İşte Bizim Meselemiz, Budur: Âdemleşmek Mi, Şeytanlaşmak Mı?

Yazan: 07 Temmuz 2022 1822

Bir davet, “para dağıtmak” fiiline istinat ettirilirse, davete mahal o mekân o kadar dolar ki, nihayet kalabalığı kaldırmaz. Davet, yemeğe matuf ise, icabet eden gene çok olur. Düğün, halay, maç, piknik, parti, konser vesair… Âlemde nefsin haz aldığı her ne var ise asla talip kıtlığı yaşamaz, müşteri yokluğundan bîzâr olmaz…

Oysa fiili ruha istinat ettirilmiş bir davet öyle midir? İbadet, taât, fikir, zikir ya da muhabbet-i Mevlâ kastıyla tertip edilen bir davete nefis, daima ayak sürür, davet mahallini bir mezbahane, kendisini de oraya kesilmek üzere götürülen bir kurbanlık gibi hisseder, gitmemek için diretir, bahaneler arar, bulamazsa üretir… Âlemde ruhun haz aldığı her ne var ise, ruhun tecessüm edip inkılâp kopardığı ara devirler hariç, her dem talip kıtlığı yaşar, arz ettiği şey maddî pahasızdır ama arz ettiği her ne ise her dem müşteri yokluğundan bîzâr olur…

Tevekkeli, yolumuzun büyükleri boşuna dememişler:

-Zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?

Ya da:

-Bizim davetimiz, tuzsuz taş yalamaya davet gibidir!

Diye… Sahi, terbiye görmemiş hangi nefis ister, zehirle pişmiş aştan tatmayı, tuzsuz bir kayayı, meslek iştigaliyle yalayıp durmayı… İşte terbiyesiz nefis, ruha ait ve matuf işleri böyle görür ve onlara pek de yanaşmak istemez!

Oysa, insanı, nefsini zayıflatıcı, nefsini zayıflatırken de ruhuna kuvvet buldurucu bir eyleme, etkinliğe, sohbete davet, gerçekte Allah’a davettir! Zira insan, nefsi zayıflayınca ruhu kuvvet bulan, nefsi kuvvet bulunca ruhu zayıflayan bir dengeyle yaratılmıştır. Bu sebeple Âlemler Efendisi (SAV), nefsin en âlâ kuvvet bulma mahfili olan mideye, ruhların kuvvetten düşmemesi namına bir kayıt da koymuşlardır:

“Âdemoğlu, midesinden daha şerli bir kap doldurmamıştır. Âdemoğluna belini doğrultacağı kadar birkaç lokma yeterlidir. Şayet mutlaka çok yiyecekse, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırsın…”

Tıka basa dolan mide, insan bedeninin maddî sıhhatine de menfî tesirde bulunur. Bulunur, bulunur da, böyle bir mideden asıl menfî tesiri insanın batınî bedeni görür. Bu batınî bedenin merkez karargâhı kalptir. Hikmetler, bu kalpte doğar… Ama maddî-zahirî bedende, tıka basa dolmaya alıştırılmış bir mide varsa, manevî-batınî bedendeki kalp, hikmet doğumu açısından kısırlaşır. Böylece batınî beden, onun merkez karargâhı mesabesindeki ruh ile beraber zafiyet kesp eder…

İşte size, Allah’a karşı tuğyan ve isyanın kendisinde şaha kalkacağı bir zemin, bir beden, bir insan bütünü!

Oysa insanın en azim hazzı, Allah ile beraber olmaktır! Bu beraberlik de ancak, kuvvetli ruhî melekeler ile hâsıl olur… Nefsin en azim hazzı nedir peki? Cima! Onda da nefse, maymunlar, fareler, böcekler bile ortaktır! Nefsin, ufku cima olan huzuz sahasında belirttiği salahiyet, bu sebeple insaniyetlik değil, hayvaniyetlik belirtir… Ruhun hukuku incitilirse, nefsin huzuzu insanı perçeminden yakalar ve onu hayvan kılar… Ruhu ile insan olmak, nefsin de hukukunu korumak suretiyle nefse, huzuz yönünden yüz vermemekle olur… Ancak nefse huzuz yönünden değil, hukuk yönünden yaklaşmak da, ruhîlik ve insanîlik belirten bir şeydir… Bahçedeki bağlı köpeğe, ekmeği ve suyu verilir… Bu onun hukukudur, gözetilir. Hem böylece kendine ait işleri de görebilmiş olur. Ama bahçedeki bağlı köpek, yatağa alınmaz, sofraya oturtulmaz, dudaklarından öpülmez! Hukuku neyi icbar ediyorsa, ona öyle muamele edilir. Yemek yerken bile bunu, kendilerinde ibadet ve taate, fikir ve zikre mecal olsun diye yapan dervişler, ruhu ölmemiş, fikir kulağına beton dökülmemiş, zikir mahalline felç inmemiş kimselere nice şeyler söyler…

Nefs ile ruh arasındaki lahutî denge, kendisine vakıf olanlara daha neler neler söylemez ki!

İşte buyurun; Âdem olmak ile Şeytan olmak arasındaki fark, nefse meyletmek ile ruha meyletmek arasındaki farka musavidir!

Bu musaviliği fikrinin kumaşına naftalin gibi yedirenler, hem kendilerinde, hem de etraflarında beliren Âdemlik ile Şeytanlık’ı derhal fark ederler…

Nasıl mı?

Yeterse, izah edelim…

Âdem Peygamber, ufacık bir zelle ile Cennet’ten çıkarıldı… Kabaca baksanız, Cennet gibi emsalsiz bir nimet bir yanda, toz huzmesi kadar zelle öbür yanda… Mahrum bırakılan nimetin büyüklüğüne göre ceza, işlenen hataya göre namütenahi kez daha büyük, değil mi? Öyle ama aslında öyle de değil! Bir acayip husus… Ama işte bu acayip hususta, kaba bakışa kendini vermeyen nice sır ve hikmet vardı. Zira Cennet, Hilafet-i Ademiye’nin teşekküle geleceği bir yer değildi. Ufacık zelle vesilesi ile bu teşekkülün mahalline, yani Dünya’ya inildi. Yani Dünya’ya, şeref ithafıyla yükselmek için alçalındı. Cennet’ten bu çıkarılış ve dahi Dünya’ya bu indiriliş olmasaydı, Evlad-ı Âdem’den bu kadar Enbiyâ ve Evliyâ, hususiyle hilkâtten asıl maksat Habib-i Kibriya Hz. M….d Mustafa (SAV) nasıl gelirdi? Demek Âdem Peygamber’in ufacık zellesinden, Dünya ve Ahiret’i havî nice emsalsiz kıymete geçit açıldı. Bu geçidi, eşref-i mahlukât vasfıyla muttasıf geçenler Âdemleşti, bu vasıftan masun olarak geçenlerse Şeytanlaştı!

Zira Âdem Peygamber, Cennet’ten çıkarılmasına vesile zellesindeki hata payını kendi nefsine isnat etti, öyle ağladı öyle ağladı ki; ennihayet Dergâh-ı İzzet’in makbulü oldu. Yaşanan bu hadise aynı zamanda, sulbünden gelecek nice evlâdına da bir işaret ve beşaretti. İşaret ve beşaretti ki; insan, hata ve kusurları her daim nefsine isnat edici bir ahlâk ile tahalluk ederse, Allah’ın makbulü olur, zahirde düşmüş gibi zannedilirken aslında yükselme cihetine girer, cüceleşme tercihinde bulunduğu sanılırken, yüceleşme mahalline doğru sırtından iteklenir… Daha ne olsun, bu tavrı onu, Âdem Babası’ndan ona tevarüs etmiş ruhî ve insanî bir miras olarak, tezyin ve takdis eder…

Ya tersi olursa?

Şöyle ki; insan, hata ve kusurları her daim kendi nefsi dışında ararsa, Âdemlikten gitgide halas olur ve Şeytanlaşır! Zira Şeytan, Allah’a mukarreb iken, Âdem’e tazim secdesi emrine imtisal etmedi, böylece ortaya çıkan hata ve kusuru nefsine isnat etmek yerine, istikbâr ve ibâ (kibirlendi ve kabul etmeme tavrına büründü) ederek kendi kabahatini Allah’a isnat etti, böylece merdud ve matrûd-u Dergâh-ı Hak oldu. Düştüğü hatanın esası, Âdem Peygamber’in insan suretine bakması ve O’ndaki sırr-ı ilâhiyi göremeyip “Ben daha üstünüm!” demesiydi. Öyle ya; deryaya dışından dış gözlerle bakanlar, içindekileri nereden görsündü! Âdem Peygamber’in, Umman olup içindekileri sakladığı yerde, Şeytan, baş gözleriyle Umman’a bakmış ve sadece uzayıp giden bir aleladelikle mavilikler görmüştü! Tıpkı sureten değil ama sireten, bel yoluyla değil ama hâl yoluyla evladı olan Ebu Cehil’in, bir zaman sonra Hz. M….d’e “Allah’ın elçisi” olarak değil de, “Abdullah’ın Yetimi” olarak bakacak olması gibi… Demek iş, esasla beraber usuldeydi, bakılan ile beraber, bakan gözdeydi…

Gelelim sadede, etraflarınızda beliren Âdemlik ile Şeytanlık’ı derhal fark etme mevzuuna…

İnsanın ilk etrafı, bizzat zatıdır! Öyleyse ilk gönül aynanızın karşısına geçin ve evvela kendinize bir bakın… Orada nefsini istikbâr eden, doğrunun tek kaynağı olarak kendi kafasını işaretleyen, mesele her ne olursa olsun dışına karşı ibâ tüttüren, kendini mükemmel bilip, hata ve kusurları daima etrafına isnat eden bir kimse görüyorsanız, gördüğünüz şeyin bir parça da, içinize duhul ve hulul etmiş Şeytan olduğunu anlayın, derhal titreyip ürkün ve Şeytan’dan kaçıp Âdem Peygamber’e, sizi Allah’a vasıl eyleyecek asıl vasıtaya dâhil olun!

Ve sonra etrafınızı da aynı nazarla bir süzün… Orada nefsi müstekbir, edası ukala, ahlâkı mütekebbir her kimi görürseniz görün, muhataplığınızın Âdemlik’e değil, Şeytanlık’a olduğunu anlayın ve gene titreyip ürkün, Şeytan’dan kaçıp Âdem Peygamber’e, sizi Allah’a vasıl eyleyecek asıl vasıtaya dâhil olun! Zira kendini mükemmel bilip, kendi harikalarını açık ya da örtülü şekilde vaaz eden, kimseyi beğenmeyip kendini harika addeden, hata ve kusurların üveyiğini tek kez olsun nefsine kondurmayan ve onları akbaba sürüleri halinde başkalarının üzerine salan bir kimsenin rol modeli, Âdem Peygamber değil, Mel’un Şeytan’dır ve o kimsenin kendinden tevarüs etmesi mümkün şeyi de rahmet değil, lanettir!

Ah, ne görünmez beladır şu; kalıbı Âdem’i andırırken batını Şeytan’ı anırtan insanlar!

Kalbi, nefsinin güneş aynası çölleriyle kaplı iken, ruhunun güneş sızmaz ormanlarıyla süslüymüş gibi caka satanlar, ne görünmez beladırlar, ah!

O “kalp” ki; ona bu isim, iki kabza arasında bulunması suretiyle verildi. Celâl ve Cemâl kabzaları… Kalp, Celâl ve Cemâl sıfatları ile idare edilir, onlarla taklib olunur… Taklib, bir şeyin kalıp ve şeklinin değiştirilmesidir. Yani kalpler, hâllerinde illa meskûn ve meskût durmazlar, değişebilirler… Kendileri Allah’ın En Sevgilisi iken, Habib-i Kibriya’nın (SAV) şu duayı çokça yapmaları da bu hikmete mebnidir:

“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!”

Âlemin Fahri, bir keresinde gene bu duayı etmişlerdi. Bu duayı kendisinden sıkça duymakta olan Sahabî:

            “Ey Allah’ın Resulü! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık… Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?”

Diye sordu. Ve Âlemler Efendisi (SAV) o zaman “Evet!” dediler:

“Kalpler, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir…”

Çevirmek mi? İşte…

Âdem Peygamber, hata ve kusuru kendi nefsine atfedince, Allah da, kalıbını Dünya’ya indirirken kalbini Alay-ı İlliyyin’e çevirdi!

Ve Şeytan, hata ve kusuru Allah’a atfedince, Allah da kalbini, Esfel-i Safilin’e çevirdi!

Âdemlik, yücelerin yücesine nazır ve racidir! Oraya bakar ve ennihayet, oraya döner! Şeytanlık, aşağıların aşağısına nazır ve racîdir! Oraya bakar ve ennihayet, oraya döner!

Değil midir ki; Şeytan’dan, Allah’ın değil de Şeytan’ın âlimi olan Bel’am’a kadar, Allah’ın mukarrebi iken Allah’ın merdûd ve matrûd kıldıkları, nereye bakmakta idiler, nereye bakar oldular! Nerede idiler, nereye sürüklendiler!

Öyleyse gönüldaşlar!

Zahirde olsun, batında olsun, hiçbir kemâl ve nimeti, kendi nefsimize ya da amelimize atfetmeyelim, hata ve kusurları da her daim nefsimize isnat edelim ki; şahsımızda Şeytan’ı değil, Âdem Peygamber’i tüttürmüş olalım. Her muvaffakiyeti Allah’ın Mahz-ı Lütf-u Kereminden bilmek ve hata anlarında nefsimizi saklamak yerine, haklamak üzere meydan yerine çıkarmak, aynı zamanda doğru bir istikamet belirtildiğine de bir nişane değil midir?

Unutmayalım: Şeytan’ı taşlamaktan öz nefsini haşlamaya kadar uzanan ruh tavrı bir bütündür ve her veçhesinden, az ya da çok ama mutlaka Âdemlik tüter!

Ve Kâbe’yi taşlamaktan öz nefsini hoşlamaya kadar uzanan nefs tavrı da bir bütündür ve her veçhesinden, az ya da çok ama mutlaka Şeytanlık tüter!

Âdem Babamız, hatasını nefsine yükleyip Allah’a sığınmıştı, yüceldi!

Şeytan ise hatayı nefsine isnat etmedi ve bunun da sonu, hatayı Allah’a isnat etmeye kadar vardı. Ve lanetlendi!

Hani “şunu beğenme ama kendini beğen, bunu beğenme ama kendini beğen, onu beğenme ama kendini beğen, ennihayet hiç kimseyi beğenme ama kendini beğen” tavrının ennihai neticesi kaçınılmaz, alenileşse de alenileşmese de, Allah’ı beğenmemektir!

Anlıyor musunuz; davamız ne kadar dıştaysa, o kadar da içte… Dışa karargâhlar kurup içe dikkat celp etmemek, Âdemleşmek ile Şeytanlaşmak arasında çok da fark gözetmemek demektir ki, felâket!

Yani; siretimize Şeytan sızdıktan sonra, suretimiz Âdemlik borazanları çalsa, ne fayda!

Sureten ve sireten Âdemleşmek ve sonra, Şeytan’a ve bütün şeytanlıklara karşı topyekûn mücadele etmek…

İşte bizim meselemiz, budur!

Buyuracaksanız, buna buyurunuz!

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi