Kudüs, Senin Gırtlağın!

Yazan: 04 Ocak 2024 820

İsrail, kötü huylu, yayılmacı bir urdur. Kemoterapi uygulanıp durdurulmazsa öldürme hedefi yalnız Filistin topraklarındaki insanlar değil, hatta yalnız “İki Nehir Arası Topraklar”ındaki insanlar da değil, bütün dünya topraklarındaki insanlardır, insanlıktır… Öyleyse İsrail’in uyguladığı vahşet politikalarına kayıtsız kalmak, Müslüman bir kimseyi tedrici olarak evvela Müslümanlığından, sonra Türkiye sevdasından, ennihayetinde de insanlığından düşürür… Kimseye öfkeden doğma bir hakarette bulunmuyoruz… Gayet sakin ve dibine kadar makul bir tahkikle, gerçekte olup da tam olarak belirmeyeni tebellür ettirmeye çalışıyoruz…

Şöyle ki; İsrail, dünyadaki tek din devletidir ve varlık gerekçesi de Tevrat’taki şu gibi ayetlerdir:

“O günde Rab, Abraham’la ahdedip dedi: Mısır Nehri’nden büyük nehre, Fırat Nehri’ne kadar bu diyarı, Kenileri ve Kenizzileri ve Kadmonileri ve Hittileri ve Perizzileri ve Refaları ve Amorileri ve Kenanlıları ve Girgaşileri ve Yebusileri senin zürriyetine (soyuna) verdim…” (Tevrat-15. Bab)

Mısır Nehri Nil Nehri’dir, Fırat Nehri’ne kadar olan topraklar, vaat edilmiş topraklar (Arz-ı Mevud) olarak Yahudilerindir ve İsrail terör yapılanmasının sözde bayrağındaki iki çizgi bile, bu iki nehri ve bu iki nehrin arasındaki Yahudi hâkimiyeti simgelemektedir. Türkiye’nin topraklarının bir kısmı, mesela Kayseri bile Tanrı Yehova’nın Yahudilere vaat ettiği topraklar içerisindedir. Öyleyse “Benim Filistin diye bir davam yok!” diyen bir kimse aynı zamanda asgarî “Benim Kayseri gibi bir davam yok!” da demiş olmaktadır. Zira İsrail, kurulduğu ilk günden beri yayılmacıdır, dünyanın en süper güçlerinin desteğini celp etmiş vaziyetiyle bu yayılmacılığı şaka değil, gerçektir, palavra değil, sahicidir, bugün değilse yarın, yarın değilse öbür gün gerçekleşmesi hiçten değil, iştendir…

İsrail’in bunu gerçekleştirme ihtimalinin ne kadar olduğu, 75 yılda birkaç milyon Filistinliyi bile halledemeyişi bu melalde önemli değildir. İlerledikçe daha da ilerlemek, gerektikçe dünyadan taşıyacağı Yahudi nüfusla varlığını bölgede tahkim etmek, az’ın kuvvetiyle çok’u kendine köle kılmak, İsrail’in artık alenileşmiş hedefidir. Elbette bu hedefinde İsrail, kademeli ilerleme taktiği gütmektedir. Bu manada sözde bayrağındaki iki çizginin Nil ve Fırat nehirlerini değil, Yahudilikteki geleneksel dua şalını simgelediği bilgisi, nice maskesinden sadece bir tanesidir. Ama kaydettiğimiz üzere bu perdelenme durumu, yalnız Nil ve Fırat nehirleri arasını değil, bütün dünya sathını da ilgilendiren bir tehlikeyi içermektedir. Bunun da en sarih teolojik gerekçesi, Tevrat’taki şu gibi ayetlerdir:

“Siz ilahınız Rabbin oğullarısınız. Çünkü sen ilahın Rabbe mukaddes bir kavimsin, ve Rab, yer üzerinde olan bütün kavimlerden üstün olarak, kendisine has bir kavim olmak üzere seni seçti.” (Tesniye, 14/1–2. Ayrıca bkz. Tesniye, 28/12, 14; Leviller, 20/23–24; 26/11–12)

“Ve şimdi eğer sözümü dinleyip ahdimi tutacaksanız, bana bütün kavimlerden has kavim olacaksınız; çünkü bütün dünya benimdir ve siz bana kâhinler melekûtu ve mukaddes millet olacaksınız. Senin İsrail oğullarına söyleyeceğin sözler bunlardır…” (Çıkış-19/5-6)

Bir Yahudi için pislik, Yahudilik dışındaki her şeydir:

“Hiçbir leş yemeyeceksiniz; onu yesin diye şehirlerinde olan garibe verebilirsin yahut satabilirsin.” (Tesniye-14/21)

Leş yemek Yahudi’ye haramdır ama Yahudi’nin leşi Yahudi olmayanlara satması, yedirmesi helâldir. Bunu bütün insanî verim ve günah sahasına yayabilirsiniz. Yahudi, budur! Bugün Filistin’e tebelleş olması, gücü elverince yarın Brezilya’ya tebelleş olmayacağını göstermez. Filistinli, Yehova’nın Arz-ı Mevud üzerine yerleştirdiği kölesidir, Brezilyalı ise Güney Amerika’ya yerleştirdiği kölesidir. İsrail zulmü, parasıyla değil, sırasıyladır ve sırası gelince herkes bundan nasibini alacaktır… Sıra herkese, İsrail yeterli güce kavuştuğunda zaten gelecektir… Peki, İsrail bu güce gelecek midir? Bunun ne önemi vardır ki? Şu an, Filistin merkezli olarak bütün bir Ortadoğu’yu terörize etmek, insanları katletmek, soylarını kırmak gücündedir. Bu güce nereden gelmiştir? Bölgede sandalyesini koyacak bir arsasının bile olmadığı günlerden! Ama tekrar edelim, bu güce erişip erişmemesinin ne önemi vardır ki; İsrail, güce eriştiğinde neler yapacağının bilgisini ontolojik ve epistemolojik bir gerçeklik halinde aslında tabelasına asmıştır, görmek içinse sadece doğru bakabilmek yeterlidir…

Hem söyleyin; lazım olan silahı alınca onunla ilk sizi öldüreceğini söyleyen bir adamı simit satarken bile görseniz tedirgin olmaz mısınız?

Fırsatını bulunca namusunuza musallat olacağı kesin bir adamı, mahallenizde gezerken görseniz tedirgin olmaz mısınız? Şimdilik Gazze olsa da, sırası gelince Kayseri’yi de isteyecek İsrail’in, dünya devi Amerika’yı bile yönlendirebilici bir mevki edinmesinden öyleyse ne diye tedirgin olunmaz ki! Kalpte mesela sahih iman olmazsa, Müslümanlık cihetinden tedirgin olunmaz… Ya da kalpte sahih millet sevgisi olmazsa, milliyetçilik cihetinden tedirgin olunmaz… Hiç olmadı kalpte sahih insanî duygular olmazsa, İnsanlık cihetinden de tedirgin olunmaz…

Vatanda, Filistin’de apaçık bir İsrail vahşeti yaşanırken ve her gün, yüzlerce çocuğun paramparça görüntüleri ekranlara yansırken, “çocuğunun ceset parçalarını pazar poşetinde taşıyan baba manzarası” vaka-ı adiyeden bir vaziyet almışken, sözde milliyetçilik hisleriyle “Bize ne Filistin’den!” diyenler öyleyse gerçekte ne Müslüman’dır, ne Türk’tür, ne de insandır!

Bu üç keyfiyetten de, yani Müslüman-Millet-İnsan olmaktan nasibini almış vaziyetimizle de bizim, Filistin-Kudüs diye bir davamız vardır, bu dava İslam davamızın mihenk taşı mesabesindedir, zira kıyamet savaşına giden sürecin ana kavga konusu, lanetli Yahudi’nin bu bölgede bulunmakta olduğu ve bulunacağı şeytanî hamlelerdir…

Bu hamlelere şimdiden bile umursuz kalanlar, Şeytanî etki altına şimdiden kalpleri cihetinden girmiş umursuzlardır… Bu manada umursuzluk, imansızlıktır! Ve bu da, gerçek bir Müslüman nezdinde, çok nettir!

Merada kuzular parçalanırken umursuzluk edenler, ya kurtların bizzat kendileridir, ya da kimlikleri yitirttirilmiş mankurtlar!

Hamas’ın 7 Ekim “Aksa Tufanı” operasyonu ile İsrail’e girmesi üzerinden yaklaşık 80 gün geçti. Sıra dışı bir hamleyle 3000 mücahidin kamyonlar, motosikletler, yamaç paraşütleri, buldozerler ve sürat tekneleri kullanarak başlattıkları operasyon, ilk anda girilemez denilen İsrail’in ve kendisinden habersiz bir şey yapılamaz denilen Mossad’ın karizmasını orta yerinden de çizivermişti. Ama bu aynı zamanda, bu ön kabullere dayananlar için bu operasyondan Mossad’ın haberdar olduğu, Gazze’ye topyekûn bir çullanma için de Hamas mücahitlerinin İsrail’e girmelerine göz yumulduğu gibi sonuçlar çıkarılmasına da sebep oldu. Bize göre ilkinde avantadan hamasî bir kolaycılık, ikincisinde ise düşmanı döverken bile onun dövülemezliğini tebcil eden bir ayarsızlık olduğunu gözlemlediğimiz bu iki yorum da nezdimizde kadük kaldı. Zira bu iki yorumun savaşın içinde kadük kalması kaçınılmazdı. Hamas, hiç sızıntı vermeyecek şekilde böyle bir operasyona hazırlanamaz mıydı? Hazırlanabilirdi, hazırlanmıştır da, ya da hazırlanırken bazı sızıntılar veremez miydi? Verebilirdi ve belki bazı sızıntılar vermiştir de ama istihbarî kırıntılar halinde ağlarına düşen bu istihbaratları İsrail ya ciddiye almamıştır, ya da söylendiği gibi ciddiye almasına rağmen sırf Gazze’ye topyekûn çullanabilmesinin bahanesini ele geçirecek diye olanlara göz yummuştur…

Bütün bunların bir başına ya da toplu halde gerçekleşme ihtimallerini hesaba kattıktan sonra bizce gözden kaçırılmaması gereken tek bir nokta vardır ki; o da Hamas mücahitlerinin mutlaka tertemiz olan mücadelelerine gölge düşürmeme hassasiyetidir. Zira her ne kadar bu savaşın 7 Ekim’de Aksa Tufan’ı ile başladığı düşünülse de, aslında bu bir savaş başlangıcı değil de, rüya içinde rüya görür gibi bir manayla “savaş içinde bir savaş”tır. Öyle ya; İsrail 1948’deki kuruluş ilânından sonra aslında bu savaşı başlatan ve hayvanca sürdüren tarafın ta kendisidir. 1967’den bu yana tutukladığı Filistinli sayısı kabaca 800.000’dir. 2007’den bu yana Gazze Şeridi, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nce bile adeta bir “açık hava hapishanesi”dir. Hapishane içre bir hapishane manasıyla 2023 yılında bile binlerce masum Filistinli İsrail işkencehanelerinde “mahpus” diye tutulmaktadır. Hamas’ın 7 Ekim’de, sanki de durup dururken saldırmış gibi gösterildiği yıl içinde bile İsrail 247 Filistinliyi öldürmüştür. Yani 7 Ekim Aksa Tufanı operasyonu gerçekte, elleri ayakları bağlanmış bir boksörün, kendisine vahşice saldıran kahpe bir boksöre can havliyle ve maç –savaş!- devam ederken vurmasından ibaret bir karşı hamledir. Ayrıca Hamas’ın da ortaya koyduğu bir gerçeklik olarak İsrail ülkesi topyekûn, bir askerî işgal garnizonudur. Burada yaşayanların tamamı, bir iki nesillik bir yakınlık ile İsrail’e işgal yerleşimi kastıyla gelenlerin torunudur. Bu manada İsrail, tabiî bir ülke değildir, sunî bir işgal mahallidir, İsrail’i fert fert ören unsurlar bir cemiyeti değil, aslında bir çeteyi meydana getirmektedir. İsrail, bütün dünyanın gözü önünde gıdım gıdım Filistin topraklarını yutmuştur, yutmaya devam etmektedir. Boğazına bir kılçık gibi takılan Gazze, onun yutamadığı, yutamadığı için de “Kötülük Şehri” diye adlandırdığı lokmasıdır. Yoksa seküler vasfıyla Mahmut Abbas’ın El-Fetih’i, İsrail’in sakız gibi çiğnediği bir lokmadır. Eğer Filistin toprakları İsrail tarafından topyekûn yutulamayacaksa da, bu, ona “arabaşı hamuru” gibi gelen El-Fetih vesilesiyle değil, ona kılçık gibi gelen Hamas vesilesiyle olacaktır. Bu manada Hamas’ın mücadelesi haklı ve mübarektir. Bütün müminlere, Filistin topraklarının kendileriyle olan alakasını hatırlatıcı bir keyfiyettedir. Hamas’ın, donanımlı İsrail çetelerine karşı yalın ayaklarıyla kök söktüren mücahitleri, her birimiz için hem bir utanma, hem bir iftihar sebebidir. Orada onlarla olamadığımız ya da burada onlar gibi olamadığımız için utanmalı, onların orada yaptıklarıyla iftihar etmeliyiz. Bu manada mücadelelerine halel getirecek yorumların içinde olmamalı, buna rağmen İran’ın, Kudüs davasının rüzgârını, kendi Şia gemisinin yelkenleri için bir menfaat vasıtası olarak kullanma gayretleri de gözden kaçırılmamalıyız. Zaten bizim bu hususta Hamas’a, hele de Kasım Süleymanî mevzuunda gösterdikleri sahiplenici tavırdan dolayı düştüğümüz bir ikaz şerhi vardır. Kudüs meselesi İran için Şii yayılmacılığı noktasında kullandığı bir trampolindir. Nitekim savaşın 80. Gününde İran Devrim Muhafızları Komutanı “Hamas, Aksa Tufanı operasyonunu Kasım Süleymanî’nin intikamı için başlattı!” diye açıklama yapmıştır. Bu kuyruklu bir yalandır ama içinde şeytanî maksat da taşıyan bir yalandır. Zaten Hamas da belirttiği tehlikeye binaen bu açıklamayı derhal reddetmiştir. Zira operasyon net olarak özgür Kudüs içindir, İsrail zulmüne karşı bir kıyamdır. Ama İran, Hamas liderliği ağzından kaptığı “Kasım Süleymanî şehittir!” cümlesini şeytanlığının sadece kazanılmış bir peşrevi gibi görmektedir. İran için bütün Filistin davası, bütün Filistin ile beraber Şiileştirildikten sonra Kudüs’ün tüm Filistin ile beraber İsrail’e tapulanmasının ve mesela Filistinlilerin toptan Yemen’e derç edilmesin bir sakıncası olmayacaktır. İran’ı, bu asli kimliğiyle tanımak lazımdır. Şii İran, gündelik ve güleryüzlü-yardımsever kimliğine bakılarak tanınamaz. Bu öldürücü bir aldanıcılık doğurur. Hem Şiiliği, hem Şii İran’ı tanımak için onların topyekûn tarihine bakmak, onlarla asla el sıkışılmaması, onlarla asla yol yürünmemesi için kâfi miktarda uyarıcılık edecektir. Bu noktada belki de İran’ın, Hamas’a somut bir gerçeklik halinde yaptığı yardımların karşısına, hiçbir İslam ülkesinin Hamas’a yardım etmeyişini koymak ve bu suretle “Hakikate bakalım! İran yardım ediyor, var mı başka yardım eden!” demek, hissî bir yanlışlığın peşrevidir. Bu yanlışlığın peşrevi bitince, mutlaka öldürücü nağmeleri terennüme başlayacaktır. Türkiye’nin zaten bu noktada, iç politika başarısızlıklarının bir neticesi olarak, dış politikada Kudüs davasını, İran’a kaptırmış olması gibi bir gerçeklik de vardır. İsrail’le arasını düzeltmek derdindeki Türkiye, Hamas’ı bir vakıa olarak İran’a mecbur kılmıştır. Ama bu mecburiyet, kısa vadeli kazanımları uzun vadeli kaybedişlere evirmek noktasında tuzaklarla mahmuldur. Şii İran’ın Suriye’de ve bütün müminler nezdinde beliren gerçek ve çirkin yüzünü yeniden peçelemek, Kudüs davasında hem İran’a, hem maşası Hizbullah’a sergiletilecek kısa bir tirad ile mümkün olabilir. “İran’ın yaptığı yardımlar ile Hamas’ın İsrail’le savaşması” gibi zehirleyici bir vakıa, el an bütün Müslüman dimağlarda tabelalaştırılmıştır. Gelinen noktada çoğu kadın ve çocuklardan oluşan yaklaşık 25.000 Gazzeli İsrail tarafından katledilmiştir. Gazze o denli bombalanmıştır ki, artık bir şehir değil, bir harabedir. Böyle bir vaziyette hem Gazze şeridindeki Hamas kontrolü eksiltilir ve de bütün halde Gazze kontrolünün elden gitmeyişi kuzey cenahtan birkaç füze attırılan Hizbullah vesilesiyle sağlanırsa, orta yere gündelik değil, tarihî bir şeytanlık çıkarılmış olur. Bu şeytanlık, gerçek müminlere Batı ile her dem işbirliği yapan Şia’nın, Şii İran’ın şeytanlığıdır. Başta Tebriz olmak üzere sünnî şehirleri zorla yutup zorla Şiileştiren, bu pisliğine Suriye iç savaşındaki sinsiliği ile Halep ve Şam gibi kadim iki Sünni şehri de el an Şiileştirerek devam eden İran’ın eli, timsah ağzının içinden tehlikeli bir eldir. Onunla toka yapmak, elini kafası ile beraber timsahın ağzına sokmak kadar tehlikeli bir iştir. Bu noktada mevcut vaziyete şerhimizi gene koyuyor, dualardan başlayan bir hamle ruhuyla bütün müminleri Hamas mücahitlerine desteğe davet ediyoruz. Bütün hesaplamaların dışında bildiğimiz bir şey vardır ki; Kudüs, Müslümanlık bünyesinin gırtlağı mesabesindedir ve o kesildiğinde, elden kola, dilden dalağa, Müslümanlık bünyesinde artık hiçbir organ çalışmayacaktır…

Bu sebeple bütün enstrümanlarıyla bütün İslam âlemi, dumura uğratılmış dimağının karşısına geçmeli ve evvela kendi kendine şöyle seslenmelidir:

-Kudüs, senin gırtlağın! O kesilirse, can gider ve can giderse, el, kol, ayak, dil, dudak her ne isen, sen de gidersin!

Hakiki Müslümanlığın, öz bünyesine öz diliyle haykırması gereken en gerçek hakikat budur!

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi