birinci derecede şartı, ne insanlığa fayda sağlayacak bir icatta bulunmak ne de iyiliksever bir insan olmaktır. Birinci derecede şart olan şey, imandır! İman olduktan sonra, az evvel bahsettiğimiz şeyler kıymet kazanır. Ayet meali:
“De ki: Size en çok ziyana uğrayanları haber verelim mi? Onlar dünya hayatında iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, çabaları boşa giden kimselerdir. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve Ona kavuşmayı (dirilmeyi, hesabı, ceza ve mükâfatı) inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir. Onlar için, kıyamet günü, hiç bir terazi tutmayız.” (Kehf 103, 104, 105)
Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in, itikadın ehemmiyetine dair enfes bir misali vardır. Mealen şöyle der Üstad:
“Beyaz bir tahtaya 1 rakamı yazın. Daha sonra 1 rakamının sağına 0 ekleyin. Bir 0 daha ekleyin… Takatiniz tükenene kadar 0 ekleyin… Siz 0 ekledikçe sayı büyüyecektir. Daha sonra ilk yazdığınız 1 rakamını silin. Sonuç: elde var 0! Eklediğiniz 0’lar ibadet ve amellerdir. En baştaki 1 de itikattır. Yani ameli anlamlı kılan başındaki itikattır, imandır…”
Elektriğin mucidi Edison da matbaanın mucidi Gutenberg de az evvel zikrettiğimiz ayette, “çabaları boşa giden” olarak zikredilen kimselerdir. Zira bu icadlar, Üstadımızın verdiği misaldeki 0 hükmündedir. Bu 0’ları anlamlı kılan da başlarındaki 1, yani imandır. Mezkur kimseler imansız oldukları için de onların dünya hayatındaki iyi görünen ve insanlığın faydasına olan çabalarının tamamı boşa gitmiştir. Bu hususta duyar kasıp, (haşa) Allah’a rağmen merhametli olmaya çalışmanın ve bu tür kimselerin de Cennet’e gidebileceğini söylemenin anlamı yok. Allah böyle buyuruyorsa, Müslümana düşen de burada baş kesip boyun eğmek ve bu işin hikmetini anlamaya dair kafa yormaktır.
Muhal farz; eğer Müslüman olmayanlar yaptıkları iyilikler sebebiyle cennete girebilseydi, buna en layık kişi Allah Resulü’nün amcası Ebu Talib olurdu. Çocukluk yıllarından itibaren Allah Resulü’ne kol kanat germiş ve vefatına kadar da Allah Resulü’nün sıkıntılarını hafifletmeye çalışmış olan amca Ebu Talip bile, iman etmediği için Cennet’ten mahrum olmuştur. Ebu Talip’in bunca iyiliğine rağmen, Allah Resulü’nün amcası için af dilemesi ve şefaat etmesi ayetle yasaklanmıştır:
“Akraba bile olsalar, onların Cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler hakkında Allah’tan af dilemek, ne Peygambere ne de îman edenlere uygun düşmez.”(Tevbe, 113)
İslam’ın bu ve buna benzer hususlarda hükümleri gayet net ve açık iken, Fetulah Gülen ve takipçileri bu hususu hafife alıp İslam’ın itikad arsasına mayın döşediler yıllarca. Hristiyan ve Yahudilere müşfik, Müslümanlara ise sert tavır takındılar. Mavi Marmara hadisesini hatırlayın… Fetulah Gülen bu hadise üzerine “Otoriteye(İsrail’e) itaat edilmeliydi.” diyerek Mavi Marmara’da şehit olan Müslümanları suçlayıp, İsrail’in gönlüne de su serpmişti. 15 Temmuz’da gerçekleştirdiği darbe girişiminden sonra olası bir haçlı işgaline de değinip “Haçlıların ülkenizi işgal etmesi çok tehlikeli değildir. Onlar ile sizin aranızda kırmızı çizgiler vardır. Onlar sizin kadınınıza, kızınıza, mabedinize ilişmezler. Ve bu zamana kadar da ilişmemişler.” diyerek kanlı ve zulüm dolu Hristiyan haçlı seferlerini aklamaya çalıştı. Beri tarafta ise Çeçenistan’lı, Filistin’li, Afganistan’lı, Irak’lı, Moro’lu, Doğu Türkistan’lı olupta dinini, vatanını, milletini, iffetini ve izzetini küffara karşı çiğnetmemek için mücadele eden bütün mücahidleri de terörist ilan etti. Tam da burada şu ayeti hatırlamak lazım:
“Muhammed, Allah'ın elçisidir. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih, 29)
Allah, Müslümanlara ve küfre karşı takınmamız gereken tavrı Kur’an’ında böyle ifade ediyorken, Fetulah Gülen ve kurduğu hareket de bu hususta Müslümanlara karşı şedid, küfre karşı da müşfik davrandılar yıllarca.
·Batı, Fetulah Gülen üzerinden yürüttüğü dinler arası diyalog projesi ile birlikte İslam aleminde pençeleri sökülmüş, ses telleri kesilmiş, heybet belirten saçları budanmış uyuz ve efemine bir Müslüman profili oluşturmayı amaçladı. Bu bahsettiğimiz profile en çok benzeyenlerin de bu hareketin mensupları olduğunu belirtmeye hacet yok diye düşünüyoruz. Üniversitelere başörtüsüyle girmenin yasak olduğu 2000’li yıllarda üniversitede gerçekleştirdiğimiz başörtüsü eylemlerine destek vermek şöyle dursun, eylem yaptığımız için bu tiplerin bizi provakatör ilan ettiklerine çokça şahit olduk. Fetulah Gülen’in, başörtüsü teferruattır, sözünü referans kabul eden FETÖ mensubu üniversite öğrencileri bahsettiğimiz dönemde başlarını açarak derslerine devam ettiler. Yani anlayacağınız bu hareketin mensupları, zoru görünce donlarını bile indirmeyi mübah görecek kadar şahsiyetsiz ve münafık bir kafa yapısına sahiptirler. Bunların inşa etmeye çalıştığı böyle bir İslam anlayışından küfür neden rahatsız olsun ki? Bırakın rahatsız olmayı batı zaten her platformda destekledi bunları…
Küfür, İslam’ı zayıflatmak ve sonrasında ortadan kaldırmak için tarih boyunca üç farklı strateji izlemiştir. İlki; doğrudan karşımıza geçerek aleni bir şekilde İslam’a saldırmak... İkincisi; münafıklık yapıp aramıza sızarak bizi içeriden çökertmeye çalışmak... Üçüncüsü ise; bizden olanları, kendi icad ettikleri fikir ve düşüncelerin mensubu kılarak, İslam’ın reforma ihtiyacı olduğu düşüncesine inandırıp, İslam’ın başını yine İslam’ın kılıcıyla koparmak... Fetulah Gülen ve bilumum reformistler üçüncü sınıf içerisinde yer alırlar ve bu üç sınıf içerisinde en tehlikeli olanlar da bunlardır. Malum, düşman içeride olunca kapı kilit tutmaz...
Hadiselere, Kur’an ve Sünnet’ten süzülerek inşa edilmiş bir fikrin penceresinden bakmanın lüzumu her sahada elzem olduğu gibi bu sahada da elzemdir. Dinler arası diyalog ve medeniyetler arası ittifak projeleriyle insanların kafasına “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” düşüncesi yerleştirilip hayatı çiçek ve böcekten ibaret bilme gibi bir kısır anlayış inşa etmek hedeflendi. Peki gelinen nokta itibariyle dünya böyle bir eksene oturtulabildi mi? Müslümanlara hoşgörülü davranıyor gibi gözüken Batı hakikatte Müslümanlara böyle mi davrandı? Batı’nın İslam aleminde yürüttüğü işgalin son 25 yılında öldürdüğü Müslüman sayısı resmi rakamlara göre 12,5 milyon… İsrail’in mevcut nüfusunun 1,5 katı… Hal böyleyken, Hristiyanlık ile İslamiyet arasında böyle bir ittifakın kurulmasından yana olmak asgari bağlı olunan dine ihanet demektir! Kurt ile kuzunun arkadaş olup kol kola girerek ormanda gezinti yapıldığına şahit olunmuş mudur bugüne kadar hiç? Eğer kurt böyle bir arkadaşlık teklifi ile kuzulara gelirse, kuzuların ilk elden yapması gereken, kurdun bu arkadaşlık teklifi ile ne kurtluklar düşündüğüne dair kafa yormaktır. Arkadaşlık için elini uzatan kurda elini bir verirse kuzu, bu aynı zamanda kolunu, gövdesini ve nihayet başını kaptırdığı anlamına gelir.
DİYALOGDAN ZİNAYA
2000 yılının nisan ayında Şanlıurfa’da “Dinler Arası Diyalog” isimli bir sempozyum düzenlendi. Sempozyum sonrasında da Hristiyan bir erkek olan Amerikalı sosyoloji profesörü Lester Kurtz ile Müslüman bir kız olan gazeteci Meryem Kurtz arasında nikah kıyıldı. Müftü, papaz ve hahamdan oluşan din adamlarına bu nikahı kıydırdılar. Üç dinin adamını da bu nikaha dahil etmekle, bu nikahın Hristiyanlıkça da Yahudilikçe de İslamiyetçe de uygun olduğu mesajını verdiler. Bunun üzerine damat efendinin(!) kendisinin hem Hristiyan hem de Müslüman olduğunu söylemesi üzerine de kıyılan bu nikahtan maksadın ne olduğu da anlaşılmış oldu. Doğurmak istedikleri algı şuydu: Cennet’e gitmek için MÜSLÜMAN OLMAK ŞART DEĞİLDİR. Hristiyanlar da Yahudiler de cennete gidebilir. Mühim olan iyi bir insan olmaktır. Tanrının cenneti, bütün insanlığı içine alacak kadar geniştir. Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz… Bütün bunlar Fetulah Gülen’in “Müslüman olmak için kelime-i şehadetin ikinci kısmını söylemeye gerek yoktur.” düşüncesinin bir sonucudur.
Müslüman bir kadının gayrimüslim bir erkek ile evlenemeyeceği Kur’an’da net bir şekilde ifade edilmiştir:
“... İman etmedikleri sürece, Allah’a ortak koşan erkeklerle, kadınlarınızı evlendirmeyin. Allah’a ortak koşan hür erkek hoşunuza gitse de iman eden bir köle ondan daha hayırlıdır.” (Bakara, 221)
Bu ayet, hicretten sonra gizli bir görevle Mekke’ye gönderilen Ebû Mersed’in başından geçen bir olay üzerine inmiştir. Ebû Mersed Müslüman olmadan önce Mekke’de yaşarken Anâk isimli bir kadını kendisine dost edinmişti. Müslüman olduktan sonra bu kadını Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etti. Daha sonra vazifeli olarak Mekke’ye dönünce Anâk onu gördü ve Ebû Mersed’i kendisiyle birlikte olmaya çağırdı. Ebû Mersed, “İslâm bana bunu yasakladı.” deyince bunun üzerine kadın, “Beni eş olarak al.” dedi. Ebû Mersed ise, “Resûlullah’a sormadan bunu da yapamam.” cevabını verdi. Medine’ye dönünce sordu, bunun üzerine mezkur âyet geldi ve kadın putperest olduğu için kendisine evlenme izni verilmedi.
İslam’ın, putperest veya gayri müslim olan erkekler ile Müslüman bir kızın evlenmesine yasak koyması ayetle sabit iken Fetulah Gülen’in başında olduğu hareketin sahip olduğu medya vasıtasıyla böyle bir evliliği “diyaloğun meyvesi” adı altında meşru göstermeye çalışması, İslam’danmış gibi gözükerek İslam dininin temelini oymaya çalışmak değil de nedir? İsmine evlilik dedikleri ama hakikatte zina olan bu birlikteliği de sahip oldukları Zaman gazetesinin 15 Nisan 2000 tarihindeki baskısında “Diyalogdan düğüne” başlığıyla haber yaptılar.
Kalenin surlarından eksiltilen bir gedik, o surların muhafaza ettiği sarayın da artık güvende olmadığı anlamına gelir. İslam da zerresinden feda edildiği takdirde tamamının ortadan kalktığı bir bütünlük dinidir. İslam’dan taviz verilerek İslam’a hizmet edilemez. Edileceğini iddia eden bir anlayış ise şeytanın kafasında düşünülerek verim alınması için sahaya sürülmüş bir dalalet projesidir. Bu hususla alakalı İmam Gazali Hazretlerinin nefis bir tespiti vardır. “Filozofların Tutarsızlığı” isimli eserinde mealen şöyle der Hazret:
“İslam’dan taviz vererek İslam’a hizmet ettiğini iddia edenin İslam’a verdiği zarar, İslam’a zarar vermek için çalışan bir kimsenin İslam’a verebileceği zarardan daha fazladır. Zira akıllı düşman, cahil dosttan evlâdır.”
Ne pahasına olursa olsun, Kur’an ve Sünnet’ten asla taviz verilemeyeceğine dair Hazreti Ömer’den bir misal verelim. Bir Yahudi gurubu Hazreti Ömer’e gelerek:
“Ya Ömer. İslam’a girmemiz için önümüzde duran engeli kaldır!”
Der. Hazreti Ömer de bu engelin ne olduğu sorar. Onlar da:
“Filan surenin, filan ayetinin, filan kelimesinin, filan harfi üzerindeki noktadır!”
Der. Yahudilerin bahsettikleri nokta bulunduğu yerden kalkıp harfin altına indiği takdirde ayetin manası değişecek ve böyleye Yahudilerin lehine bir durum söz konusu olacaktı. Yahudilerin bu isteğine ise Hazreti Ömer hiç tereddüt etmeden şöyle cevap verdi:
“O noktaya bir çengel taksanız, o çengele de kâinatı bağlasanız, o nokta aşağıya inmez!”
Kafirlere yaranma ve hoş görünme çabası, mukadder oluşlar halinde insanı mensubu olduğu dinin dışına çıkarır. Bununla da kalmaz, yine mukadder oluşlar halinde mensubu olduğu dine düşman olan cephenin saflarında yer almasına sebep olur. Tıpkı Fetulah Gülen örneğinde olduğu gibi… İslam’ın temel prensiplerinden taviz vererek gayri Müslimlere hoş ve şirin görünme çabası onun ve bağlılarının İslam düşmanlarıyla birlikte hareket edip askeri, iktisadi, istihbari ve siyasi operasyonlar ile İslam’ın merkez ülkesi olan Türkiye’yi hedef almalarına sebep oldu. Bir ahtapot gibi İslam alemini sarmış bulunan Batılılara karşı vatanını, dinini, malını, şerefini ve namusunu korumak için eline silah alarak mücadele eden bütün İslamî gurupları ağzından salyalar akıta akıta “Terörist!” ilan eden Fetulah Gülen böyle yaparak aslında ikamet ettiği ülkeye olan sadakatini dile getiriyordu. Batının İslam aleminde rahatlıkla at koşturabilmesinin önündeki en büyük engel bu bölgelerdeki silahlı Müslüman guruplardır. Batı, bu gurupların tasfiyesi için ne gerekiyorsa yapmıştır ve yapmaya da devam etmektedir. Batının, Fetulah Gülen’in şahsında yürüttüğü dinler arası diyalog projesiyle elde etmek istediği de zaten Müslümanları küfre karşı asil kılan ve dik tutan cihad arzu ve iştiyakını yok etmektir. Fetulah Gülen bu sebeple Çeçenyalı, Filistinli, Afganistanlı, Iraklı, Morolu, Keşmirli, Doğu Türkistanlı ve İslam âleminin diğer yerlerinde küfre karşı onurlu bir mücadele yürüten bütün İslami gurupları önündeki en büyük engel saydı ve bu gurupları İslam’a en büyük zararı vermekle itham etti. Gelinen nokta itibariyle de gördük ki vatanınız eğer kafirler tarafından işgal edilmişse onlara karşı yürütülmesi gereken mücadelede kesin zafer diplomaside değil namlunun ucundadır. Afganistan örneğinde olduğu gibi… Sovyet Rusya 1979 yılında Afganistan’ı işgal etti. Bu işgale karşı Afgan halkının cevabı gecikmedi ve direniş başladı… Bu savaş tam 10 yıl sürdü ve mutlak olarak Afgan mücahidlerin zaferiyle sonuçlandı. Afgan mücahidler Süper güç(!) Rusya’ya çok ağır bir darbe vurdular. Hatta bu darbenin de etkisiyle Sovyet Rusya dağıldı ve böylece dünya dengeleri değişti. Rusların yaptığı hatanın aynısını bu kez Amerikalılar yaptı ve 2001 yılında Afganistan’ı işgal etti. Bu işgal günümüze kadar devam etti. Ve Amerika, Taliban ile 29 Şubat 2020’de barış müzakeresi imzalamak zorunda kaldı. Bu müzakereye göre Amerika Afganistan’daki askerlerinin tamamını 14 ay içerisinde çekmeyi taahhüt etti. Amerika bu taahhüdünü yerine getirecek mi hep birlikte göreceğiz lakin imzalanan bu müzakere ile net olarak şunu gördük: Amerika’nın 2001 yılından itibaren savaştığı ve terör örgütü ilan ettiği ve buna da bütün dünyayı (Müslümanların çoğu da buna dahil) inandırdığı Taliban, süper güç(!) Amerika’yı müzakere masasına oturtmak zorunda bırakmıştır. Son 40 yılda verdiği mücadele ile iki süper güç olan Rusya’yı ve Amerika’yı dize getiren Taliban, ümmetin yüz akı olmuştur.
BÜYÜK DOĞU’NUN GÖZÜNDE DİNLER ARASI DİYALOG
Fetulah Gülen ve temsil ettiği anlayış ile askeri, adli, iktisadi ve siyasi alanda mücadele etmek elbette gereklidir lakin yeterli değildir. Çünkü bu tedbirler uzun vadeli değil, geçicidir. İleride iktidara bunlara yakın bir parti geldiği takdirde bu saydığımız alanlar da o partinin emrinde olacağı için bu yapıyla gerçekçi bir mücadele yürütmüş olmazsınız. Bu yapı ile en kesin ve keskin mücadele ancak fikir ve düşünce temelli bir yapı ile mümkündür. Ve böyle bir yapı da resmi anlamda ülkemizde yoktur. Mevcut İslamî camiaların da böyle bir yapı ile ilgili ne hassasiyeti ne gündemi ne de bunu gerçekleştirecek bir fikir ve düşünce alt yapısı vardır. Mevcut İslamî camiaların çoğu 17-25 Aralık hadisesinden önce FETÖ denilen yapının itikadi ve fikri anlamdaki arızalarına dikkat çekmedi bile. Dikkat çekmemesi şöyle dursun, bu yapıların birçoğu da FETÖ’nün o dönemde sahip oldukları nimetlerden hisselenmeyi bildiler. Aynı camialar bu kez 15 Temmuz’dan sonra televizyon televizyon gezip, aslında biz bunların çok tehlikeli bir yapı olduklarını söylemiştik, gibisinden beylik laflar ettiler. Büyük Doğu dünya görüşüne kendisini nispet eden hiçbir grup veya teşekkül, Fetulah Gülen ve dinler arası diyalog meselesinde asla yanılmamıştır. Üstadımız Necip Fazıl böyle bir tehlikeye daha Fetulah Gülen ortada yok iken dikkat çekmiştir. Dinler arası diyalog denilen Vatikan merkezli proje Fetulah Gülen ile başlamış bir faaliyet değildir çünkü. Tarihi çok eskilere dayanır. 1940’lı yıllarda bu projenin Türkiye sorumlusu Hamdullah Suphi Tanrıöver’di. Üstadımız bu hususu yaşadığı dönemde yazdı. Hatta Üstadımız bu mevzuyla ilgili Hayrettin Karaman’ı da haşlamıştır. Hayrettin Karaman da hatırlarsanız Fetulah Gülen’in kral olduğu dönemlerde dinler arası diyaloğun ateşli savunucularındandı. Hatta bununla ilgili “Polemik Değil, Diyalog” isimli bir kitap bile yazdı kendisi… Aynı Hayrettin Karaman, dinde reform söylemlerinin ivme kazandığı 1970’li yıllarda da İbn Teymiyye, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un fikirlerinin propagandasını yapıyordu. Rüzgarın estiği yöne göre istikamet tayin edilmesi gibi bir durum söz konusu anlayacağınız…
Aslında, Fetulah Gülen dahil bütün dinde reformcu kesimlerin kafalarında, Allah Resulü’ne indirilen İslam’ı beğenmemek ve devrin şartlarına göre İslam’ı yeniden revizyona sokmak gibi bir düşünce vardır. İslam’ı mevcut haliyle beğenmediklerini ve eksik bulduklarını açık açık söyleyemedikleri için (içinde bulunduğumuz zaman itibariyle açık açık söyleyenler de var artık) devrin şartlarının da göz önünde bulundurularak bazı meselelerin yeniden değerlendirilmeye muhtaç olduğunu ifade ederler hep... Asla yapmadıkları şey ise Kur’an ve Sünnet’ten taviz vermeden yine Kur’an ve Sünnet’ten süzülerek oluşturulacak bir fikir manzumesi işidir. Üstadımız Necip Fazıl’ın bahsettiğimiz ölçüye göre imar ettiği Büyük Doğu dünya görüşü, tam da ihtiyacımız olan bu fikir manzumesine karşılık gelmektedir. Büyük Doğu’nun, Fetulah Gülen ve dinler arası diyalog bahsinde yanılmamasının sebebi de bahsettiğimiz Kur’an ve Sünnet’ten süzülmüş bir fikir bütünlüğüne sahip olmasından dolayıdır. Kuruluş tarihi olan 1943’ten bu zamana kadar Dinler Arası Diyalog da dahil olmak üzere hiçbir reformist düşünce Büyük Doğu turnikesinden geçememiştir!
Hamdullah Suphi Tanrıöver’in yaşadığı dönemde dinler arası diyalog projesinin Türkiye sorumlusu olduğundan ve Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in de bu hususla alakalı hususi olarak ilgilendiğinden bahsetmiştik. Hadise şöyle gerçekleşir. Hamdullah Suphi Tanrıöver, Patrik Athenagoras’ı Türk Ocağı merkezine davet eder. Hamdullah Suphi, patriği, “Dinler Arası Kongre” vesilesiyle gittiği Amerika’da tanır. Türk Ocağı’nda gerçekleşen bu programı devrin Vatan Gazetesi manşetine taşıyarak şöyle haber yapar:
“Hamdullah Suphi Tanrıöver, bundan sonra, Patrik Athenagoras’ın gösterdiği yakınlıktan bahisle, Türk milletinin dinler ve milletler arasında yakınlık istediğini, Patrikhane’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan da eski bulunduğunu, Bizans’ın bir yadigârı olduğunu ve aramızda konuşulan eğlencenin yabancı gelmediğini, tek emelin Türkiye topraklarında müşterek bir kültür kurulması olduğunu, her iki milletin tarih bakımından çok eski olduklarını belirtmiş ve büyük mazinin mahfuz kalacağını söyleyerek şöyle devam etmiştir:
Kendilerinin işgal ettikleri makam çok büyüktür. İnandıkları ve inandığımız yolda bütün Ortodoks âleminin faaliyette bulunması için, manevi nüfuzları en büyük amil olacaktır!”
Bu hadise üzerine de Üstadımız “KOVADİS?” başlığı altında kaleme aldığı yazısında aynen şöyle der:
“Heeeeey, heeeeey, heeeeey, Müslüman Türk Topluluğu! “Türk Ocağı” gibi bir yaftanın altında veya maskenin arkasında, bu sözler senin yüzüne nasıl söylenebilir? Cedlerinin raşedar şahadet parmakları halinde göklere uzattığı minarelerle çevrili, İslamın Bizansa karşı tarihi zafer beldesinde, bir Hamdullah Suphi Tanrıöver, resmen ve alenen, Patriğin manevi sahabetine nasıl sığınır, Patrikhane’nin Osmanlı İmparatorluğundan eski olduğunu niçin söyler, Bizansın bir yadigarı olduğunu ne yüzle telaffuz eder, aramızda konuşulan eğlencenin yabancı olmadığını, yani ana dilimiz gibi bizden olduğunu ne cesaretle iddia eder ve tek emelinin Türkiye topraklarında müşterek bir kültür kurulması olduğu lafı ile acaba neyi kasdeder?”
Kovadis, aslen Latince bir kelime olup “quo vadis” kelimelerinden oluşur. Türkçe karşılığı “Nereye gidiyorsun?” demektir. Üstadımız da kaleme aldığı yazıya bu başlığı koyarak aslında şunu kastetmek istemiştir:
“Düzenlediğiniz bu organizasyon ile elde etmek istediğiniz maksak nedir? Dinler arasında kültürel bir ittifak kurmak düşüncesinden yola çıkarak nereye gitmek istiyorsunuz?”
Nereye gitmek istediklerini de aynı yazının devamında şöyle ifade eder Üstad:
“Amerika’daki dinler arası kongreye iştirak vesilesi ile Patriği tanıyan Hamdullah Suphi, yoksa Patriğin maiyetinde, Peygamber ve Şeriat farkı ihtilâfını kaldırıp, sadece Allah’ın varlığı ve birliği üzerine müesses yeni bir din (!) sevdasında mıdır ve bunun için mi eski ve malûm Türk Ocakları Reisi cübbesine bürünmeye lüzum görmüştür?”
Evet… Bu ittifak ve diyalog sonucunda ulaşılmak istenen de aynen budur. Bu hedeflerine kısmen de olsa Fetulah Gülen üzerinden ulaşır gibi oldular diyebiliriz. Böyle dememizin sebebi FETÖ hareketinin artık bu ülkede meşru bir şekilde faaliyet yürütebilmesinin sona ermesinden dolayıdır. Zira bu yapılanmanın terör örgütü ilan edildiği tarihe kadar az evvel bahsettiğimiz amaca kısmen ulaştılar. Bugün ülkemizde Hristiyan ve Yahudi olanların da Cennet’e gideceğini düşünen bir kitle var. Bu kitlenin mimarı da şüphesiz Fetulah Gülen’dir.
Dinler arası bir ittifak kurma bahanesiyle asıl gerçekleştirilmek istenen şey İslam’ın omurgasını çökerterek dünyanın İslamlaşmasının önüne geçip, ondan kalan boşluğu da Hristiyanlık veyahut Yahudilikle doldurmaktır. Bakınız, tam da yeri gelmişken tarihi bir hakikatten bahsedelim. İyi ile kötünün, hak ile batılın ittifakında kaybeden hep iyi ve hak olur. Bu kural, zamana ve zemine göre değişmeyen, bütün zamanları ve zeminleri kapsayan bir hakikattir. Yahudiler Hazreti Musa’ya gelen Tevrat’ı tahrif ettiler, Allah da Hazreti İsa’yı gönderip ona İncil’i vahyetti. Yahudi (Pavlus) yine boş durmayıp bu sefer de İncil’i tahrif etti. Peygamberleri ve kitapları göndererek kullarını hiçbir zaman başıboş bırakmayan Allah bu sefer de insanlığa son din olan İslam’ı gönderdi. İslam’ın tahrif olan Hristiyanlığa ve Museviliğe olan üstünlüğü, güneşin kibrit alevine olan üstünlüğü gibidir. Hal böyleyken siz takdir edin bakalım, İslam ile diğer dinlerin arasında kurulacak bir ittifakın kaybedeni kim olacaktır?