İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Üstad’ın;
“Son günüm olmasın dostum
Çelengim, top arabam
Alıp götürsün beni
İnanmış dört adam”
Şiirinde bahsettiği dört adam, kemmiyyet hesabıyla küçük ama keyfiyet hesabıyla çok büyük bir kıymete denk gelir. İnanmışlık, inanılan şeye adanmışlık ruhu ile yapılabilecek icraatları bir düşünün… Ve Allah Resûlü’ne isnad edilen şu sözü hatırlayın:
“Müslümanların sayısı 10 bine ulaşınca, artık onları kimse yenemez!”
Şu an dünya üzerinde yaklaşık 2 milyar Müslüman yaşıyor. Yani hadiste bahsedilen Müslüman sayısının yaklaşık 200 bin katı… Müslümanlar böyle bir nüfus gücüne sahip olmasına rağmen İslam tarihi boyunca hiç yaşamadığı zilleti yaşıyor bugün… Suriye’de tüyü bitmemiş yetimin/öksüzün başına ansızın milyon dolarlık bombalar yağıyor… Myanmar’da, yaşadığı evleri diri diri ateşe veriliyor… Avrupa’ya iltica etmiş Müslümanlara adeta bir hayvan muamelesi yapılıyor… Afganistan’da yaşları 8 ila 14 arasında değişen çocuklardan müteşekkil bir medreseye, terör örgütü(!) üyesi olduğu iddiasıyla Amerika’nın bıraktığı bir bombayla onlarca çocuk şehit ediliyor… Çin, Doğu Türkistan’da yaşayan Müslümanlara dinlerini asgari miktarda yaşamasını bile çok görüp, güya eğitmek maksatlı kurdukları kamplarda Müslümanları adeta açık hava hapishanesinde tutuyor. Başınızı iki elinizin arasına alın ve İslam dünyasını gözünüzün önüne bir getirin bakalım, Müslümanların zulüm görmediği bir yer bulabilecek misiniz?
Allah Resûlü’nün bahsettiği sayının 200 bin katı bir nüfusa sahip olmamıza rağmen yaşadığımız zilleti ne ile izah edeceğiz peki? Böyle bir durumda ya hadisin sahih olmadığına hükmedilir yahut hadiste bahsedilen 10 bin sayısı ile neyin kastedildiğine kafa yorulur… Böyle kahredici bir manzara karşısında biz hadisin sıhhatini araştırma kolaylığına ve ahmaklığına başvurmak yerine gelin Allah Resûlü’nün 10 bin Müslümandan kastının hangi Müslüman tipi olduğuna dair biraz hikmet ve irfan mesaisi yapalım…
Muhkem kaleler gibi sapa sağlam bir itikada, anne sütü kadar helal ve tertemiz ihlaslı bir hayata, lif lif örgüleştirilerek oluşturulmuş bir fikre, ak sütün içindeki ak kılı görebilecek bir stratejik ve siyasi akla, İslam’ı her sahada temsil ve tatbik edebilmek gibi bir liyakate, küfre korkulu rüyalar gördürecek bir cesarete, mukaddesatı için icabında evlad-ü iyalinden bile geçebilecek dava ahlakına sahip bir Müslüman düşünün… Bu bir tane Müslüman bile belirttiği keyfiyet hesabıyla hakikatte izsiz ve esersiz bir hayat yaşayan yüz bin tane Müslümana bedel değil midir? Ve böyle bir Müslümandan 10 bin tane olduğunu düşünün… Ve bu 10 bin Müslümanın fert fert değil de topluluk hakikati gereği bir bütün halinde ve biribirine senkronize olmuş şekilde planlı ve programlı hareket ettiğini düşünün… İlimde, fikirde, sanatta, iktisatta, siyasette, aksiyonda biribirine perçinli ve tek vücut gibi hareket eden 10 bin Müslüman… Bugünün dünyasında, dünya görüşü çapında bir fikre sahip olmayan, hatta biribirini bile tanımayan 100-200 tane insanın bir araya gelip sadece maddi çıkarları için cemiyetin en işlek kavşağında basın açıklaması veya protesto yürüyüşü yapmaları bile asgari devletin başının bu sese kulak vermesine yetiyor… Buna karşılık siz bir de az evvel bahsettiğimiz keyfiyete malik 10 bin tane Müslüman ile İslam’a ve Müslümanlara gadreden küresel zalimlere karşı yürütülecek ilmî, fikrî ve siyasi mücadelenin Müslümanlar lehine sonuçlarını bir hayal edin…
Müslümanlar olarak fikirde ve aksiyonda varlık belirtmedikçe, küfür de varlığımıza kastetmeye devam edecektir. Kâinât boşluk kabul etmez... Unutmayalım, küfrün cesaret deposunu Müslümanların korkaklık yakıtı doldurur!
Tesbih ve İmâme, İslam Âlemi ve Türkiye
Türkiye’nin İslam âlemine nispeti, tespihin imâmesinin tespih tanelerine nispeti gibidir. 7 asır boyunca İslam’a sancaktarlık yapmış olan bu mübarek milletin bir asır önce yere düşmesiyle bize hem zâhirde hem de bâtında bağlı olan bütün Âlem-i İslam da yere düştü. “Yiğit düştüğü yerden ayağa kalkar.” Hakikatince de ancak biz ayağa kalkarsak Âlem-i İslam ayağa kalkabilir. Hilafetin kaldırılmasıyla İslam âlemi ile olan aramızdaki zâhir bağları koparıldı lakin bâtın nispetimizi hala muhafaza ediyoruz. Çıkmamış candan umudun kesilemeyeceği gibi, kopmamış bâtın nispetinden mülhem de umudumuz hâlâ diridir. Düştük ama ölmedik…
Bir anne kuş düşünün… Yuvasında, beslemekle mükellef olduğu yavruları var… Yavruları, annelerini henüz yuvasına dönmeden uzaktan duyulan kanat seslerinden bile tanıyıp ağızlarını açarlar… Anne yem ile gelecektir çünkü… Bugün Türkiye’de öze dönüş anlamında derinden bile olsa bir kanat sesi duyulsa, İslam âlemi de tıpkı yuvadaki yavrular gibi beklentilerini ve hasretlerini sesin geldiği yöne doğru çevirmekteler. Ve bundan ötürü de Türkiye’den çok şey beklemekteler. Bu anlamda Türkiye olarak mesuliyetimiz ağır… Ağırlığıyla birlikte bir de bu mesuliyeti ifa ederken avlanma sahasında ve yuvanın etrafında mücadele etmek zorunda olduğumuz yılanlar, çıyanlar ve akbabalar var… Anlayacağınız, canımıza kasteden bu mahlûklarca kuşatılmış vaziyetteyiz. Ama o yemi de o yavrulara ulaştırmak zorundayız. Bunu yapamadığımız takdirde yavrular ölecek… Bu saatten sonra da anne kuş olarak bizim yaşamamızın bir anlamı kalmayacak… Anneyi ayakta tutan şey, yavrusunu yaşatmaktaki azim ve mücadele içgüdüsüdür çünkü… Ya yavrularımızla birlikte yaşayacağız ya da yavrusunu kaybetmiş ama yaşamaya da devam eden hilkat garibesi bir anne olacağız… Şimdi olduğu gibi…
Konumuzu Suriye özelinde müşahhaslaştıracak olursak… Suriye’de patlayan savaş sebebiyle Türkiye’ye ilk göçün başladığı yıllarda, zulümden kaçıp ülkemize hicret eden Suriyeli bir Müslüman ile Türkiye’li bir Müslüman arasında adeta ensar-muhacir nispeti vardı. Şimdi ise bu nispet bağının zayıflamaya başladığına dair emareler görülüyor. Yakın bir zamanda Şanlıurfa’da bulundum. Bu bahsettiğim emareleri bizzat yerinde müşahede ettim. Şanlıurfa gibi misafirperver, sofrasında sürekli tıpkı İbrahim Peygamber’inki gibi misafir eksik olmayan cömert ve diğergam bir bölgemizin bile Suriye’li kardeşlerimizden rahatsız olmaları beni ciddi anlamda rahatsız etti. Rahatsız oldukları şeylere toplu olarak baktığımızda ise kültürel uyuşmazlıkların ön planda olduğunu söyleyebiliriz. Bu bahsettiğimiz rahatsızlıkların Türkiye genelinde de ufak tefek farklılıklar dışında aynı olduğunu söyleyebiliriz. Bunun yanında Suriye’li vatandaşın esnaf dükkanı açarak vergi ödememesi, ucuz iş gücü sağladıkları için bölge insanının iş bulmakta güçlük çektikleri iddiası gibi ekonomik durumlar da var tabi… Bütün bu uyuşmazlık ve anlaşmazlıklar ise siyah ile beyaz arasındaki gibi zıtlık belirten bir ayrılık değil, devletin terbiyesi ve kontrolü altında fırsata çevrilebilecek cinsten bir şey...
Suriye’lilerin ülkemize gelmeye başladığı günden bu zamana kadar Suriye’li hakkındaki menfi tutumunu hiç değiştirmeyen bir kitle de var ülkemizde tabi… Hoş, bu kitlenin, Müslüman olmamız hasebiyle bu ülkenin vatandaşı olan bizlere karşı da yüz yıllık bir düşmanlıkları söz konusu… Bu düşmanlıklarını darbeler, yalnızlaştırmalar gibi değişik yollara başvurarak göstermişlikleri de mâlumunuz… Yani anlayacağınız, ülkemizin mezkûr mukaddesat düşmanı akbabaları ile düne kadar Suriye’liye ensar olan mukaddesatçıları Suriye’li düşmanlığı paydasında eşitlendiler gün itibariyle… Biz de buradaki tehlikeye projektör tutmak istiyoruz. Biraz evvel de bahsetmiştik, biz anne kuşuz ve bütün İslam âlemi de bizim yavrularımızdır diye… Mekke’li Müslümanlar küfrün baskılarına daha fazla dayanamayıp Allah’tan gelen müsaade ile birlikte Medine’li ensar kardeşlerinin yanına hicret ettiklerinde madde gözüyle bakıldığında hiçbir şey yolunda gitmedi. Bugün hicretten bahsederken bunu iki cümle ile anlatıp geçiyoruz lakin hicret demenin malını, mülkünü, eşini, dostunu icabında geride bırakıp vatanından ayrılmak demek olduğunu, hicret esnasında türlü sıkıntılara maruz kalındığını, hicret etmekle sıkıntıların bitmeyeceğini, hicret ettiğin bölgede de bu sefer adaptasyon, kültürel ve ekonomik sorunlarla yüzleşmek zorunda kalınacağını, dil sorunu yaşanacağını hiç göz önünde bulundurmuyoruz. İslam âlemine tabir-i caizse ağabeylik yapmak demek, icabında bu bahsettiğimiz sıkıntıları göğüslemek demektir. Zaten ensâr demek, koruyup kollayan, müdafaa eden kimse demek değil mi? Yavru kuş ufak tefek yaramazlıklar yaptı diye anne kuş onu bu kabahatinden ötürü uçurumdan aşağıya atar mı hiç? Adı üstünde annedir o… Anneye düşen vazife, hata yaptığında yavrusunu kapı önüne koymak değil, o yavruyu terbiye etmektir. Yeri geldiğinde, “Yedi asırdır İslam âlemine sancaktarlık yapmış bir milletiz biz.” Diye övünüyoruz. Övünelim de zaten… Ama bu övünce layık olmanın bazı cefaları ve sıkıntıları da beraberinde getirdiğini bilelim. Büyük millet olmanın gerektirdiği sorumluluklar da büyüktür. “Yurtta sus, cihanda sus!” mantığıyla hareket ederek beş tane tavuğuyla kümesinde pinekleyen bir horoz, zâhir planında mesuttur belki ama orman düzenine hâkim olmak isteyen birisinin de aslanlığın gerektirdiği şartları taşıması ve bunun sorumluluklarını yerine getirmesi lazımdır.
Yavruları yemek için başvurmayacakları yol olmayan akbabaların, yılanların ve çıyanların yavrular aleyhinde ağız birliği yapmalarını anlarız belki ama bunlarla birlikte anne kuşun da yavrularına düşmanlık yapan bir dili konuşmasına asla rıza gösteremeyiz. Bu hale rıza göstermek demek ilk etapta yılan, çıyan ve akbabaların yavruları mideye indirmesine, sonrasında da mukadder oluşlar halinde aynı mahlûkat tarafından anne kuşun da bir punduna getirilip mideye indirilmesine razı olmak demektir.
Bu hinliği görelim ve gösterelim… Aksi takdirde mezkûr zümre tarafından gün gelir baş gözümüzden bile edilir ve topluca kör ediliriz!
Tevekkül Nedir?
Allah var, keder yok… İşlerini Allah’a havale edenlerin sıkıntı anlarında demirleyeceği sağlam bir limandır tevekkül… Ama bu tevekkül asla mevcuda razı olmak ve aksiyon belirtmemek demek değildir. Tevekkül, kulluk mesuliyetini yerine getirdikten sonra işlerin sonunu Allah’a havale etmektir. Nitekim Allah bizleri zaferle değil seferle mükellef kılmıştır. Tevekkül; sefere çıkmayıp bir köşede pineklemek değil, sefere çıktıktan sonra sonuca dair fazla hesap kitap yapmayıp seferin sonunu Allah’a ısmarlamaktır. Zaten her işi Allah’a dair olanlar, bir iş ile meşgul olurken bile aslında mütevekkil değil midir? Allah ile kalkan, Allah ile yürüyen, Allah ile duranlar… Burada şu kutsi hadisi hatırlayalım:
“Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum.” (Buhârî)
Allah ile işitmek, Allah ile görmek, Allah ile tutmak, Allah ile yürümek… Her faaliyet sahasına Allah’ın rızasını gözeterek atılmalı ve işlerin sonunu Allah’a havale etmeli… Bu faaliyetlerin nihayetinde müspet bir sonuç hâsıl olursa bunu Allah’tan, menfi bir sonuç hâsıl olursa da nefsinden bilmeli…
Okumuyoruz
Okumuyoruz… Dünya yepyeni bir döneme giriyor, siyasi anlayışlar değişiyor, küresel küfür şebekeleri İslam dünyası üzerinde yüz yıllık hesaplar yapıyor ama biz tıpkı ağustos böceği gibi tembellikte sınır tanımıyoruz. Koskoca vatanı adeta rehavet hamağına çevirmişiz ve bu hamakta sallanmakla meşgulüz… İslam âlemi üzerinde oynanan oyunları bozmak ancak düşünen, fikreden bir millet olmakla mümkündür. İnsan da ancak kelimeler ile düşünür… Dil bilmeyen insan düşünemez. Düşünmek ve tahayyül etmek ameliyesini, yürümeye yeni başlayan çocuğun bir şeylere tutunarak yürümesine benzetebiliriz. Düşünmek ameliyesinde kendisine tutunarak mesafe kat edilen şey de kelimedir, dildir… Kelimeler… Kelimeler; ruhun ıstırabını, aşkını, idealini, hasretini ifade etmek için kendisini döllediği rahimdir… Hiç rahim olmadan doğum gerçekleşir mi?
Kutlu doğum için ana rahmini tekmeleyen istikbâlin mübarek gencine bin selam…
Baba ve Çocuk
Baba müessir, çocuk eserdir… Baba mimar, çocuk imardır… Bir çocuk, babasının faaliyet bütününün mecmuudur… Eskinin:
“Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”
Sözüne nispeten, “Bana babanı söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”
Diyebilir miyiz? Aslında diyebilmeliyiz. Biz de tam olarak bundan bahsediyoruz. Alimden zalim, zalimden alim doğar, toplumsal şartlar çocuğunuzu elinizden alır ve kendi şartlarına göre şekillendirir ve siz buna müdahale edemezsiniz, bunlar ayrı husus… Biz devlet ve millet eliyle tesis edilmesi gereken müesseseden bahsedelim… Çocuk aslında bir tuval gibi ressam olan babasının karşısında durur. Ressama, o tuvale sanatıyla birlikte şahsiyetini de resmetmek düşer. Belirtmeye gerek var mı bilmiyoruz ama burada bahsettiğimiz baba, mukaddes ölçüler ile tarifi yapılmış, mesuliyeti belirlenmiş ideal bir Müslümandır.
Çocuk, babasının tohumudur. Baba bir çiftçi maharetiyle o tohumu ıslah edilmiş toprağa bırakır ve onu en emin şartlar içinde yetiştirip terbiye eder. Ancak bundan sonradır ki o tohumdan ormanlık çapa erişebilecek bir fikir ve aksiyon bekleyebilir. Bu mübarek mimar-imar, müessir-eser nispetini bahsettiğimiz şartlar içinde yürüttüğümüz sürece saadetli devirlerin kapısı aralanacak demektir. Yoksa her gelen yeni neslin, kendisinden önceki nesli aratacak derecede bir ucubelik belirteceğini tahmin etmek hiç de zor değil.
Devlet de milletine nispeten baba gibi olmalıdır. Millet, çocuk; devlet, babadır… Devlet, baba olmanın şartlarını yerine getirdikten sonra da çocuğunu istediği gibi yetiştirebilmelidir. Çocuğunu sokağa gelişigüzel bırakan ve onu akşamında bambaşka bir şekilde bulan baba nasıl ki kendi ettiğini bulursa, devlet de çocuğu mesabesindeki milletini hürriyet, eşitlik, demokrasi gibi popüler kültürün şekerle kaplanmış tuzaklarıyla baş başa bırakırsa, yarın değilse bile öbür gün mutlaka bu çocuktan göreceği muamele kendisinin babalık haklarının inkâr edilmesi olacaktır. Ama dediğimiz gibi baba, babalık vazifesinin gerektirdiği şartlara malik olacak… Bir de mezkûr tuzaklara çocukla birlikte babanın da düşmesi vardır ki böyle bir durum toplumsal intihardan başka bir şey değildir.
Aşk'a Dair
Abdülhâkim Arvasi Hazretleri… Üstad Necip Fazıl’ın şeyhi… Bir gün İstanbul’da kapalı çarşıda esnaf ziyaretinde bulunurken tanıdığı bir esnaf ona şöyle hitap eder:
“Efendim! Dua etseniz de Ümmet-i M……d kurtuluşa erse!”
Hazret bu şahsa dönüp anında şu mukabelede bulunur:
“Siz bana Ümmet-i M......d’i gösterin, ben de size anında kurtulduğunu haber vereyim…”
Hazret bu şahsa özlü bir cevap ile karşılık vererek ortamın müsait olmayışından ötürü Ümmet-i M……d olabilme liyakatinin asgari şartlarından bahsetmemiş. Bizler de dost meclislerinde sürekli şu soru ile karşı karşıya kalmışızdır:
“Bu millet tekrar eski haşmetli devirlerine nasıl kavuşabilir?”
Biz de sürekli şu cevabı vermişizdir:
“O devirde olupta bu devirde olmayan şey ne ise o şeyi tekrar elde ederek kavuşabilir…”
“O şey nedir?”
Sorusuna verdiğimiz cevabı söyleye söyleye dilimizde tüy bitmiştir belki ama yine de o şeyi söylemekten imtina etmemişizdir ki o şey şudur:
“AŞK…”
Aşk dediysek siz sakın onu sevgilisinin apış arasında arayan züppenin kafa ve kalp trafiğini işgal etmiş olan şehveti anlamayın… Aşk, inandığın ve sevdiğin mukaddes değerlerde fani olmaktır! O değerlerden başka hiçbir şey görmemektir!
Kılığı sahte, edası sahte, kavgası sahte, aşkı sahte, şusu busu, hâsılı her şeyi sahte… Evet… Böyle sahteler sahtesi bir genç neslimiz var bugün… Tek tük orijinallik belirten grup ve yapıları istisna tutuyoruz ama onlar da bu bahsettiğimiz sahte nesle nispeten devede kulak bile değiller… Bu gençlik ile bırakın küfür ile siyasette, fikirde, ilimde varlık-yokluk belirten bir meydan savaşına girmeyi, çelik-çomak bile oynanamaz! Çelik-çomak bile orijinal bir çocuk ile oynanır çünkü… Bu nesil ayak tırnağından saç teline kadar bütün halde sahte…
Uyandığı günü son günü bilip, hem ahirete eli boş gitmemek hem de dünyada dikili bir ağacı olmak nevinden bir çalışma azmine ve heyecanına sahip olmak lazım. Son bir asırdır bitpazarında yaşamasına lutfen müsaade edilen kıymetlerimizi tekrar layık olduğu mevkiye çıkarmak ancak böyle bir aşk adamı olmamızla mümkün olabilir. Aksi takdirde o bitpazarı bile bir gün bize fazla görülür…
Sahabeyi Bedir’de ağabeyi, amcası, dayısı ve babası ile karşı karşıya getiren şey Allah ve Resûlü’ne duyduğu “AŞK”tır… Yine aynı sahabeyi yerinden yurdundan ettirip dünyanın dört bir yanına hicret ettiren ve hicret ettiği bölgedeki insanları İslam’a davet ettiren şey Allah ve Resûlü’ne duyduğu “AŞK”tır… Hazreti Ömer’e “Fırat’ın kenarında bir kurt, kuzuyu kapsa Allah onun hesabını Ömer’den sorar diye korkarım.” dedirterek onu adalet sarayının burçlarında bayraklaştıran sembol şahsiyet yapan şey onun Allah ve Resûlü’ne “AŞK” derecesinde bağlılığıdır… İslam tarihi boyunca fikirde, siyasette, askeri sahada, sanatta, estetikte, mimaride ve insan emeğinin mahsulü olan daha birçok sahada kendisine hayranlık duyulan ne kadar başarı varsa bu başarıların hepsinin de temelinde “AŞK” harcı vardır. En küçük sahabenin aşkının zekatına bile sahip olsak, içinde bulunduğumuz zillet halinden kurtulmamız için bu bize fazlasıyla yeter.
“AŞK”ından ötürü seven, nefret eden, gayrete gelen ve hayatını “AŞK”ına göre anlamlandırıp her anını “AŞK” ile yaşayan bir nesil imar etmek mecburiyetindeyiz. Aksi halde alınan ve alınacak bütün tedbirler akıntıya karşı kürek çekmek kadar boşunadır…
Son sözü “AŞK”ı hayatının sonuna kadar her an yudumlamış olan ve “AŞK”tan başka bir sermayesi olmayan İmam-ı Rabbani Hazretleri söylesin:
“Aşk, Ebedi Sevgili’den(c.c.) gayrı her şeyi yakmaktır!”