Depremin Yaptığı Şey: Kokuşmuş Rejimin Maskesini Bir Süreliğine Düşürmek!

Yazan: 31 Mart 2023 1281

 

-1-

Dünyada deprem, insandan eskidir… Tıpkı dinazorlar gibi… Dinazorların antik bitki çiğneyerek dünyayı adımladıkları günlerde insan henüz dünyaya ayak basmamıştı ama depremler gene olmaktaydı… Yani yer kabuğunda ortaya çıkan enerjinin yer kabuğunu sallaması hadisesi olarak deprem, yeryüzünün doğal bir eylemidir… Ona sonradan “doğal afet” ismini, doğanın doğalını doğmaktan men edercesine zorlayan insan verdi…  Deprem bir “doğal afet” değildir, deprem, doğal bir doğa olayıdır, onu afet yapan şeyse insanın kendini ona karşı yanlış konumlandırmasıdır!

İnsan kalkar, taburesini bir katırın arka ayakları altına koyar, katır kalkar, bir arı kalçasını ısırınca arka ayaklarını şiddetle silkeler ve bu iki vakıanın tabiî bir neticesi olarak bir insan kafası, bir katır çitmesiyle dağılır…  Suçlu şimdi, arı mıdır, katır mıdır, insan mıdır?

-2-

Bugünün dünyasında deprem ile “barut-ateş” nispeti kurarak birleşen ve ortaya felaket çıkaran şey, fay hatları üzerine, hem de çürük malzeme ve eksik tecrübe ile yapılan çok katlı binalardır… Depremin ateşten kıvılcım olarak zuhur ettiği yerde bu çok katlı binalar barut olur ve ateş ile barut birleşince de patlama meydana gelir… Felaket denilen şey budur…

Hoş, yalnız bugünün dünyasında değil, eskiden de depremin kıvılcımına barutluk eden şeyler, gene insan eliyle husule getirilmiş olarak vardı… Çin’in Şensi şehrinde 1556’da meydana gelen depremde 830.000 insan ölmüştür ama öldüren gene tek başına deprem değil,  rüzgârların taşımasıyla oluşmuş ince unsurlu lös yamaçlarına oyularak yapılmış evlerdir… Olmaması gereken yerde insan eliyle oldurulmuş bu evler depremle çöker ve ölmemesi gereken miktarda insan ölür… Sorsanız, suçlu insan değil de, depremdir!

-3-

İşte Türkiye! Alp-Himalaya deprem kuşağı üzerindeki en oynak ülkelerden biri… Kuzeyi, güneyi ve batısı adeta depremle husule getirilmiş bir salıncağın oturağı…  Bu salıncaklar devir devir sallanır, böylece depremler olur, bu depremler de fay hattına yapılı çürük binalar ile iş birliği edince ortaya insan ölüleri çıkar… O 1939 Erzincan, bu 1999 Kocaeli depremi! 60 yıllık arayla resmî kayıtlara göre toplamda ölen insan sayısı 52.000… Devrin Türkiye nüfusu ile bu kaybın artış korelâsyonunu düşünecek olursanız, bir, belki iki şehir ebadındaki bir insan popülasyonu, zayi olmuş… Türkiye haritasından, insan adedi yönünden bir şehri siler gibi bir vaziyet… Yetmez ama... 1999’dan bu yana ara yerde Düzce, Bingöl, Van, Elazığ, İzmir depremleri ve 2000’e yakın ölü… Bu ölülerin ardından yapılan en bilindik lakırtı ise şu:

-Artık her şey çok farklı olacak!

İnsan nefsi yerine depreme efelenen insan sayhası yani… 1999 depreminden sonra her şey çok farklı olacaktı, devlet deprem ardından her vatandaşa “Pamuk eller ceplere!” denmişti ama hiçbir şey farklı olmadı! Ve işte 2023 Kahramanmaraş depremleri… Yıkılan on bir şehir… Hatay, Maraş, Adıyaman, Malatya, Osmaniye, Diyarbakır, Elazığ, Adana, Urfa, Kilis, Antep… Resmî kayıtlara göre ölen 50.000 civarı insan… On bir ildeki toplam 830.000 civarı binanın yarısından fazlası hasar aldı, 105.000’i ise yıkıldı. İki evden biri değil, bir evden az fazlası hasar görmüş, sekiz evden biriyse tastamam yıkılmış… Hatay’ın %70’i yıkık… Bir şehrin hartadan silinmesi durumu, böyle olsa gerek…

Her şey, çok farklı olmamıştı, her şey, her zamanki gibi gene bilindik şekilde olmuştu!

-4-

1968: Afetler Fonu… 2001, tasfiyesi… 1972: Deprem Fonu… 2000, tasfiyesi… 1999 Kocaeli depremi güya milat… Depremin yıkımını kaldırmak ve depremler için yeni tedbirler almak adına çıkarılan “Özel İletişim Vergisi”nin daimi hale getirilmesi… 1999’dan bu yana tam 24 yıldır bu vergi fert fert bütün Türkiye vatandaşlarından alınmakta, o günden bu yana her deprem sonrasında bütün Türkiye fert fert:

-Nerede bu deprem için toplanan paralar?

Diye sordu amma… Şu ana kadar ülkeyi idare edenlerden gururla gelen tek cevap da şu oldu:

-O paralar duble yol oldu, baraj oldu, köprü oldu!

Deprem diyoruz ya; bir doğal afet değildir, bir doğa olayıdır, onunla sadır olan afet mevzuu ise insan nefsinden hasıl olan bir dehşet hasılatıdır!

-5-

Suç kimin? Çitmeyi atan katırın mı, katırın kalçasını ısıran arının mı, taburesini katırın arka ayakları dibine yerleştiren insanın mı?

Katır dilsiz ya, suçu ona yüklemek, asıl suçlunun en çok işine gelen şey… Asıl suçlu, insan… Daha doğrusu, insan nefsi… Daha da doğrusu, insan nefislerini kendi ukdesinde toplayan nefsî idareler, sistemler… Bu gafil ve gafletlerinden vareste zulümleriyle zalim ve nefsî idareler, her şeyi kamufle etmede en çok “deprem felaketi” şeklindeki sihirli sözcüğü kullanır ve kendileri saklanır… Oysa dikkat celp edip bakınca bizzat kendileri ayan beyan ortadadır… Mesele, nefisten sıyrılmış bir insan tasavvuruyla evvela fert fert, sonra da toplumsal bir nazarla hadiseye bakmak ve suçun depreme yüklenmesinin, suçun Antik Yunan tasavvurunun deprem tanrısına yüklenmesinden daha saçma olduğunu görmektedir… Hani böyle bir depremden sonra, devleti idare etmekte olan bir yetkili kalksa ve:

-Posedion’un canı sıkıldı, üç dişli çatalını yere sapladı ve deprem yaptı! Ben ne yapayım!

Dese, bugünün insanı o ne cevap verir? Şunu:

-H….., lan!

Hah işte, o cevabı veremediğimiz için, Poseidon gerekçesinden daha fazla saçma:

-Ne yapalım? Asrın felaketi!

Şeklindeki bir gerekçeye muhatap oluyoruz da, farkında değiliz!

Asrın felaketi bu deprem değil, kutsadığınız sistemle birlikte toptan sizsiniz! Sizin, insan nefislerini kendi ukdesinde toplayan nefsî idareniz, “Nefisizm” ruhlu pis rejiminiz!

-6-

Statik proje… Yapılacak bir binanın, depremde ayakta kalmasını sağlayacak tasarısı… Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği… 2018 yapımlı… Buna göre yapılacak her bina 50 yıl boyunca, Maraş şiddetli bir depremde yıkılmamak üzere tasarlanır…

Adım adım bu tasarı:

Evvela binanın yapılacağı zemin etüt edilir… Kötü zeminlerde bina yapılmaz… Yapılacaksa da, yapısal tasarımında gerekli ek tedbirler alınarak taşıyıcı sistem oluşturma kısmına geçilir. Bu kısımda, binanın kurulacağı bölge için taşıyıcı sisteme uygun beton ve demir tespit edilir. Boyut ve miktarları belirlenir. Belirleme sonuçları raporlanır ve bu raporlara göre uygun proje çizimine geçilir. Sonraki iş, çizilen projenin uzman kişilerin onayına sunulmasıdır. Nihai onayı ise belediyeler verir. Yapısal tasarım projesini inceleyecek, onaylayacak ve ennihayet bina yapımı için ruhsat verecek mercii onlardır… Bu aşamadan sonra projede belirlenen hususlara göre binanın yapımı çok önemlidir. Misal, betonun dayanım miktarı projeye göre belirlenenden düşükse, bina daha kurulurken ilk fırsatta yıkılsın diye kurulmuş olur. Bu aşamada, mütahit tatbiki ile proje arasındaki uygunluğu yapı denetim firmaları denetler. Yapı denetim firması mühendisleri, inşaatta yapılan bir imalata, projeye uygunluğu açısından onay verirler…

Evet, böyle olursa, yani her şey kitabına uygun olarak yapılırsa, yapılan bina güçlü bir depremde bile çökmez, en fazla hasar görür ve içindekilere mezar olmaz…

Oysa Türkiye’de hiçbir şey, kitabına uygun olarak yapılmaz!

 Fay hattını imara belediler açar… Türkiye’de mütahit demek, parası olan adam demektir. Mesela kabzımallıktan kifayetli miktar para kazanan birisi, daha hızlı para kazanmak için mütahitliğe girişir. Bunun için önünde tek engel yoktur. Vasatı bu olan mütahitlik müessesesi, rant oluşturmak için belediyelerin imara açtığı fay hattına bina dikmek için işe koyulur. Proje mükemmeldir. Ama nasıl olsa iş projeye göre yürütülmeyecek, kâr katlanacaktır. Bunun için yapı denetim firmaları ile belediyeyi “görmek” yetecektir. Belediyeler bu aşamada, inşaatlarda projeye uygun olmayan bir şeyler yakalamak için can atarlar. Namuslu olduklarından değil! Mütahiti daha rahat koparabilmek için… Açıktan alınacak para risk doğuracaksa, mütahiti, üzerinden soygun yapılan dernek ya da vakıflara yönlendirmek ise bir kanundur. Mütahit hesabını yapar.  İnşaatı kitabına göre yapacak olsa misal 10 lirası gidecekse, belediyeye 5 lira verir ve binayı kitabına göre yapmama hakkıyla beraber 5 lira kâr eder. Bu süreç Türkiye’de, istisnaların kaideyi güçlendirdiği bir vasatta, aşağı yukarı böyle işler…

Böyle işler zira, böyle işlediğinin en bariz alameti 2023 Maraş depreminden sonra orta yere çıkan kıyamet manzaralarından anlaşılır… Daha birkaç yıl evvel dikilen onlarca binadan müteşekkil sitelerde, binlerce insan ölür… Bu sitelerin enkazı üzerine uzmanlar abanır. Betonunu alıp ufalar, demirini yoklar yuhalarlar! E peki, nerede bu yapı denetim firmalarının, mütahitlerin, belediyelerin namusu?

Deprem yapı mühendisliğinin kaydettiği metaforla “Zincir, zayıf halkadan kopar!” diyeceksek eğer, zayıf halka kimdir?

Uygun kalitede olmayan beton mu, yeterli miktarda olmayan demir mi, fay hattında mukim zemin mi, göbeği ensesiyle bir mütahit mi, yeşili cebe indirince onay mührünü basan yapı denetimcisi mi, namus belgesi yerindeki ruhsata kese kâğıdı muamelesi yapan ve bu keseyi de menfaati ile dolduran belediye mi? Her kim ise fark etmez, bu zincir halkalarından biri çürüklük ederse, zincir hepten kopar ve ilk ciddi depremde insanlar ölür… Sonra da herkes “doğal afet” martavallarına başlar!

Türkiye’de bir binanın inşasındaki bu zincir halkalarını, bütün bir zincir sağlamlığı içinde tutacak sistem eksiktir. Türkiye’de, bina inşa sistemi de, bütün Türkiye sistemi gibi çürüktür, namussuzluk üzere montelidir!

Herkes, enkazdan alınan ve avuçta ufalanan beton içinden sırıtan bir deniz kabuğuna esefle yuh çekerken, bu sistemi ıskalar… Aslında ıskalanmaması gereken şey, tek tek namussuz kimse ya da kurumlar değil, namussuz sistemin bütünüdür, bütün haldeki sistemin namussuzluğudur!

Açıkça kaydedelim; Türkiye’de, sistem namussuzdur!

Namuslu kalmak için çaba sarf edenleri bile namussuzluğa uyduracak derecede, sistem namussuz!

-7-

Türkiye’de işini düzgün yapan mütahit modeli, namussuz sistemin namussuz yapılaşma sistemi tarafından en nefret edilen tiptir! Namussuz sitem, böyle birini pavyonda masalar arasında göbek atan bir dansöze çevirmeden bırakmaz! Pavyonda dansöz, her masaya uğrayıp her masaya doğru göbek atar ve her masada bahşiş kabilinden göbeğine para yapıştırılır, Türkiye’deki namussuz yapılaşma sistemindeyse namuslu her mütahiti bürokrasinin her masasına uğratır ve her masada rüşvet kabilinden göbeklere para yapıştırması istenir! İsterse, yapıştırmasın!

-8-

Meseleyi salt yapılaşma sistemindeki bir namussuzluk olarak görmek, domuz için “Bir burnu küt!” demek gibi bir şey… Oysa domuzluk, domuzun yalnız küt burnunda değil, bütününde…

Türkiye’yi idare sistemi, politik ahval, vekillerin damıtılıp Meclis’e çekilme trafiği, illerdeki bürokratik vasat! Her ilde, devleti temsil mevkiindeki her bürokratik kurumun başında, koltuğunu korumak için yalamayacak koltuk altı bırakmayacak tipler var! Bu tiplerin kumanda mevkiinde de, hükümet partisinin il başkanları! İktidar partisi il başkanı, aynı ilin misal sağlık il müdürüne liste verir ve işe adam aldırır. Erkekse, almasın! Ne hacet, zaten verdiği isimleri işe alsın diye onun ismini de Ankara’ya veren kendisidir! Böyle böyle her kuruma bakın, her kurumun başında iş yapma kabiliyeti yüksek tipleri değil, yalama kabiliyeti yüksek tipleri göreceksiniz… En alttan, en tepeye, her ilden tüm Türkiye’ye kadar sistem böyle kurulu… Küçücük bir ilçede temizlik ihalesi alan X şirketi bakıyorsunuz, ilçe futbol kulübüne 100.000 lira bağış yapmış! Seve seve mi? Değil! Ya da ülkeye gaz temin eden Y şirketi bir bakıyorsunuz, hükümet eliyle kurulmuş bir derneğe 100.000.000 lira bağış yapmış! Seve seve mi? Değil! İlçe belediyesi ya da hükümet tepesini “görüyorsunuz”, onları gördüğünüz miktarda ilçeyi ve devleti soymanıza müsaade ediliyor! Ortada olan şey de, devletin, millete ait olan varlıkları oluyor… Ve rakamlar ve ebatlar değişse de, soygun ve talan üzerine kurulu sistem asla değişmiyor!

Hiç kargadan, peynir çalmaması şeklinde tecelli edecek bir ahlâk beklenir mi? Beklenmez! Karga, o peyniri çalacak! Çünkü tabiatı bu… Bu sistemin de işte, tabiatı bu… Soygun ve talan, karganın peynire olan zaafı kabilinden, bu sistemin tabiatı… Y şirketinin 100.000 lirasını, X şirketinin 100.000.000 lirasını, parçalayıp parçalayıp hüpletecekler, ilçe futbol kulübüyle hükümete yakın derneğe ise, futbol ile hayrı geliştirmek için ancak birkaç onluk kalacak… Her şey de, faturalandırılmış namussuzluk olarak kitabına uydurulmuş olacak…

Ben size, bütün haldeki namussuzluk sisteminden küçük bir görüntü sundum, siz bunun, bu namussuz sistemin sadece bir parçası olan yapılaşma mevzuunda nasıl tecelli ettiği hesap edin!

-9-

Ülkeyi yirmi yıldan bu yana tek başına yöneten devlet reisi, 50.000 kişinin öldüğü depremin ardından:

-ARTIK fay hattına inşaat yapma devri kapanmıştır!

Diye halka hitap ediyor, edebiliyorsa, edebildiğinde de alkış alabiliyorsa, bu nelerin göstergesi olur?

Şunların:

-Türkiye’de halk, soygun ve talan rejimi tarafından, soygun ve talan rejimine karşı gelemeyici bir mikyasta idrakten çökertilmiştir!

-Türkiye’de soygun ve talan rejimi mutlak manada asla sonlanmaz, istenmeyen yol kazaları yüzünden bu rejime ancak ara verilir!

-Türkiye’de halk, soygun ve talan rejimine, tıpkı eroin gibi bağımlı kılınmıştır! Çektiği acıların ondan olduğunu bilir ama gene de onsuz edemez!

-Türkiye’de siyaset sistemi, rant sistemi üzerine kuruludur… Ülkenin kültür ve sanat, imar ve iman başlıkları yönünden geliştirilmesi esas değildir, dahası bunlar ülke varlıkları yağmalanırken bir enstrüman olarak kullanılır!

-Türkiye’yi idare eden partilerin en kurnaz tarafı, halkın pek kolay kandırılabilir bir derekeye düşürüldüğünü sezmek noktasında tecelli eder! Filan dizide senaryolar dokuz yaş seviyesine göre yazılmayınca izlenme oranları düşüyormuş ya hani, Türkiye’de de siyaset tezgâhı, dokuz yaşındaki çocukları kandırma esaslı ve seviyeli olarak kurulur! Bunun manası, zekâdan eksik olarak “saf” değil, pislikten azade olarak “saf” olan Türkiye halkının tufaya getirilmesidir. Tertemiz insanların sapsaf duyguları istismar edilir, parti oy oranlarının cenderesine dimağları sıkıştırılır ve her defasında efsunlanmış politik vaatlerle soygun ve talan düzenine soluk aldırılır!

-Türkiye’de herhangi bir idarenin halka olan hizmeti, “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir!” şiarından damıtılma bir halislik belirtmez, besicinin beslediği danaya hizmeti sınıfından bir habislik belirtir! Türkiye’de idareler halkın teveccühünü kazanacak bazı başarılar göstermelidir ki, buradan devşirdikleri krediler ile daha fazla talan kredisi kazanabilsinler! Besici, ne kadar yem yedirirse, o kadar et alır hani!

Daha kaç şey sayalım?

Kaç Başbakan, kaç Cumhurbaşkanı, kaç parti, kaç iktidar, kaç muhalefet odağı gösterelim!

Türkiye’nin idari sistemi, mutlak iyiyi arayan ve mutlak’a nispetli bir vaziyet belirtmez de, muğlak herhangi bir şeye bile nispetsiz, iyiye tabiaten zıt ve kötüler arası tercihe sistematik olarak cebredici bir vaziyet belirtir!

Diyoruz ya hani, böyle bir sistem içinde İstanbul’un yapılaşma mevzuuna çare bulsunlar diye mezarlarından Kanunî ile Mimar Sinan’ı çıkarıp getirseniz, onların da İstanbul’a ihanet etmekten başka yapacak bir şeyleri olmaz!

Kara bir tren, düdüğünü öttüre öttüre içindekilerle beraber uçuruma ilerlerken, tren lokomotifi üstüne tünemiş bir tavuğun, kendisini idare ediyor pozuyla gıdaklamasından rahatsız olmaz!

Türkiye’deki yönetim sistemi, bu kara trendir, Türkiye’yi idare eden hükümetler, çillisi, süslüsü, paçalısı, kuyruklusu, kuyruksuzu diye farklılaşsalar da, lokomotifte tüneli bu tavuklardır!

Devirler değişir, kara tren düdüğünü öttüre öttüre uçuruma doğru ilerler, tavuklar trenin makinistiymiş gibi gururla gıdaklar ve Türkiye’de hiçbir şey, bu kokuşmuş manzara değişmedikçe değişmez!

Gün olur, tavuk yerine lokomotif üstüne azami bir horoz tüner, onun da farkı ülke afakına tavuk gıdaklaması yerine horoz ötüşü salmaktan öteye gitmez!

Neticede makûs talihli millet tren içindedir, an be an milli kültür bakiyesi yönünden alçalmakta, uçuruma doğru ilerlemektedir ve dışarıdan gelen tavuk gıdaklamalarını kurtarıcı ses duymaktan öte bir kurtuluş emaresine de malik değildir!

-10-

Her depremden sonra, uzmanlarca o depremin raporu hazırlanır… 2003 Bingöl depreminden sonra rapor için gelen uzmanların kendi aralarında:

“Önceki depremin raporlarını, yer isimleriyle birkaç hususi teknik tabiri değiştirip aynen teslim edelim!”

Diye espri yaptıklarını bir yerlerden hatırlıyorum…

Aslında yaptıkları şey espri değil, acıtıcı bir iğneleme: Kokuşmuş bir düzenin, toplumu her hususta olduğu gibi bu hususta da bir türlü gelişme sürecine sokamaması!

-11-

Bir yakınıma ait bir dükkân… Bir iş merkezi içinde… Bu iş merkezinin karşısındaki boş arazi, imar plânında park olarak gözükmekte… Buradan dükkân satın alanlar, buna göre almış… Ama rantiye çetesi kalktı, bu boş araziye, tam da yasal olan diğer iş merkezine neredeyse yapışık olacak şekilde başka bir iş merkezi inşaatı başlattı… Tastamam, hukuksuz… Bir kere mevcut iş merkezinin hemen dibinden başlayan bu inşaat, o iş merkezindeki dükkânları ciddi değer kaybına uğratmakta… Olsun ama bir kere birileri, gözlerini karartmıştı! Sanayi bölgesi idari mekanizmalarıyla işbirliği yapan rantiye çetesi, kanuna uymadığı halde imar plânlarını değiştirdi, yani “Biz kanuna uydurduk!” dedi… Mahkeme süreci de böylece başladı… Mahkeme daha ilk bakışta bu inşaatın yapılamaz olduğuna, imar plânlarının dışında bir iş olduğuna hükmetti ve yürütmeyi durdurdu. Durun durun, hemen “Ankara’da hâkimler varmış!” gibi bir hisse kapılmayın… Mahkeme yürütmeyi durdurdu ama rantiye çetesi inşaatı durdurmadı. Belediyeye şikâyet… Tık yok… Polise şikâyet… Tık yok… Cimer’e şikâyet, tık yok… Savcılığa şikâyet… Tık yok… Meğer bu defa mağdurların bahtına düşen aforizma şu imiş:

“Ankara’da hükümet yokmuş!”

Mahkemenin aldığı kararı uygulayacak tek bir merci bulunamadı ve daha zemin katta yürütmesi durdurulan inşaat birkaç sene aralıksız ve hızlıca sürerek tamamlandı. Meğer, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde çok bilindik ve meşhur bir Başdanışman, rantiye çetesinin avukatıymış! Hani şu “Dicle kenarındaki kuzunun bile mesuliyetini üzerinde hisseden” kutsal devlet de, bu sebeple ıslık çalıp tavana bakmış… Zaten mevcut kanunları da bilerek böyle pervasız davranmışlar, inşaatı bitirdikten sonra ufak bir ceza yatırarak kaçak inşaatı yasal hale getirmenin bir yolu varmış da, oraya oynamışlar…

Evet, böyle olacaktı, kaçırdıkları ilk imar affından sonra, tam da bunların istifade edecekleri ikinci bir imar affı için bir parti genel başkanı kanun teklifi hazırlayıp meclise sunmuştu ki, 2023 Kahramanmaraş depremi oldu. Haliyle de o imar affı, geri çekildi. Şimdi ne olacak peki?

Ne olacak, şimdiye kadar ne olduysa o olacak… Belki bir miktar mangır daha birilerine koklatmak zorunda kalacaklar ama Türkiye’de değil de, Dıngo’nun Ahırı’ndaymış gibi inşa ettikleri iş merkezinin kaymağını yiyecekler, zaten el an yemekteler de!

Kaydettiğim bu hadise, yaşanmakta olan yüzlercesinin, binlercesinin sadece küçük bir örneği! İnanmayan olur mu? Eğer olursa, her şeyi aynen ortaya koyacak şekilde tüm evrak ve belgelerini göstermeye hazırım!

-12-

Yukarıda kaydettiğim vakıa, çarpıklık denizinden alınmış sadece bir kovalık örnek… Bilmem kaç mağdur, kaç avukat ile mahkemenin aldığı kararı uygulayacak düdüklü bir bekçi bile bulamadı koca memlekette… Şimdi deprem oldu da, bu vesileyle dile getiriyoruz…

Zaten deprem, dile getirilemeyen, getirilse de duyulmayan sayısız çarpıklık, düzensizlik, hırsızlık ve pisliğin yüzündeki peçeyi kısa bir süreliğine de olsa sıyıran bir vakıa…

Türkiye’de yıkıcı her depremin yaptığı şey, kokuşmuş rejimin maskesini bir süreliğine düşürmek…

İşte; çok basit bir işin üstesinden gelemiyor, depreme dayanıklı, kendi halinde mütevazı binalar yapamıyoruz!

Çünkü kokuşmuş rejim bunun için müsait değil!

Dedik; bitti…

Depremden de bir vakit geçtiğine göre, düşen maske arsız yüze gene takılabilir!

Ve herkes her şeyi, depremden önceki vasatına bir idrak hipnozuyla geri getirebilir!

-13-

İnsan hayatı, kalabalık insan kitlelerinin insiyatifine bırakılmayacak kadar kıymetlidir… Fert fert herkes, kazanmak, daha çok kazanmak ister… Bu durum toplumsal bir ebada bürününce de, toplumsal bir kaotiklik hasıl olur. Ve şehir yapılaşmalarımız da bundan nasibini alır… Lazım olan şey, kalabalık insan kitleleri ile senkronize olacak ve varlık sebebini kalabalıktan değil, kendisini nispet ettiği bir mutlak’tan alacak bir idare… Türkiye’de, bu yok… Bu sebeple de insan hayatları, kalabalık insan kitlelerinin inisiyatifinde…

Bir kere rejim, daha baştan kendini ortaya, insan kalitemizi düşürücü bir esasla koymuş… İnsan idraklerini iğdiş ettikten sonra insanlara her şeyi istetebilirsin de, bir tek iyiyi, doğruyu, güzeli istetemezsiniz…

Tam da içinde yaşadığımız düzenin vaziyeti…

Devleti idare edenler, idare edilenler tarafından seçilir. Seçilenler, seçenleri es geçemezler… Bu sebeple de göz yumarlar… Göz yumula yumula yapılaşma hikâyemiz kâbusa döner… Şehirler birer cadı kazanına… Sonra devir devir ülkeyi idare edenler kalkarlar ve sebep oldukları bu kaosu sıfırlamak ve bu yolla hem gelir elde etmek, hem de idare ettiklerinin hoşnutluğunu kazanmak için imar afları çıkarırlar… Kahramanmaraş depreminin üzerine geldiği en son imar affında 1.700.000 adet çürük-çarık-eksik-güdük yapılaşma affedilir. Ve deprem gelince mevcut vaziyetleriyle bunlar yıkılır. Suçlu kim? Deprem demi! Mütahitler, çöp bacaklı binaları, jakuzi banyo, lambri kaplama gibi göz boyayıcı şeylerle süslerler… İnsanlar da kalkıp çöp bacaklara değil, çok cafcaflı süslemelere bakar, bu yapılara talip olurlar. Deprem de gelince çöpten bacakları çat diye kırar. Suçlu kim? Deprem demi!

Bakın; böyle böyle yüzlerce kabahati, toplam kabahatleri en sonunda depremin üstüne yıkılacak halleriyle sayabiliriz… Ama tek tek, fert fert suç ve suçlu tespitiyle bu işin gerçek vaziyeti tespit olunamaz…

Ortada bin enstrümanlı bir kakafonya var ise bunu elindeki baton çubuğuyla idare eden tek bir şef var, baş mesul! Bu mesul, Türkiye’deki kokuşmuş rejimdir…

Bu kokuşmuş rejim, insan vasatımızın dişi zonk zonk zonklarken, ona sussun diye lollipop takdim edici bir vasattadır… Oysa önüne bir dişçi koltuğu, eline bir dişçi kerpeteni aldıktan sonra kendisini insanımıza bir dişçi olarak takdim etmeliydi. Hasret olduğumuz budur…

Mevcut vasatımızsa, dişi ağrıdıkça lolipop ile susturulan, lolipop yaladıkça da dişindeki arıza diğer dişlerine yayılan bir hastalık belirtmekte… Hastalık, dişten beyne doğru iltihap sızdırır halleriyle en sonunda da, ölüme gebe…

Elverir ki, Türkiye’ye, diş hekimliği belirten gerçek bir idare sistemi gelsin…

Ona hem hasret, hem de mecburuz!

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi