Tehafütü'l Felasife Bağlamında: "Puta Kürek!" mi, Putlara Kürek mi?

Yazan: 01 Mart 2021 2420

İnsan, çiçeği, ağacı, sabunu, ırmağı, kırı, kuşu bilir ama fareyi, domuzu, pası, uçurumu, kırbacı da bilir… Ama mesela çiçek için tuzak kurmaz, domuzu koklamaz ya da uçurumda koşmaz, kırda mıhlanmaz… Çiçeği koklar, domuzu avlar, uçurumda mıhlanır, kırda koşar… İnsan, özneden fiile ya da nesneden fiile doğru tek tek her “şey” ile alakasını, o şeyin muktezasınca beliren hususiyetine göre kurar… Yani kurmalıdır… Olması gereken budur… Ama işte olması gereken her zaman olmaz ve insan, olmaması gereken ama olan işler nevinden olarak domuzu da koklar, çiçeği de vurur, uçurumda da koşar, kırda da mıhlanır!

Hal böyleyken, kafasını domuzun apış arasına sokup derin bir nefes çeken bir adamı ya da çiçeğe nişan alıp onu avcı edasıyla vuran bir adamı, yaptığı işin saçmalığı içinde herkes fotoğraflar, herkes kınar ama domuz ya da çiçek ile koklamak ya da vurmak gibi müşahhas nesne ve fiillerden bu mürekkep saçmalığı, mücerret nesne ve fiiller arasında kuran başka adamları ise, yaptıkları işin saçmalığı içinde herkes fotoğraflayamaz, hatta domuzun apış arasını koklamaktan ya da çiçeği nişanlayıp vurmaktan beter bir iş üzerindeki adamları alkışlayanlar da çok olur!

İslam hikemiyatı ile Batı felsefesi arasındaki cedel de işte, İslam hikemiyatının, Batı felsefesinin domuz kıçı koklayan ve çiçek nişanlayan tarafını ifşa ve sonra kendisine ait bir iş olarak da, domuzları vuran ve çiçekleri koklayan tarafını inşa sürecini ifade eder…

Amma işte…

Bu cedelde, netice açısından olması gerekenle olan arasında da bir olmaması gereken durum hâkimiyeti vardır… Zira bu cedelde, İslam hikemiyatı namına bulunuyor gibi duranlarda dahi, başı domuz apışına ve tetiği çiçek dalına dönük olmak noktasında gizli bir meyil vardır… Batı’ya ve onun kafa mahsulü felsefesine söz de karşıt iken, özde yatkın ve hayran olmak şeklinde cereyan eden bu durumu, kaotik ve kompleks felsefe zırvalarından anlamak isterseniz, tespit etmeniz çok güç olur… Bu tespit için daha basit düşünmeli ve muhatabınız ateş ettiğinde nallarını dikerek domuzun mu, yoksa dallarını bükerek çiçeğin mi devrildiğini gözlemelisiniz… Domuzlar dikelip çiçekler devriliyorsa, İslam hikemiyatı namına ateş edenin elinde, aslında Batı felsefesine ait bir silah vardır!

Akla, Batının anladığı anlamda mana veren bir adam, üzerinde Batı düşmanlığı belirten yaldızlı bir arma taşısa bile gerçekte Batı dostudur, böyle bir adam Batı’ya ateş ettiğinde bile batan şey Batı olmaz, son tahlilde batan şey Batının batırmak hedefindeki Doğu, onu da temsildeki İslam hikemiyatı olur!

Bu manada, netice olarak içinizde Batı felsefesinin mutlak hakikat düşmanı filozoflarına karşı meyil ve hayranlık uyandıranlara karşı dikkatli olunuz!

Hatta Batılı bir filozofu dış manzarada kürekle dövüyor gibi duran bir kimseye bile dikkat kesiliniz; zira ayrıntıda böyle bir kimsenin, Batı felsefe kadırgasının köle kılınmış bir kürek mahkûmu olma ihtimali de vardır… Belki de, kendisi bile kürekle düşmana vurduğunu zanneden böyle bir kimsenin elinde “kürek” denilen şey aslında, Batı felsefe kadırgasına okyanusta yol aldıran bir kürektir...

Bilenleriniz vardır; gemicilikte “Puta kürek!”, kürekli gemilerde, geminin baş ve kış kısmına dik ve suya paralel olarak kürekleri indirme talimatıdır… Batı felsefe kadırgasının, ona ram olmuşken ona karşıymış cakası satan tipleri de işte, gemicilik tabiriyle “Puta kürek!” talimatı alan, kürekle kıpraştıkça Batı felsefe kadırgası için kürek çekmiş olan ama böyleyken kendisini “Putlara kürek” indiriyor zanneden kimselerdir…

Diyoruz ya; “Puta kürek!” ile “putlara kürek” farkının, karmaşık fikir teadileri altında anlaşılmayacağı bir vasatta, basit düşünmeli ve muhatabınız konuştukça zihin okyanusunuzda Batı felsefe kadırgasının yol mu aldığına, yoksa zihin eyvanınızda Batı felsefe putlarının mı devrildiğine, dikkat kesilmelisiniz…

İmam Gazalî Hazretlerinin Tehafüt’ül Felasife’si, Farabî ile İbn-i Sina’yı, Batı felsefe kadırgasının kürek mahkûmu olarak fotoğraflar… Yani Farabî ile İbn-i Sina, zannedildiğinin ve kanıksana geldiğinin aksine Batı putlarına kürek vuran kimseler değil, “Puta kürek!” talimatının kürek mahkûmlarıdır…

Bu yüzden Tehafütü’l Felasife, kendi husule gelme gerekçesini şöyle arz eder:

“Farabî ile İbn-i Sina’nın, sapıklıktaki reisleri olan Aristo’dan alıp da hakikat diye takdim ettikleri görüşlerin geçersizliğini göstermek…”

Yani “Puta kürek!” talimatı Aristo’dan ve Farabî ile İbn-i Sina da, Aristocu sapıklıklarla dolu Batı felsefe gemisini yürüten ve bu geminin iskarmozlarına bizim topraklardan yerleşen iki kimse…

Yani onlar Batı fikir putlarına kürekle vurmadılar, Batı fikir gemisini yürütmek için onlar namına kürek çektiler…

Ve İmam Gazalî Hazretleri, hakikat bizde iken Aristo’ya keşkül uzatan, yetmedi Aristo’yu fikir ufuklarına bir güneş diye yerleştiren Farabî ve İbn-i Sina özelinde bütün bu kürek mahkûmları için şöyle dedi:

“Halk içindeki en budala kimseler bile bu onur kırıcı duruma düşmekten uzaktır… Çünkü halkın mayasında SAPIKLARA BENZEYEREK ZARİF GÖRÜNME SEVDASI yoktur! Budalalık, kurtuluşa keskin zekâdan, körlük de selamete, şaşı bakmaktan daha yakındır!”

Ve devam cümlesinde de, Tehafütül Felasife’sini ne için yazdığını en toplayıcı bir cümle içinde şöyle kaydetti:

“Bu kalın kafalıların nabzının ahmaklıkta çarptığını görünce, bu kitabı yazmaya karar verdim!”

Yani “Puta kürek!” emrine mahkûm kimselerin, fikir sahamıza put dikmelerine engel olmak için…

İşte size; İslam hikemiyatı namına sahici cihad edecek ve Batı felsefe putlarını sahici yıkacak müminler için, mutlaka riayet edilmesi gereken bir şiar…

Bu şiardan mahrum, “kendine kendine aydın” kimselerden, midem kalkıyor!

Mademki; dışımızda bir dünya var, demek ki içimizi yıkmaya amade bir dünya da var… Hem de, fikirde ve fiil de… Öyleyse, dışımızdaki dünyaya mukavemet de, hem fikirde olacak, hem fiilde…

Yalnız fikirde olamaz, çünkü fikir sahici ise fiilini de içinde taşır…

Yalnız fiilde de olamaz, çünkü sahici fikir olmadan orta yerde olan fiil, dışımızdaki dünyanın “Puta kürek!” emrine karşı mahkûmluk etmek olur…

Dışımızdaki dünyanın fikrine hayran iken, dışımızdaki dünyayı fiilde vurmak iddiası da bir seraptan başka şey değildir… Tescilli putçu ve aleni eşcinsel Sokrates’e Peygamber nazarıyla bakan bir kimse, gerçek Peygamberlerden sadır olan bir fikrin, sahici sahibi olamaz ve böyle olunca da, Peygamberlerden sadır olan bir fikrin uğrunda da sahici manada cihad edemez!

Yaladığın satırın, seni sadrından itibaren satır satır doğramasına mani olamazsın!

Oysa iç dünyamızın sadrı bize, onu yok etmek isteyen dış dünya karşısında satırlaşacak ve onu satır satır parçasına ayıracak ruhu ve müktesebatı vermiştir…

Böyleydi ki; İmam Gazalî Hazretleri, Aristo satırıyla bizi akıl ve iman maktaından satır satır bölmeye kalkan “İslamsı filozoflara” karşı Tehafütü’l Felasifesi’ni, nur ışıltılı bir satır olarak çekti ve gereğini yaptı!

Ona dediler ki:

“Sen Tehafüt’ül Felasife ile filozofların fikrî müşküllerine karşılığı başka müşküller öne sürerek verdin… Bu müşküllerin çözüm yolunu göstermedin…”

İçimize “Puta kürek!” emriyle dikilen fikir putlarını, iman, itikad ve fikrinin küreğiyle yıkan adama denilen bu şey çok basitti ve basit yoldan cevabı da verildi:

“Buna karşı şöyle derim: Şüphesiz karşı çıkma, bir görüşün yanlışlığını açığa kavuşturur ve güçlük, tez ve antitez ortaya konmak suretiyle çözülür. Biz Tehafütü’l Felasife’de kendimizi, sadece onların öğretilerini bulandırmak ve tutarsızlıklarını gösteren çeşitli delillerini bozmak suretiyle sınırlı tuttuk… Bunu yaparken belli bir öğretiyi savunma yoluna gitmedik… Bunu yapmak, bu kitabın amacını aşardı… Bu yüzden yaratılışın delillerini göstermekle ilgili söyleneceklerin hepsini söylemedik. Çünkü amacımız, ezelîlik ile ilgili onların söylediklerini geçersiz kılmaktır… Bu konudaki gerçek görüşün ortaya konulmasına gelince, biz onu Allah izin verirse Tehafütü’l Felasife’den sonra Kavaidü’l Akaid ismini vereceğimiz bir kitapta anlatacağız. Tehafütü’l Felasife’de nasıl yıkmaya çalıştıysak, Akaidü’l Kavaid’de de yapmaya özen göstereceğiz…”

Ve yaptı da…

“Puta kürek!” emrine mahkûmların dikmeye kalktığı putları yıkan küreğiyle, iman ve itikad sahamızdan kumlar taşıdı ve bir de, akaidimizin esaslarına ait fikri kubbe kubbe inşa etti…

Batı felsefe gemisinde “Puta kürek!” emrine muhatap bir mahkûm olmamak demek, fen ve tekniğin gerektirdiği her şeyi put bilmek ve yıkmak için kürek savurmak manasına gelmez… Ama Batı felsefe putlarına karşı çıkmayı, hokkabazlık ederek sanki de fen ve tekniğe de karşı çıkmakmış gibi gösterirler…

Ve Batı düşün putları üzerine kürek gibi inen Tehafütü’l Felasife, bu hokkabazlığın farkındadır ki, daha başın başında ikaz eder:

“Filozofların dinî esaslarla çatışmayan görüşleri konusunda da onlarla tartışmak, Peygamberlerin tasdik edilmesi için gerekli bir şey değildir. Mesela ay tutulması, dünyanın güneş ile ay arasına girmesiyle, ayın ışığının yok olmasından ibarettir. Çünkü ay, ışığını güneşten alır. Dünya, küre biçimindedir. Gök onu her yandan çevreleyip kuşatır. Ay, dünyanın gölgesine düşünce güneşin ışığı ondan kesilir. Güneş tutulmasına gelince… Ayın cisminin bakanla güneş arasına girmesinden ibarettir. Bu, her ikisinin bir dakika içerisinde aynı noktada birleşmelerinden dolayıdır. Biz, bu tür (fen-teknik) bilgilerin iptaline girişmeyeceğiz. Bu tür bilgileri iptal için tartışmaya girmenin, dinî vecibe olduğunu zanneden kimse İslam’a karşı suç işlemiştir. Böyle yapmakla İslam’ın durumunu zaafa uğratmış olur. Zira bu hususlar hesabî ve geometrik delillere dayanmaktadır ve bunda da şüphe yoktur. Bu konulara muttali olup delillerini araştıran, ay ve güneş tutulmalarının vakitlerini ve sürelerini sebepleriyle beraber veren kimselere ‘Bu, Şeriate aykırıdır!’ denirse, o kimseler bu konulardan şüpheye düşmedikleri gibi, bu defa Şeriat hakkında şüpheye düşerler. ŞERİATE, ŞERİATİN ÖNGÖRMEDİĞİ BİR YOLLA YARDIM ETMEK İSTEYEN KİMSENİN ZARARI DA, ŞERİATE KENDİ YÖNTEMİYLE ZARAR VERMEK İSTEYEN KİMSENİN ZARARINDAN DAHA BÜYÜK OLUR. Nitekim ‘Akıllı düşman, cahil dosttan daha hayırlıdır!’ denilmiştir. Mülhidleri (Dinden çıkarıcı inançlara kapılan İslamsı filozofları) en çok sevindiren şey, Şeriati savunan birinin bu ve benzeri görüşlerin Şeriate aykırı olduğunu açıklamasıdır. Şayet Şeriati geçersiz kılmanın şartı bu gibi şeylerse, o zaman mülhide Şeriati kolayca geçersiz kılmanın yolu açılmış olur… İşte biz, bu gibi (fen-teknik) meselelerini onlarla tartışmayız, çünkü âlem hakkındaki tartışma, onun ezelî mi, yoksa sonradan yaratılmış mı olduğu noktasındadır. Yaratılmışlığı anlaşılınca da ister küre şeklinde, ister yayvan, ister altıgen ya da sekizgen olsun, iddia ettikleri gibi gök ve altındakiler ister on üç, ister daha az veya çok tabakadan oluşsun fark etmez. Bu konular üzerinde durmanın ilahiyat bahisleriyle olan ilgisi, tıpkı soğanın kaç katı, narın kaç tanesi olduğu üzerinde durmak gibidir. Amaç nasıl olursa olsun, âlemin sadece Allah’ın fiili olduğunu vurgulamaktır…”

Soğanın kaç kat olduğu hususunda ihtisas sahibi olunca, Allah’ı da –haşa!- soğan gibi kat kat kendi tasavvurunca işaretlemek ve tasdik etmek isteyen Batı felsefesi, kendi gemisini yürütmek için içimizdeki mahkumlarına “Puta Kürek!” diye emredince, onlar da sayısız saçmalık içerisinde üç hususun putunu içimizde yükseltmek istediler…

-Âlemin ezeliliği… Cismanî haşrin olmayacağı… Ve Allah’ın cüzileri bilemeyeceği…

Sayısız teferruatı içinde, İslam iman, itikad ve akaid sarayının ana taşıyıcı üç kolonu mesabesindeki bu üç husus eğer, Müslümanlık tasavvurunda birer put olarak yükseltilseydi, İslam iman, itikad ve akaid sarayı da çökecekti…

Ama olamazdı, olmadı da!

Tehafütü’l Felasife, bir kılıçbalığı gibi daldığı okyanusta, “Puta kürek!” azmiyle kürek çeken İslamsı filozofların oyununu bozdu ve Batı felsefe gemisini iç sularımıza girmek isterken kılıcıyla delip batırdı!

Âlemi, ezelî ve ebedî bildikten sonra Allah’a inanmak, Allah’a inanıyormuş gibi yapmaktır… Zira bu bağlamda inanılan Allah’ın, -hâşâ!- Başbakanlık Müsteşarı kadar bile yetki ve kudreti yoktur… Batı felsefesi için “yaratıcı” olmadığından, Allah da yoktur ve bu sebeple Batı felsefesi, türlü Tanrı ve türlü inanış şekilleri içinde Tanrılıdır ama Allahsızdır!

Güya kaydıyla: Platon’un Demiurgos isimli tanrısı, ezelden beri var olan ama kaos halinde bulunan bütün maddeyi, yani ateşi, suyu, toprağı ve havayı düzene, yani kozmosa geçirdi. Ama Demiurgos, kaostan önce de yoktu! Zaten Demiurgos olsaydı, kaos olmazdı ve bütün madde baştan kozmos halinde bulunurdu. Demiurgos, iyinin ve ideaların şekil veren enerjisi sayesinde canlanıp zuhura geldi! Yaratılmamış olan, ezelî ve ebedî idealara baktı, oradan kopya çekti ve görünür dünyadaki kopyaları düzenledi… Sonra da kenara çekildi!

Aristo’ysa varlığı oluşa getirirken “dört neden kuramı”nı kullandı. İlk neden, kaos halindeki ilk madde… İkinci neden, bu maddede potansiyel olarak bulunan form… Madde ve form… Şimdi bu form, bu maddede edimselleşecek ki (kuvveden fiile geçecek ki); evren ortaya çıksın… Ama bunlar kendi başına hareket edemez… Bir hareket ettirici lazım... Üçüncü neden olarak da işte o da, Tanrı… Dördüncü nedene gelince, o da, harekete geçen bu tablo için ereksel neden… Yani Tanrı, varlığın oluşa gelişinde çeyrek porsiyonluk bir etkiye sahip… Ama bir dakika… Aristo’ya göre Tanrı “Hareketsiz hareket ettirici”dir ama hareket de onunla başlamamıştır. Zira hareketi de başlangıçsız ve ebedî kabul ediyor. Cant yarıldı burada… Ve akıl arabası durdu. Kendi kendine hareketsiz ezelî bir hareket ettirici, zorunlu olarak hareket ettiriyorsa bir şeyi, o şeyin de zorunlu olarak ezelî ve ebedî bir şekilde hareket ettirilmesi şart… Aracı hareket ettirmek için Aristo konuşuyor:

“İmdi, hareketin olmadığı ve olmayacağı bir zaman yoktu ve olmayacak konusu böylece açıklanmış oldu.”

Aslında açıklayabildiği bir şey yok… Müşkül üstüne müşkül… Mesela; “İlk hareket ettirici” hareket ettirirken nasıl olur da kendisi hareket etmeyecek?

Aristo, cevap vermiş:

“Arzuyla!”

Sorsan:

“Öyleyse peki! Başkasında uyandırılan arzuyu uyandıranın, kendisinde bu arzuyu kim uyandırdı?”

Cevap veremez, verse, cevabı, cevapsız başka sorular doğurur ve eşeklik teolojisi uzayıp gider! Ve Aristo bu eşeklik teolojisinin ennihayetinde “hareketsiz hareket ettirici” olarak Tanrı adedini 47 olarak bulur!

İşte bu Aristo’yu, Müslüman kimliğiyle Allah Resulü’ne ve Kuran’a muhatap olmuşken hatasız bir dahi gören ve İslam iman ve itikad gemisini Aristo rotasına göre yürütmek isteyen kimseler çıkmış içimizden… Bizim “İslamsı filozof” dediğimiz kimseler… Tehafüt’ül Felasife de bundan ya işte, başın başında sancağını, husule gelme gerekçesini göstermek üzere şu cümleyle dikmiş:

“Farabî ile İbn-i Sina’nın, sapıklıktaki reisleri olan Aristo’dan alıp da hakikat diye takdim ettikleri görüşlerin geçersizliğini göstermek…”

Şimdi bizim İmam Gazalimiz, Farabî ve İbn-i Sina’nın, kanatları altına sığındıkları Aristo’yu eleştirince bağnaz, akla, bilime karşı oluyor değil mi?

Peki, söyleyin öyleyse; Aristo’nun Atina’dan kaçarken kurduğu okulu Liseum’un başına bizzat geçirdiği en has talebesi Theophrastos, bu okula 35 sene başkanlık edecek karizmatik kimliğiyle Aristo’ya, metafiziği üzerinden tam 25 noktada hücum etmiş ve onu çıkmazda göstermişken, hiç bağnazlık belirtmesi manasına hücuma uğramış mı? Elbette hayır… Ne onlarda, ne bizde…

Bizde, Aristo etrafında tavafa duranlar çıkmış, Aristo’yu eleştirenlere hücum etmişler… İslam düşmanı İslamsı filozof İbn-i Sebin, İslamsı filozofların en büyük bir ikisinden biri olan İbn-i Rüşd hakkında şunu der ve dediği diğerlerine de ait bir çerçevelendirme olur:

“Eğer İbn-i Rüşd, Aristo’nun:

-Ayakta durmakta olan, aynı zamanda oturmaktadır da!

Dediğini işitseydi, buna mutlaka inanır ve doğruluğunu ispatlamaya çalışırdı!”

Batı, dışından ittirerek batırmaya meyyal olduğu gibi içinden çekerek de batırmaya meyyal, şeytanî bir batırıcıdır!

İmam Gazalî Hazretleri, kendi devrinden önce gelip geçen Farabî ve İbn-i Sina şahsında, devrinden çok önce gelip geçmiş ve çok sonra gelip geçeceklerle de, İslam iman, itikad ve akaid sahasını korumak üzere mücadele etti…

Tehafütü’l Felasife, kapsadığı genişliğine alan yönünden değil, temsil ettiği derinliğine örneklik yönünden, bir güneş!

İslam iman, itikad ve akaid sahası İslamsı filozofların insafına kalsaydı, “alemler-madde”, Müslümanlık tasavvuruna, Allah’ın yaratmadığı, ezelî olarak var bulunan, varlığı kendinden menkul bir meta olarak yerleştirilecek ve Allah, gene Müslümanlık tasavvuruna cüzi şeyleri, mesela bir köpeğin sakladığı kemiğin nerde olduğunu bilmeyen, insanları ahiret yurdunda cismanî olarak yaratmayacak bir varlık olarak yerleştirilecek, böylece Allah-Alemler-İnsan ilişkisindeki hakikatin miyarı bozulacaktı…

Dedik ya; ana taşıyıcı üç kolonu yıkılan bir sarayda, avizelerden şamdanlara, mutfak levazımından süs işlemelerine kadar her şeyi de yıkılmış, yıkılan saray altında ezilmiş sayabilirsiniz!

Bunu gördüğü için İslam’ın adamı İmam Gazalî, Batı felsefesinin adamlarını, İslamsı filozofları gömmek istedi… Allah ne verdiyse, onunla karşı koydu… Allah, ezelî mutlak güçtür… Âlemleri Allah, yoktan yaratmıştır… Yani madde, mutlaka ezelî değildir… Madde, ebedî de değildir… Ama Allah isterse ona, ebedîlik verebilir, bu yönüyle âlemin ezelîliği mutlak, ebedîliği ise imkânsız değildir, Allah’ın iradesine bağlı olması yönünden böylesi bir ebedîlik de zaten, ebedîlik değildir…

Onlar, 2500 yıllık bakiyeyle orta yere deliller serpmiş, Farabî ve İbn-i Sinalarsa bu delilleri, Müslümanlık pazarında şeker ambalajlı zehir topakları olarak saçmıştı… İmam Gazalî Hazretleri, bu şekerleri toplattı, ambalajlarını açıp içindekileri teşhir ederek Müslümanlık havsalasını kurtardı…

Düşman kutupta muhatapları, birkaç İslamsı filozof değil, Batı felsefesinin toplu bakiyesiydi… İslamsı filozoflarca atılan zehirli fikir okları, kirişi 2500 yıldır esnetilen yaylardan atılmaktaydı!

İşte misal; âlemin ezelîliğine dair diğer filozofların, âlemin ebedîliliği mevzuunda da kullandıkları dört deliline, iki delil daha eklenir ve bunlardan birini “Güneş delili” ismiyle, gladyatörlerin başhekimi, Antik Roma’nın, ünü Antik Roma’yı mekân ve zaman buuduyla çok aşmış Galenus şöyle ekler:

“Sözgelimi, eğer Güneş yokluğu kabul etseydi, uzun sürede onda bir küçülme meydana gelirdi. Oysa binlerce yıldan beri Güneşin miktarına yapılan gözlemler, onu hep aynı büyüklükte olduğunu göstermektedir. Böylesine uzun bir zaman içinde küçülmemesi, onun bozulmayacağını gösterir…”

Ve İmam Gazalî Hazretleri, yaklaşık bin yıl ardında kalmış Galenus’a da cevap verir:

“Hâlbuki biz, bir şeyin ancak küçülmeyle bozulacağını kabul etmiyoruz. Zira küçülme, bozulma türlerinden sadece birisidir. Bu bakımdan bir şeyin en etkin durumdayken ansızın bozulması uzak bir ihtimal değildir... Bozulmanın küçülmeyle olacağını kabul etsek bile, Güneşin küçülmediğini nerden bildiğini Galenus’a sormak lazımdır. Onun gözleme başvurması zaten imkânsızdır. Çünkü Güneşin miktarı ancak yaklaşık olarak bilinir Güneşin dünyadan 170 kez veya ona yakın bir miktarda daha büyük olduğu söylenir. Eğer Güneşten misal bir dağ miktarı eksilecek olsa, duyu gücü bunu anlayamaz. Belki de şu ana kadar bir dağ veya daha fazla bir miktar küçülmüş ve duyu gücü bunu anlamamıştır…”

Güneş, göğe asılı duran ve asla küçülme veya değişim kabul etmeyen “ebedî bir boncuk” değildir… Zaten bugün, duyu gücünü aşan yöntemlerle Güneşte patlamalar, küçülmeler olduğunu, hatta bir gün bütün nükleer enerji kaynakları tükenince, dış katmanlarını boşluğa fırlatacağını ve gezegenimsi bir bulutsuya dönüşeceğini de ve ennihayet yok olacağını da biliyoruz…

Bu bilgi de, daha neler neler bilmediğimizi bilmek ve bilginin peşinde, hadlere riayet ederek koşmak gerektiği bilgisiyle kapsanmalı…

Buyurun, Güneşi herkes altın renginde sarı zanneder ama aslında beyazdır… Güneş ışıkları atmosferden geçerken kırılır, atmosferde yeşil, mavi ve mor gibi dalga boyu kısa renkler, dağılır ve atmosfer filtresinden sarı, turuncu ve kırmızı gibi dalga boyu daha uzun renkler geçer ve biz Güneşi, sarı-turuncu renklerde görürüz. Bu gözlemler, yanılmalarla memludur. Yeni gözlemler, yanılgıları ortaya koyar ve fen-fizik-teknik gelişir… Ama bunların gelişmemiş hallerine mutlak doğru gibi yaklaşıp, bu halle ilahiyat-metafizik sahasına dalmak ve o sahada Mutlak Doğru’yu oyun hamuru gibi kıt aklın oklavasına ısmarlamak da, geliştirmediği gibi eşekleştirir de!

Kıt aklına dayanıp, Allah’ın zatına keyfe keder noktalandırma yapanlar, Allah’ın zatına dayanıp, kıt akılla noktalandırma yapanlar karşında, ebedî mahkûm…

Nefsin ve kıt aklın rotasını çizdiği Batı felsefe gemisinde, kürek mahkûmlarına komut verilir:

-Puta kürek!

Ve ruhun ve selim aklın rotasını çizdiği İslam hikemiyat gemisindeyse, yürek leventlerine komut verilir:

-Putlara kürek!

Dergiler

Servet Turgut'un Kaleminden

© 2022 Seriyye Dergisi