Muhsin Yazıcıoğlu Davası İçin: Muhakeme Dağı Fareler Doğuruyor!

Yazan: 01 Mart 2021 9524

Dedi: Resmen dağ fare doğurdu…

Dedim: Atfın, “Muhsin Yazıcıoğlu Davası”na mı?

Dedi: Evet… Daha dün, dört kişiye “görevi kötüye kullanmak” suçundan 1 yıl 1 ay gibi komik, bu yüzdendir ki sembolik cezalar verildi…

Dedim: O zaman, en baştan söyleyegeldiklerimize dayanarak şöyle diyeyim: Tabirin yanlış! Bu muhakeme, en başından beri dağ değildi, dağ olmak gibi bir meyil de hiç kazanmadı… Zaten çıkan neticeye bak! Bir kadın, pazarda tartıştığı başka bir kadına sadece “Eşek!” dese ve o kadın da bunu mahkemeye taşısa, muhtemel bu adamlardan daha fazla ceza yerdi… Hoş, mahkemenin tespit ettiği suç, suikaste dair değil, görevi kötüye kullanmaya, görevini layıkıyla yapmamaya dair… Yani bunun da mahkeme namına belirttiği ve cümleye dökülmeksizin şuurlara zerk ettiği hakikat şu:

-Ben, ortada suikast filan göremedim. Ama bakmışken, şu dört kimseyi de, görevlerini layıkıyla yapar bulmadım… Normalde bu kadar kusur, kadı kızında da olur. Ama birilerini de cezalandırmak lazımdı. Çünkü beni dağ sanıyorlar ve karar rahmimle dağ doğurmamı bekliyorlar. Ama ben dağ değilim…

Dedi: Ne öyleyse… Mahkemenin dağ olmadığı yerde, bütün memleket tavşan olsa kime küsecek?

Dedim: Tavşan dağa küsmüş, dağ yerinde yok… Öyleyse tavşan küsmeyip kahredecek… İşte Muhsin Yazıcıoğlu davasında da memleket tavşanı kahretti ve başta söylediğin tabiri, gene cümlesiz, kelimesiz ama tam manasıyla şöyle tefsir etti:

-Dağ fare doğurmadı. Fare, kedi cürümlü dava karşısında korktu ve korkusundan altına doldurdu!

Dedi: Böyle bir durumda korku, insanî bir duyguya değil, denî bir kalkışmaya taalluk eder…

Dedim: Öyle zaten… Bu memlekette, bu memleketi idare edenlerin ekser kısmında yürütücü motivasyon, korkudur… Hâlâ memlekette “Fetö geri gelirse, geldiklerinde aleyhimize olacak şeyler destelemeyelim!” diyerek, vazifesini burun ucuyla yapan sayısız idareci var. Alçaklıkta zirveler! Oysa biliyorsun, Fetö’nün geri gelişini, memlekette olanlara bakarak biz, muhal görmüyoruz. Bunun için kendimizi bağlayacak nice çıkışımız oldu. Hatırla, darbe kalkışmasının olduğu gün, daha Recep Tayyip Erdoğan’ın akıbeti belli değilken, daha “Sokağa çıkın!” çağrısını yapmamışken ve bilmem kaç yüz binlik parti teşkilatı, tavşan uykusundayken, biz sosyal medya hesaplarımızdan silahlı direniş çağrısı yaptık… Türkiye’de, ilkiz… İşe gelmeyince, görmezden geliyorlar tabi… O gün, silahlanıp direnişe geçişimizin gerekçesi de, bütün gönüldaşlarımıza benim ağzımdan şöyle sunulmadı mı:

-Bu alçakların hâkim oldukları bir vatanda yaşamaktansa, ölmek daha evladır! Kimliklerinizi gömün ve toparlanın… Direneceğiz!

Dedi: Evet… Ve sabaha kadar direndik de!

Dedim: Şimdi o gece tavşanlık edenler, ellerinde mühür, topluluğumuza bilgiç bilgiç bakıp: “Bunlar da çok sert! Ne olur ne olmaz, şöyle dışarıda tutalım!” diyorlar… Hani bizdeki sertlik, ondaki namusu kurtaran şeyken, namussuzluk ediyor ve devleti, kendi nefsinin hamalı ve hamağı olarak kullanıyor…

Dedi: Bunlara alıştık artık… Aslında topyekûn tarihimiz, bunlara alışma tarihi…

Dedim: Evet… En sonunda mutlu olan da, biz olacağız inşallah…

Dedi: İnşallah… Başkan’ın davaya dönersek…

Dedim: Başından beri laçka ve başından beri kamuoyunu oyalamaya yönelikti her şey… Şu birer yıl ceza alan dört kişiden evvel, yaklaşık bir ay evvel de (25 Ocak 2021) bir başka kişiye iki yıl hapis cezası verildi. Davada verilen ilk ceza buydu. Onda da gerekçe neydi: Görevi kötüye kullanma… Bu kişi, şu an Fetö’den tutuklu ve aynı zamanda bu kişi, “Yazıcıoğlu'nun bacağı kırık, ambulansla hastaneye götürülüyor!” bilgi notunu geçen istihbaratçı… Mahkeme diyor ki:

-Bu adam, sahadan, internet sitelerinden bu haberi duyuyor ve bu bilginin tüm illere gönderilmesini sağlıyor. Böyle olunca da, arama kurtarma çalışmaları sekteye uğruyor. Oysa böyle önemli bir olayda, duyumla değil, istihbarat personelinden alınan haberleri kullanmalıydı.

İşte cezayı da bu gerekçeyle veriyor. Üstelik mahkeme, bu adamın, duyum da olsa bu bilgiyi nereden aldığını açıklayamadığını da zapta geçirmiş…

muhakeme.dagi.muhsin.baskan.1

Dedi: Burada sorulması gereken soru çok basit: Fetö iltisaklısı bu adam, bu bilgiyi aramaları sonlandırmak için kasten mi yaydı?

Dedim: Mahkemeye direkt sorulması gereken soru, evet bu… Zaten adam Fetö’den tutuklu… Şimdi bu adam; bu işi, Muhsin Yazıcıoğlu, can vermemişse eğer, bulunmadan evvel can versin diye yapmışsa, yani buna inanıyorsanız, iki sene ceza da ne? Başkan’ın, olaydan kısa süre sonra bulunmasıyla, üç gün sonra bulunması arasında, yaşamak ile ölmek arasındaki kadar fark var. Haliyle bu da, cinayete tam teşebbüs durumu belirtmez mi? Mesela bir adam düşün… Zehir içirmişler… Zehrin öldürme süresi de, on iki saat olsun… İhbar geliyor, polis takribi adrese gidiyor ve sokakta adres sorarken başka bir adam, polisi çok başka bir adrese gönderiyor… Ve on iki saatte adrese ulaşılamayınca da, zehirlenmiş adam ölüyor. Şimdi; polisin adres sorduğu adam için iki ihtimal var: Ya sarsak bir adam bu ya da zehir tesirini göstermeden zehirlenen kişi bulunmasın diye polisi kasten başka adrese gönderen bir adam… İlkini geçelim… Ama ikincisi, bu adamı cinayetin zanlılarından biri haline getirmez mi?

Dedi: Mutlaka evet!

Dedim: Öyleyse yargılanma sonucunda bu tarafı kesinleşirse, cinayet suçundan, örgütlü cinayete ortaklıktan yargılanmamalı mıdır, ona göre ceza almamalı mıdır? Evet… Ama Muhsin Yazıcıoğlu davasında, hem adamın arama kurtarma çalışmalarını engellediği tespit ediliyor, hem de “görevi kötüye kullanma”dan iki yıl hapis cezası veriliyor… Bir de mahkemede pişmanlık emaresi göstermediği için iki yıllık cezasında indirim uygulanmıyor… Komedi gibi… Yani “Görevimi kötüye kullandığım için pişmanım!” dese, iki yıllık cezası bir yıla düşecek… Ve dikkat, kanunda “görevi kötüye kullanma” suçu, ihmal suretiyle görevi kötüye kullanma suçu, taksirle değil, kasten işlenen bir suç sayılır… Öyleyse buradaki kasıt ne?

Dedi: Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölmesi…

Dedim: Ve cezası ne? İki yıl, o da ertelenebilir mikyastaki bir hapis cezası… Yani yatarı yok…

Dedi: Şimdi ceza alanlarsa, zaman aşımına bir ay kala, sembolik olarak cezalandırılan kişiler… Bir nevi bunlar, kamuoyuna “Boş geçmedik!” diye verilen mesaj oluyorlar…

Dedim: Evet… Son duruşmada, Muhsin Yazıcıoğlu davası avukatlarından biri aynen şu ifadeyi kullandı:

-Sanıkların FETÖ’cü olduklarını iddia etmiyoruz, ancak FETÖ tarafından kullanıldıklarını iddia ediyoruz…

Zaten ana dava Maraş’ta yürüyor… Ağır Ceza’da bir, Asliye Ceza’da da iki tane yürüyen dava var… Sanık sayısı toplamda 18… Bunların 12 tanesinin, Fetö’yle irtibatları da var… 6’sı için böyle bir tespit yok… Avukatın kastettikleri de, bunlar… Dağınıklığa bakar mısın? Olay tek ama bir sürü ayrı mahkemede, başka başka davalar var… Zaten avukatların da maalesef kaydıyla dedikleri de şu:

-Bize göre bu hadise örgütlü bir yapı tarafından işlendi ama bugüne kadar henüz toplu bir örgütlü suç soruşturması yapılmadı, haliyle hadise de bir suikast davasına dönüşmedi…

Dedi: 12 yıldır…

Dedim: Evet… Demek, fare doğurduğunu söylediğin muhakemenin sahibi devlet, kamuoyuna basın ve siyaset yoluyla pompalanan o kadar şeye, Fetö’yü sıkıştırmak kaydıyla yapılan o kadar propagandaya rağmen, suikaste inanmıyor…

Dedi: Görünen o… Ağız başka oynuyor, el başka çalışıyor…

Dedim: Dedim ya, kimsede mevzu vuzuha kavuşsun derdi yok… Herkes, ilgisine göre bu davayla kendi hesabını görmek istiyor… Mesela Başkan’ın bir konuşması var… 2007’de Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında yaptığı bir konuşma… Hani şöyle demişti:

-Ben Tayyip Erdoğan’ın yerinde olsam, şikâyet etmem! Devletin kurumları içerisine çete girdiyse, anasını okurum!

Şimdi bu konuşmayı, vatandaşı geçtim, koca koca gazeteciler, siyasetçiler filan paylaşıp, altına da şu minvalde bilgi notu düştüler, düşüyorlar:

-Yazıcıoğlu, Fetö’yü ta o zamandan görmüş… Mevzu açık, Yazıcıoğlu’nu Fetö öldürmüş…

Şimdi biz “Fetö öldürmemiştir!” demiyoruz… Ama mevzuyu bu derece sulandırırsanız, eğer bu hadisede dahli varsa Fetö’yü kıstıramazsınız… Kıstıramadıkları gibi… Muhsin Başkan, devlet içindeki çete derken o konuşmada, Ergenekon’u kast ediyor… Hatta o dönem, Ak Parti hükümeti, Fetö’nün yargı ve polis içindeki örgütlenmesini kullanıyor ve Ergenekon operasyonları öyle yapılıyordu. Muhsin Başkan da, herkes gibi o dönem, Ergenekon operasyonlarını destekliyordu… Yani Fetö o devir, hala “Cemaat” … Tabi bizim için her devir Fetö idi, orası ayrı… Ama o devir Türkiye’de böyle bir bilinç yok… Yıl 2007… Ve Muhsin Başkan’ın “Anasını okurum!” dediği devlet içi çeteden kastı, çok açık, Ergenekon… Ben bu programı televizyondan canlı izledim… Bittiğinde de program hakkında Muhsin Başkan ile mesajlaştım… Döneme ve programa vakıfım… Ama mesela bu konuşmayı alıyorlar ve Ergenekon hakkında olduğunu bildikleri halde, Fetö hakkındaymış gibi paylaşıyorlar… Böyle olunca da, sular bulanıyor… Bulanık sularda da, başta Fetö, hiçbir ihanet balığı yakalanamıyor…

Dedi: Oysa o devir, Fetö, “Cemaat” bilinen vasfıyla Muhsin Başkan’a gelip gidiyor…

Dedim: Kaç defa denk geldim… “Az önce kalkanlar kimdi biliyor musun?” dedikten sonra “Cemaat’ten…” diye ekledi… Buna son zamanlarda kaç kez şahit oldum… Başkan’a, ne istediklerini sordum bir keresinde… “Bana MHP’nin başına geç diyorlar!” dedi… Bak, tekrar ediyorum, bu dediğim bir kez değil, birkaç kez oldu… Yani hasbihale gelmek gibi bir durum yok… Bana denk geldiyse birkaç kez, demek tedricen ve bir amaca matufen sık sık geliyorlar… Resmen Başkan’ı çevirip telkinde bulunuyorlar… MHP telkinleri… Tabi Başkan, telkin kabul edecek adam değil… “Savıp gönderiyorum! Mesela diyorum ki; gazeteniz, televizyonunuz, paranız var… Ne bir haberimizi yaparsınız, ne bir derdimiz için destek olursunuz… Ama MHP’nin başına geç dersiniz… Kolay mı o işler… Hem ben, zaten bir parti lideriyim!” Böyle savdığını söylüyordu… Şimdi dikkat et; o devir MHP lideri Bahçeli, Cemaat’i Fetö bildiğinden değil, daha çok Cemaat’i irticacı bulduğundan ve Ak Parti ile birlikte hareket ettiklerinden sevmiyordu ya hani, bu sebeple onlar da Bahçeli’yi sevmiyorlardı… Zira Bahçeli, CHP’nin olduğu muhalefet bloğundan yıllardır Ak Parti ile “Cemaat”e ateş edip duruyordu. Bundandır ki; devirmeleri lazımdı… Çünkü yakında Recep Tayyip Erdoğan’ı devirmek gibi bir planları vardı. MHP, bu yüzden lazımdı… İşte demek ki; Devlet Bahçeli’yi devirmek için başın başında akıllarına Muhsin Yazıcıoğlu’nu, pofpoflayarak kullanmak geldi… Tabi ki kullanamadılar… Karşılarında kim vardı! İşte bu defa da, yedek akçeyi kullandılar…

Dedi: Yedek akçe?

Dedim: Kaset operasyonları…

Dedi: Taşlar şimdi oturdu…

Dedim: Tabi badem bıyıklı sünepeler, dünyaya kök salmışlar ama tam da badem bıyıklı sünepe olma vasıfları sebebiyle şunu çözemediler: MHP, kaset operasyonuyla oyu düşecek, tepetaklak olacak bir parti değil… Zaten kaset operasyonuyla MHP’nin bir de oyu arttı…

Dedi: Hem bu sebeple, hem de MHP Divanı’ndaki yaşlı bilgelerin neredeyse tamamının kaseti ortaya çıkınca, hadisenin profesyonel işi olduğu çok belli oldu. Haddini aşan şey de, tersine inkılâp etti ve oyun tutmadı…

Dedim: Evet… Fetö, darbeye kadar birtakım düzenlemeler yapa yapa giderken, işleri bozan şey Recep Tayyip Erdoğan’la ters düşmeleri olacak… Ama konumuz bu değil…

Dedi: Muhsin Yazıcıoğlu davasının istismarı diyorduk…

Dedim: Evet… Ak Parti’den, biri eski Başbakan yardımcısı, biri de Başbakan olan iki kimsenin iki cümlesini hatırla…

-Muhsin Yazıcıoğlu davasını çözmek bizim için namustur!

Ve:

-Bırakın bu işleri, kazadan kaza çıkarmayın…

Şimdi; bu iki cümleye, edildikleri zamana ve Muhsin Başkanı zerre umurunda bulundurmayan nicesi tarafından, sırf Fetö’ye karşı argüman üretmek için üretilen daha nice cümleye bak ve sonra, aslında Muhsin Yazıcıoğlu davasının bir değirmen taşı gibi ortada ve esas olmadığını, aksine bir oklava gibi elden ele ve bulunduğu ele göre işlev gören bir rölatiflik belirttiğini anla… Yani hakikate ulaşmak amacı yok… Fetö dövülecekse, bu oklava öfkeli bir kadının elinde ne ise o oluyor… Fetö, saklanacaksa bu oklava, susamlı börek açan bir iştah aleti oluyor… 2009’da helikopter dağa çarptı… Fetö’nün, Ak Parti ile ilişkileri bozulana kadar, BBP’nin başındakiler, olayın kaza olduğunu tabana kabul ettirmek için her şeyi denediler… Bizzat başındaki adam “Bana bir evliya dedi, bu olay kaza, kapatın, üzerine giderseniz Muhsin Yazıcıoğlu’nun ruhu incinir!” deyip durdu… Sonra Fetö ile Ak Parti bozuştu… BBP’nin başındaki adam, Fetö’nün desteklediği Ekmelettin İhsanoğlu’nu destekledi… Haliyle Ak Parti ile arası bozuldu… Böyle olunca bu defa da, “Bu olay kaza, evliyadan duydum!” diyerek gezenler, tabana subliminal bir şekilde suikastin Recep Tayyip Erdoğan tarafından tertip edildiğini söyler oldular… İmalar, göndermeler filan… İçlerinde “Başkanı, öldürmüşler! CD’sini izledim!” diyenler bile vardı… Şu Erzuurumlu adamı kast etmiyorum… Ankara’da böyle deyip gezen görevliler… Çünkü; Fetö, Recep Tayyip Erdoğan’ın yıpranmasını istiyordu ve BBP ile de birlikte hareket ediyordu. İşte bunlar, bahsettiğim algıyı oluşturmak için yapıldı… Sonra buzul çağı geçti, hiçbir mezhebi bünyesine kabul etmez siyaset hassasında küresel ısınma devri başladı, Ak Parti ile BBP yeniden sırnaşmaya başlayınca da, Muhsin Yazıcıoğlu davasının da huyu suyu değişmeye başladı… Bizde siyaset denen şey, politikacı denen tipin nefs siyasetidir… Menfaat rotasına göre nefsleri istikamet tutar ve bu istikamette de her değeri yakıt olarak kullanır… Muhsin Başkan’ın dava da, belirttiği rölatiflik ile hakikate ulaşma amacı taşımaz… Zaten unutmadan hatırlatalım, bir ara toplamda 132 şüpheliye nazar çevirmiş bu dava, 132 şüphelinin tamamı hakkında 20 Haziran 2016’da takipsizlik kararı vermişti. Darbe girişiminden 25 gün önce… Aile ve parti karara itiraz edince, 20 kişi hakkında takipsizlik kararı bozuldu. Velhasıl filan çıktı, falan girdi ve işte şimdiki durum kaydettiğimiz üzere, 18 sanık var… 12’sinin Fetö iltisakı tespitli, 6’sının değil… Şimdi mahkeme işte bunlara birer yıl küsur verip mevzunun sonuna doğru, devre göre rengi değişe değişe ve de fare doğura doğura yaklaşıyor… Zor ama, belki yarın öbür gün, işi yuvarlayıp eldeki sanıklar için değil de, kayıp ve kaçaklar için “Fetö yaptı işte! Ona müebbet şuna müebbet!” deyip geçecekler… Çok zor, küçük bir ihtimal… Üstelik gerçek bir yargılamadan istenen bu da değil oysa… İstenen şey, hadisenin, tek gölgeli yanı kalmayacak şekilde vuzuha kavuşması… Karar diye, mücerret renkleri, sürrealist bir tablo olarak ortaya koyarlarsa da, vuzuh oluşmaz… Müşahhasları yakalamalı… Suikastse, kimler ve nasıl yaptı, bulunacaksa, böyle bulunmalı… Ama bu yolla da, asla bulunmaz…

Dedi: Hakikat, berhava… Muhsin Yazıcıoğlu davası bağlamında hakikat, hakikatli seyyahların ufukların ardında aradıkları şey değil, iştahlı avcıların, ormanda aradıkları ceylan… Ellerine geçse, derisini yüzüp kendilerine koku damıtacaklar… Nefsleri güzel koksun diye, hakikati kokutuyorlar…

Dedim: Baksana işte, yani son kertede, sanık sandalyesinde oturanların altısı, iddia makamı tarafından bile cürümü işleyen suçlu değil, suça alet edilen kabahatli olarak görülmekte… Geri kalanları da, Fetö’nün başka haltları sebebiyle tutuklu…

Dedi: 12 yıldır adalet fırçasıyla çizilen dava tablosunda, ne kuş, ne ağaç, ne nehir, hiçbir öğe yok… Tuval, bembeyaz, kupkuru duruyor… “Manzara nerede?” deseniz hani “Şaşı bak şaşır!” diyecekler… Şaşı baksanız da aslında, şaşıracak bir şey yok… 12 yılda devlet, tuttuğu adalet fırçasıyla Muhsin Yazıcıoğlu davasına esaslı birkaç çizik bile atamadı… Sanıkların hepsi, görevi kötüye kullanan, doğrudan suçsuz ve dolaylı kabahatliler…

Dedim: Öyleyse suçlu nerede? O kabahatli, bu kabahatli, şu görevi kötüye kullanmış, bu görevi kötüye kullanmış… Adalet, avucunda bulunan herkesi böyle böyle kenara ayırdıktan sonra elinde avucunda ne kalır?

Dedi: Hiçbir şey…

Dedim: Elde de zaten hiçbir şey yok… En başından beri, kamuoyu dedikleri “hayvanı” teskin etmek için kontrollü bir tiyatro oynanıyor…

Dedi: Şu birer yıl ceza alanlar…

Dedim: Biri, Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürü… Adam diyor ki; -Helikopterin uçuş yapacağı güzergâhtaki meteorolojik bilgileri, helikopterin pilotu alır… Devlet Hava Meydanları olarak biz, her türlü bilgiyi Başbakanlık Kriz Merkezi ile paylaştık… Günde binlerce uçuş olur Türkiye’de… Müdürü olduğu kurumun da 10.000’nin üzerinde personeli var… Suçlaya suçlaya bu kurumun başındaki adamı mı suçluyorsunuz?

Bir yıl bir ay hapis… Zaten suçlamamışlar say, şöyle bir yalamış bırakmışlar…

Dedi: Bir diğeri Sivil Havacılık Genel Müdürü…

Dedim: Bu adam, iddia makamını roman yazmakla suçlayınca, salon karışıyor. Ara veriliyor ve aradan sonra konuşuyor. Bu adam da kısaca diyor ki: -Beni, ELT cihazının portatif anteninin, olası bir kazada nasıl takılacağını uçuş öncesi yolculara anlatmamakla suçluyorlar. Zaten böyle bir eğitim mümkün de değil… Hem bu benim işim değil hem de hava araçlarındaki cihazlar, herkes tarafından sökülüp takılamaz, özel aparatlar gerekir!

Bir yıl üç ay hapis… Yalanmış bu da, kamuoyu denen hayvana yaranmak için…

Şimdi bu iki adam, görevlerinden de anlaşılacağı üzere, düşen helikopterin uçuş planının, Türk Havacılık Bilgi Yayınları’nda belirtilen kurallar ve koşulları sağlamadıkları ve bu sebeple bu helikoptere kalkış izni verilmemesi gerektiği noktasında suçlanıyorlar… Tencereyi, içinde löp löp yemek varken, dibinden sıyırma gibi bir hareket… Buraya bir mim koyalım…

Dedi: Koyduk…

Dedim: Diğer iki kişiye de bakıp, sonra da dönelim, mim koyduğumuz yereBunlar, Adana Jandarma Bölge Komutanı ile Kahramanmaraş İl Jandarma Alay Komutanı…  Korgeneral ve Albay, iki asker… İlki, iddia makamını hayalcilikle suçluyor ve enkazın bulunması noktasında görevlendirilmediğini söylüyor. İkincisi de, aramaları yönlendirme ve birliklere emir verme yetkisi olmadığını, celile kayıtlarını değiştirmediğini, tahrif etmediğini, değiştirdiğine dair herhangi bir somut delil olmadığını söylüyor. Ve mahkeme, ortadaki cürmü işledikleri manasına ve onları etiyle kemiğiyle yoğurucu bir ceza vermiyor da, ilkine 1 yıl 1 ay, ikincisine de 1 yıl 6 ay ceza veriyor, yani derilerine şöyle bir cila atıp geçiyor…

Dedi: Toplamda netice?

Dedim: Sıfır elde var sıfır! Hadi dağ-fare metaforumuzu tashih edelim ve şöyle diyelim: Muhakeme dağı, fareler doğurdu!

Dedi: Doğurmaya da mahkûmdu. Çünkü her şey, baştan ve ruhuyla yanlış işliyordu. Memlekette yanlış işleyen diğer şeyler gibi…

Dedim: Evet… Hadisenin baş ve tek şüphelisi Fetö, memleketin başına bomba yağdırdıktan sonra bir de Muhsin Yazıcıoğlu davası ile ilgili olarak sanık sandalyesine oturtuluyor ve devlet, yaklaşık 12 yıl boyunca attığı adalet oklarından tek bir tanesini bile Fetö’nün etine kemiğine denk getiremiyor… İsabet alanlar, o da isabetleri ufak sıyrıklar olarak etraftaki kişiler… Normalde bu şartlarda, bir konserve kutusu baş şüpheli olsa, şimdiye kadar üzerinde kırk yerinden delik açılmıştı… Ama Fetö, hâlâ ortada yok… İşte; hepsi bir yıl küsur ceza alan bu adamlar için bile iddia makamı avukatı ne demişti: -Bunlar Fetöcüdür demiyoruz ancak Fetö tarafından kullanıldılar diyoruz…

Dedi: Hayret bir durum…

Dedim: Hem de ne hayret… Geçtiğimiz günlerde, Ocak ortası sanırım, televizyonda bu konuyu bilmem kaçıncı kez ve aynı laga lugalarla masaya yatırdılar… Bu da, reyting denilen hayvanı, televizyon denen kapanla avlamak için… Zor tahammül ettim… “Az sonra, az sonra!” diye reyting hayvanına yapılan “Gel gel kuzum!” çağrılarını toplasan, programın geri kalan kısmından daha uzun sürer… Program sunucusu, meseleye irdeleyen bir tahkikçiden çok, “Az sonra” nakaratlı pop söyleyen bir popçu…

Dedi: Evet… İzledim ben de… Çok söz etmek yersiz; şu sözü söyledikten sonra: Başkan’ın mevzusunu magazinci ağzıyla bahse getirenler, iki cihan kaydıyla şerefsiz!

Dedim: Öyle… Zaten acılı aileyi bir kenara ayırırsak, Partiyi yönetenlerden tut, memleketi yönetenlere kadar herkes, çapınca bu mevzudan yağ çıkarmaya kalktı, kalkıyor… Hatta Parti Başı ve Memleket Başı tabirleri geçmişken, bizzat Parti Başı ile Memleket Başı’nın bana söyledikleri iki şeyi aktarmalıyım…

Dedi: Bizzat?

Dedim: Evet bizzat… Hatırlarsan, hadisenin sıcaklığını koruduğu günlerde, Avrupa’dan “kaza kırım uzmanı” olarak getirilen bir adam, gündem oldu bir dönem… Dedikleri bir yana, deme tarzıyla abuk subukluk belirten şeyler konuştu… “Ağızlarınız açık kalacak! Bekleyin” filan diye açıklamalar yapıp duruyordu… Şimdi esamesi yok… Ama o dönem konuştukları gazetelere manşet oldu… İşte tam o günlerde, ortak bir tanıdığımızın ofisinde Parti Başı işle karşılaştım ve bu adamın dediği şeyleri sordum… Hakikati var mı, diye… Kelimesi kelimesine bana dediği aynen şu:

-Yok ya… Adam delinin teki… Dediklerini, partinin reklamı olsun diye ben söyletiyorum!

Dedi: Dehşet… Diyecek bir şey bulamadım…

Dedim: Bulamazsın da zaten, arama… O yüzden geçelim… Memleket Başı’nın dediğine bakalım…

Dedi: Dediğinde mi Memleket Başı’ydı, bu günlerde mi?

Dedim: Hem dediğinde, hem de bu günlerde…

Dedi: Anlaşıldı… Dediği?

Dedim: Özetle; kendisinin makam helikopterinin ne kadar donanımlı olduğundan bahsetti. Öyle ki; BBP Genel Başkan Yardımcılarından birini veya birkaçına, kendi helikopterine binip gezmeyi teklif ettiğini –binip gezdirmiş de olabilir, burasını şimdi tam net hatırlamıyorum!-, böylece helikopterdeki donanımı idrak etmelerini istediğini, bunu da Muhsin Başkan’ın şehit olduğu helikopterin ne kadar kötü olduğunu anlamaları için yaptığını söyledi… Onlara şunu defalarca söylemiş:

-Muhsin Beyi, o helikoptere nasıl bindirirsiniz?!

Ve bir anısını anlattı: Makam helikopteri ile bir seyahat halindeyken, Düzce’de hafif sislenme olduğunu, helikopter pilotunun kendisine devam etmemeleri gerektiğini, kendisinin “Sorumluluk bende, bu kadar sisten bir şey olmaz!” diye emrettiği halde pilotunun “Kusura bakmayın efendim! Devam etmeyeceğim, sizi ufak da olsa riske atamam!” diyerek kendisini dinlemediğini ve helikopteri oracıktaki bir asfalta indirdiği ve yolun geri kalanını da araçla tamamladığını söyledi… Yüzde yüz değil, yüzde yüz milyon haklı olan bu sitemini de sürekli şu cümleyle böldü:

-Muhsin Beyi, o helikoptere nasıl bindirdiler!

Dedi: Evet, Memleket Başı’nın, azıcık siste bile pervane durduran aracı eğer kartalsa, Muhsin Başkan’ın, gökten tufan inen kar vaziyetinde dağlara sürülen helikopteri, helikopter böceği gibi bir şey…

Dedim: Tam olarak öyle… Mevzuumuzun bam teli de, onunla alakalı… Memleket Başı’nın ısrarla dikkat çektiği bu hususa, bizim cenahta adeta bir perdeleme yapıldı, söze getirilmedi, mevzu bahis edilmedi… Mim koyduğumuz yere geldik sanırım…

Dedi: Mimi sen koydun, koyduğun yerden itibaren söz sende…

Dedim: Şimdi… Bahsettiğim programda, program sunucusu program biterken, bir izleyici sorusu yöneltti… Partide görevli, Muhsin Yazıcıoğlu davasında da avukatlık eden konuğa… Programın artık bittiği an… Program sunucusu mevzuyu çakmamış vaziyetiyle şöyle diyor:

-Aslında bir iş adamının helikopteri kiralanmış, veya bilabedel o iş adamı, kendi helikopterini mi tahsis edecekmiş?

Ve mevzuyu anlayan avukat söze giriyor:

-Yok şöyle… Muhsin Başkan’ın yakın bir dostu var…

Program sunucusu kesiyor:

-Sonra o helikopterden vazgeçilip bu helikopter tutulmuş…

Ve yeniden avukat konuşuyor:

-Ahmet Demir isminde Muhsin Başkan’ın yakın bir dostu var… Türkiye’nin önde gelen iş adamlarından biri… Muhsin Başkan bu şahıstan ricacı oluyor, helikopter tutması için… O şahıs da helikopteri araştırırken, bizim partiden başka arkadaşlar başka helikopteri, yani düşen helikopteri tutuyor… Olay bu yani…

Dedi: Denilenler yanlış bir kere…

Dedim: Hem de ne yanlış… Üstelik bu hususa, en başından beri nedense hep önemsiz bir mevzu muamelesi yapıldı… Oysa bana göre bu husus, soruşturma eğer bir bina ise, o binanın yapımına başlanacak ilk kazma vuruşudur… Bu vuruş yapılmayınca da, soruşturma, hakikati ortaya çıkaracak bir bina olarak yükseltilemedi… Zaten avukatın cevap verirken tavrı da “Ha o mu, önemsiz bir şey o!” şeklinde… Üstelik dava dosyasına girmiş bir husus olmasına rağmen de, mevzuyu yanlış biliyor. En azından programda yanlış anlattı…

Dedi: Doğrusunu çerçevelendirelim öyleyse…

Dedim: Şimdi Ahmet Demir, gerçekten de iş adamı… Yüz yüze hiç gelmedim ama gıyabında tanıyorum. Muhsin Başkan, değişik vesilelerle bahsettiği için… Başkan’ın, sevdiği biriydi. Misal olsun diye: Bir keresinde Muhsin Başkan ile baş başa sohbet ediyorduk… Gündem değerlendirirken Ahmet Demir’in ismi geçti. Recep Tayyip Erdoğan’ın resmi Hindistan gezisi olmuştu o sıralar… Onlarca -yüz de olabilir, öyle hatırlıyorum!- iş adamı da yanında… Devlet Bahçeli de o zaman, kızgın şekilde muhalefet saflarında… Tam da o günlerde Erdoğan’a şu minvalde seslenmişti:

-Ey Erdoğann! O uçağın yakıtı masrafı devletin kesesinden çıkıyor. Adamlarını doldurup keyfe keder geziyorsunnn!

Şimdi Muhsin Başkan bu tavrı eleştirdi… Hatta dedi ki:

-Adı Devlet olunca devlet yönetimine dair vukufiyet olmuyor. Mesela o uçakta yüze yakın iş adamı vardı, bunlardan biri de Ahmet Demir… Bizi seven birisi… Ben de severim… O uçaktaki belki de en küçük iş adamlarından biriydi ama Hindistan’dan bir milyar dolarlık iş alarak döndü… Devlet Bey de kalkmış, uçağın mazotunu hesap ediyor…

İşte bunun gibi başka zamanlarda birkaç kez daha Ahmet Demir isminin geçtiğini hatırlıyorum. Muhsin Başkan’ın ihtiram gösterdiği, sevdiği birisi…

asd

Dedi: TV programında parti avukatının bahsettiği isim bu…

Dedim: Evet… Ve bu adamın, soruşturma dosyasında ifadesi var… Ben olayı özetleyeyim: Seçim arifesi… Muhsin Başkan’a, ısrarla helikopter tutulması gerektiğini söylüyorlar. Tabi öyle bir para da yok… Bizim camiamızda, eli açık iş adamlarını parçalamak adettir! Mesela içimizden biri çıkıp ticarette, sanayide başarılı mı oldu, partinin-ocağın kıldan tüyden masraflarından tutun, daha esaslı ihtiyaçlarına kadar bütün yükünü o kimsenin sırtına bindirirler… Yani hiç kimse “Acık da başkasından alalım!” demez, kurutana kadar o adama yüklenirler… 100 kere veren 101.’de “Elim sıkışık!” derse de, onu vatan haini ilan ederler… Şimdi Ahmet Demir için dedim ya “Başkan ihtiram gösteriyordu!” diye… İşte helikopter mevzuu açılınca, evvela verdiklerine bakıp hemen Ahmet Demir’e ekşiyorlar… Bu arada Ahmet Demir, helikopter kiralamak için kendisi girişimlerde bulunuyor… Araştırmalar filan… Bu arada, Muhsin Başkan’ın haberi olunca müdahale ediyor. “Ahmet Demir olmaz!” diyor… Niye? Çünkü kısa süre önce İstanbul’da parti, bu adam Hilton Otel’den 100 kişilik yer ayırtmış bir program için… Parasını ödemiş… Ama programa atıyorum, 30-40 kişi gitmiş… Böylece 60-70 kişilik para da boş yere verilmiş olmuş… Muhsin Başkan da bunu biliyor ya, “Adama zaten daha yeni ayıp ettiniz, o olmaz!” diyor… Ve Ahmet Demir’e, helikopter işinin iptal olduğunu iletiyorlar…

Dedi: Buraya kadar her şey normal…

Dedim: Daha bitmedi… Bu arada ben, Muhsin Başkan’la görüştüm… Helikopterden vazgeçildiği ana denk gelen bir zamanda… İki saat baş başa oturduk… Bana helikopter işinden de bahsetti. Kendisini zorladıklarını, önce razı olup “Bir bakın!” dediğini ama günlük kirasının 10.000 Dolar olduğunu öğrenince de vazgeçtiğini söyledi. Demek, Ahmet Demir’den sonraki zaman, bizzat helikopter kiralamak için girişimde bulunulmuş ama para olmadığı için vazgeçilmiş… Bunalmıştı… Yanımda telefonla bir iki miting konuşması yaptı. Hani arıyorlar, telefonu kalabalığa verip konuşturuyorlar… Bir de her taraftan para isteyip duranlar… İki saat konuştuk… Sivas’a gidecekti… Arabasına kadar uğurladım… Binmeden evvel döndü, uzun uzun yüzüme baktı ve “Şimdi ne yapacağım hiç bilmiyorum!” dedi ve bindi. Bu son görüşüm Başkan’ı… Zaten Sivas’a gidecek… Helikopter olayı iptal olmuş… Ne oluyorsa işte, Sivas’tayken oluyor… Parayı bulup helikopteri kiralıyorlar… Kahramanmaraş… Ve dönüş yolunda da meşum hadise…

Dedi: Ahmet Demir olayı, esrarlı bir hâl aldı…

Dedim: Devam edelim… Şimdi niyeyse bu helikopteri, üstelik Başkan istemediği halde ısrarla tutmak istiyorlar ya… Tutuyorlar da… Ama bu arada Ahmet Demir’le ilgili bir şey oluyor. Hani helikopter tutmak için görüşmeler yapmıştı ya evvela… Görüşme yaptığı firmalardan biri Ahmet Demir’i arayıp şöyle diyor:

-Ahmet Bey… Duyduğumuza göre helikopteri başka bir firmadan tutmuşsunuz… Yanlış anlamayın, niye bizden tutmadınız diye aramıyorum… Dostane ikaz etmek için arıyorum… Kiraladığınız helikopteri biliyorum ve o helikopterin bizim piyasa da bir lakabı var: Uçan tabut! O helikopter, hurda… Sadece şöyle bir havalanıp inmek için kullanılır… Başka da işe yaramaz… Zaten bu yüzden dizilere filan kiralanıyor. En son “Adanalı” isimli dizide kullanıldı, şöyle bir kalkıp indi… Ama bu dediğimi bizim piyasada herkes bilir… İsterseniz araştırabilirsiniz de… O “Uçan Tabut”a sakın Muhsin Beyi bindirmeyin… Aman ha sakın…

Dedi: Eyvah eyvah… Adam resmen, benzin tankına meşaleyle yaklaşan birine “Yaklaşma!” der gibi konuşmuş…

Dedim: Gibisi fazla, aynen öyle… Mevsim kış… Binlerce kilometre yol alınacak… Ve helikopter, uçan tabut ismiyle maruf…

Dedi: Ne oluyor bu andan sonra peki…

Dedim: Ahmet Demir, partiyi arıyor… Olanları anlatıyor… O da “Sakın Başkan’ı o helikoptere bindirmeyin!” diyor… Aradığı, partinin şimdiki başkanı… O devir, bu işlere bakıyor…

Dedi: Neye bakarsa baksın, yapması gereken helikopterden vazgeçmek, en azından Muhsin Başkan’ı bu telefondan haberdar etmek değil mi?

Dedim: Evet… Ama haberdar etmediği gibi helikopterden de vazgeçmiyor… Uçan tabut olduğu söylenen helikopterde ısrar ediliyor… Ahmet Demir’in, bu anlattıklarımı havi ifadesi var. Uydurmuyorum… Hatta doğrudan değil ama dolaylı kontak kurduk… Bunları bir gazeteye röportaj olarak da verecekti. Kabul etmişti. Ama daha sonradan vazgeçti… Sebebini bilmiyorum…

Dedi: Zaten ifadesini vererek görevini bir nebze yapmış… Belki de, bir sürü polemik içine çekilmekten ürktü…

Dedim: Orasını bilmiyorum ama vazgeçti… Ama bence, verdiği ifade çok önemli… Hakikatli bir soruşturma için tam da kazmanın vurulacağı bir nokta…

Dedi: Ama hiç mevzu bahis edilmedi… Hatta TV programları arşivine bakılsın, helikopterin kiralanma meselesi ne zaman açılsa, mabeyn hokkabazlıklarıyla konu hep değiştirildi…

Dedim: Evet… En sonki TV programında da avukatın tavrı öyle… “Ha o mu…” gibi bir tavır… Şimdi; helikopter dağa çarpınca bir şey daha oluyor sonradan… Helikopterin kiralandığı firma, aldığı ödemeyi geri iade etmek istiyor. Hani hizmeti vermemiş sayıyor kendini güya… Ve parayı, helikopteri kiralayan özel şirketin hesabına yatırıyor ve partiyi de bilgilendiriyor…

Dedi: Özel şirket kimin?

Dedim: Şimdiki Parti Başı’nın özel şirketi… Kardeşi üzerine… Olabilir, neticede kiralama bir vesileyle yapılacaktı… Ama tabi şunu da olabilir kaydıyla karşılamamak lazım… Bu şirketi kısa süre sonra, kendi yanlarında çalışan bir kişiye devir yapıyorlar…

Dedi: Yıllardır yanında çalışan bir adama, sahibi olduğun şirketi devrediyorsan ve bunlar resmi evrakla da sabitse, hiç kimse bu satışı gerçek bir satış saymaz… Ya ürküldü ya da?

Dedim: “Ya da”sını işte biz bilmeyiz… Resmi ifadesinde Ahmet Demir, kendisini arayan başka bir helikopter firmasından isim veriyor, bu ismin mezkûr helikopter için “Uçan tabut” dediğini kaydediyor ve bunu da partiye ilettiğini söylüyorsa, buradan yürünüp çok yol alınabilir… Ama var mı herhangi bir ifade? Yok…

Dedi: Parti avukatının mahkemedeki sözü geldi aklıma: -Biz bunlara Fetöcü demiyoruz, Fetöcüler tarafından kullanıldı diyoruz…

Dedim: Evet işte… Eğer bu hadise suikast ise, iz bırakmadan nasıl yapılacak… Belki de, içeriden bazı kimselerin ahmaklıkları, ihtirasları kullanılacak… Kontak bırakmadan suikast yapmak, istihbarat örgütlerinin bir taktiği… Mesela birine bir iş yaptıracaklar, uygun kişi seçilmiş uzaktan uzağa… Adama değmeden hayatını öyle bir yönlendirirler ki; adam o işi yaptığında kendi yaptı sanır… Ama kullanılmıştır… Misal; Hrant Dink cinayetini organize ettiği için müebbete bağlanan kişi, şu an kendisine bunu kimlerin yaptığını bilse konuşacak da, bilmiyor ki… Yaptırıldığını biliyor bence, ama kimin yaptırdığını bilmiyor… Diyorum ya; kışkışlama yapılır. Mesela adamı işten kovdururlar, kullanılacağı mıntıkada da tesadüfmüş gibi yeni iş buldururlar…

Dedi: Adam da her şey doğal gelişti sanır…

Dedim: Evet… Şimdi; Keş Dağlarına çarpan helikopter, rotasında değilmiş… Hatta partinin getirdiği kaza kırım uzmanının dosyadaki raporunda bir ifade var:

- Pilot, amatör pilotların dahi kullanmayacakları bir rotaya yönelmiş…

Hakikaten, “Uçan Tabut” namlı helikopter, öyle bir mevkide, hem de o mevkide hava koşulları öyle kötü ki; hayret… Devlet Meteoroloji Müdürlüğü’nün kaza günü hava raporuna göre hava şartları uçmaya uygun… Görüş mesafesi 10 km… Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’ne ait ilk raporlardaysa, hava şartları uygun değil… Görüş mesafesi 300-500 metre civarı… Böyleyse bu havada uçulmaz… Ama uçulmuş… Bu andan sonra iş teknik tecessüse kalıyor… Meteorolojiden hava şartları uygun değilken uygun mu gösterildi, pilota GPS cihazı yanlış rota mı çizdi? Burada da derinleşilmeli… Ama “uçan tabutun” kiralanması hadisesiyle ilintili olarak…

Dedi: O mevsimde, o havada, böyle bir helikopterle olmak, başlı başına bir ölüm keşfi…

Dedim: Mesele, bu keşfe doğal olarak mı çıkıldı, çıkartıldı mı? Bir şey diyeceğim… İsmail Güneş… Mekânı cennet olsun… Helikopterin çakılmasından sonra sağ kalmış hani… 112’ye yaptığı aramalar ciğer yakıcı… Neticede, dağa tavşan salsa, üç ay sonra nerde ise eliyle koymuş gibi bulabilecek devlet, İsmail Güneş’i bulamadı, adeta ona canlı canlı bir cenaze merasimi tertip etti. Rabbimiz, Başkanımız ve diğerleriyle beraber Cennetine koysun onu da… Şimdi İsmail Güneş, gazeteci olarak bu seyahate katılmış ve haliyle fotoğraflar çekmiş… Kendisi değil ama çektiği fotoğraflar kurtarıldı tabi… İsmail Güneş’in son çektiği fotoğraf da, bu makinede… Yani çarpmadan evvel çekilmiş son fotoğraf… Bakınca herkes görecek, görüş mesafesi 10 metre bile değil… Helikopterden dışarısı bembeyaz görülüyor… Karşıda dağ olduğunu anlamak için dikkat kesilmeniz şart… Yani misal, birinin önüne A4 çıktısı olarak koysak bu fotoğrafı, “Bu boş sayfayı niye önüme koydunuz?” der… O kadar bembeyaz… Dikkat kesilince, çok az karalık görüyorsunuz, resmin sol köşesinde ve anlıyorsunuz, helikopterden çekilmiş foto olduğunu… İsmail Güneş, deklanşöre son kez bu foto için basmış… Belki de tam o an, birkaç saniye içinde de dağa çarptı…

Dedi: Mevzu netleşti aslında, diyorsun ki; suikast mi aranıyor, niye böyle bir helikopterle böyle bir mekanda oluş üzerinden hadiseye tecessüs edilmedi hiç? Mevzu ne zaman bu hususun kıyısına gelse herkeste bir “Püff!” tavrı…

Dedim: Çağlayancerit’te yenen köftelerin etleri bile analiz edildi, dürümcüye kadar ifadeler alındı, alışveriş faturaları kontrol edildi de, helikopterin kiralanma sürecine esaslı bir mercek tutulmadı.

Dedi: Muhsin Yazıcıoğlu’nu böyle bir helikoptere bindirmek zaten başlı başına suç olmalı…

Dedim: Hem de helikoptere ısrarla binmek istememesine, parasal sebeplerle vazgeçilmiş olmasına rağmen… Hadi, hiçbir kötü niyetli parmak bahsettiğim bu sürece sokulmadı diyelim, yahu demin bahsettiğimiz 1 yıl 1 ay ceza alan adamlar var ya, onların görevi kötüye kullanmadan 1 yıl 1 ay ceza aldıkları bu soruşturmada ben, sırf ahmaklıktan kaç kişiye onlarca yıl ceza keserim… Bir taşınana bak, bir taşıyan alete… Biri, kaç neslin fikir ve aksiyon hülyalarının ufkunda nurdan şavklar halinde uçan Muhsin Yazıcıoğlu, diğeri uçan bir tabut… Ve bu helikopterin uçan tabut lakabı, üzerine yapışmış ve bu bilgi, partiye de verilmiş…

Dedi: Dediğin gibi, diyelim ki hiç kötü niyetli el dâhil olmadı, bu uçan tabut mevzuu, failine ahmaklıktan nice cereme çektirtir… Ama her şey geçti…

Dedim: Evet geçti… Çok şey geçti… Şimdi Nedim Şener’e, kapanış operasının son serenatları yaptırılıyor… 12 yıla dağılmış, darmadağınık bilgileri, pazılın parçaları gibi toparlayıp kendine köşe yazısı desteliyor… E baktı, ortalık boş, konuşan da yok…

Dedi: Yaptığı ne ise ne, takdir de edilmeli mi bilmem ama iş ne buraya, ne de ona kalmamalıydı…

Dedim: Niye kalmasın ki; herkes, Muhsin Yazıcıoğlu dava dosyasını bir sopa gibi birbirinin başına yerleştirmek için kullanıyor… Aile dışında, o dosyayı yüreğinin çeperinde yara gibi tutan yok… Onların da elinden ne gelir… Dedik ya; Muhsin Yazıcıoğlu gitti ama ne örgütlü cinayet kastından, ne ihtirastan, ne de ahmaklıktan ceremesini çeken olmadı…

Dedim: Bu memlekette ceremeyi ancak Allah’ın halis kullarına çektirirler… Ah işte ah… Muhsinimiz, Başkanımız, yiğidimiz… İnşallah ahrette Cennette olarak, iyi olacak… Ama dünya plânında bize ait hikâyeyi ortasından yas karasına bulayıp gitti… Çok seviyorduk, belirttiği ruhî muhtevayla beraber, hakikatiyle beraber, o mikyasta özlüyoruz…

Dedi: Özlenecek adam, Başkanımız…

Dedim: Ve içli içli Fatiha ısmarlanacak adam…

Dedi: El Fatiha…

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi