İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Deprem, Türkiye’nin bir gerçeği… Ve bu gerçek başını bu defa İzmir açıklarından doğrulttu ve kendini hatırlattı…
Deprem anında çöken binalar, depremle sarsılıp, depremin hemen ardından yıkılışı kayda alınan binalar, denizin evvela açıklara doğru çekilişi ve kısa süre sonra limanlardan da aşarak şehre doluşu… Arama kurtarma çalışmaları, kurtarılanları ve kurtarılamayanlarıyla enkazdan insan manzara ve hikâyeleri, merhamet hissinin kabaran deniz gibi bu anlara mahsus olarak kabarması, devlet kurumlarının organize oluşları, paslanmış demirler, ufalanmış beton yığınları arasından sırıtan deniz kabukları, tartışılan yönetmelikler, mütahit vicdanlarına çekilen sorgular, esefler, kınamalar, falanlar filanlar…
1992’de, neredeyse bir şehrin yok olduğu Erzincan depreminde çocuktum, Elazığ’da, camide, teravih namazında, namazın da secde rüknündeydim… Aklımda kalan manzara, İzzetpaşa Camii’ndeki dev avizenin, salıncak gibi camiyi turlayışı… Erzincan’daysa, arzın canı böyle sallanmış, nice ocaklar depremin üstünde ama yıkılan binaların altında kalarak sönmüştü…
Aynı yıllara dair Allah’ın beni şahit kıldığı bir manzarada, yapılmakta olan bir binayı teftiş için gelen mühendisleri, bina mütahitinin bir kenara çekerek ceplerine para sıkıştırmasıydı. Şimdi düşünüyorum da; her şey o kadar doğal işlemişti ki; bu işleyişin o devrede yapılan bütün binalar için bir rutin haline geldiğine de nişaneydi…
Elazığ’daki başka bir depreme, dev bir dolabın dibinde namaz kılar iken yakalanmıştım. Dolap ha devrildi ha devrilecek şeklinde sallanırken, ben de bir ara namazı ha bozdu ha bozacak hale gelmiş ama en son “Devrilecekse devrilsin, seyahatimiz namazdan başlar!” gibi bir hisle devam etmiştim. O zaman ne dolap devrildi ve ne bina yıkıldı ama 2020’deki Elazığ depreminde hem o dolap yıkıldı, hem de bina… Ben Ankara’daydım… Elazığ’a gittiğimde de şöyle bir müşahedem oldu. Mahallemde, 1960’lı yıllarda yapılan daha eski binalar yıkılmazken, 1990’lı yıllarda yapılan binalar ya yıkılmış, ya da ağır hasar almıştı. Böyle binlerce bina… Şöyle bir kanunlara bakınca da her şey anlaşıldı; 1990’lı yıllarda, bina yapımlarındaki denetimler gevşetilmiş ve mütahit sınıfından istenen şeyler azaltılmış… Asıl cebine para sıkıştırılan, yönetmelikler olmuştu yani… Hani benim, teftişçi mühendis cebine, taktikçi mütahit tarafından para sıkıştırıldığına şahit olduğum devrelerde…
İşte geldik; bilindik o deyişin kıyısına; deprem öldürmez, bina öldürür… Öldürenin, ölüm için müsaade verenin gerçekte Allah olduğu şuuruyla, vesile ve mesuliyet manasında bu deyiş doğrudur. Sağlam kazığa bağlanınca eşek kaçmaz ve binalar sağlam yapılırsa, kolay kolay yıkılmaz. Ama Türkiye’de, yapılan binalar kolay yıkılıyor. Çünkü mütahit sınıfı, topluma şamil genel ahlaksızlıktan pay sahibi olarak daha fazla kazanmak için malzemeden çalıyor ve binaları sağlam yapmıyor. Yapanları da var tabi… Ama daha fazla kazanma hırsı, insanın doğasında var. Onu kanun denetlemezse, bu hırsı işletir… Bu kaçınılmaz… Vicdanını, kendi başına mücerret bir teftişçi gibi diken insan sayısı da zaten genel olarak azalmıştır. Allah’tan kopukluk, ahlâktan da kopukluğu doğurmuştur… İşte size kaskatı bir gerçeklik halinde bir ilinti; Allah’la bağı güçlenmiş bir toplumda, binalarda daha sağlam olacaktır…
Bu vesileyle; İzmir’e madde ve mana sigasıyla geçmiş olsun demeli… Vatan toprağımız… İzmir’in, kronik usul ve koyu esaslarla CHP’li oluşu, başka mesele… CHP’den haz etmeyen vatan evlatları da zaten bu hususu göz ardı etmedi… Göz ardı edilmiş gibi duran havayı da, ezik muhafazakârların kalabalık kitlesi doğurdu. Şöyle özleştireyim:
Mesela, sosyal medya kullanan muhafazakâr insan sayısı, atıyorum, bir milyon olsun… Bu bir milyon içinden 10 kişi diyelim ki İzmir’e; iyi oldu manasına oh çekti… Sayıları, denizde damla bile değil… Ama işte bu damlayı, yani on kişiyi, bu bir milyon kişi içinden 500.000 kişi kınayınca, ortaya sanki de İzmir’e kalabalık kitleler oh çekmiş gibi bir hava doğdu. Maalesef, böyle bir eziklik de, kronik muhafazakâr ve ama koyu ezik insanlarımızda monte… Ortada, ne umumileşmiş, ne de umumileşme temayülü gösteren bir oh çekiş yok halbuki… Denizde damla bile olmayacak birkaç kişiye hoparlör tutmanın bir anlamı yok halbuki… Koca ormandan, ancak birkaç dangalak sincap baş gösterdi diye, söyleyin Allah aşkına, ormana mancınıklarla ateşten güller atılır mı, hararetli hicivler söylenir mi?
İşte bu bağlamda da olan şey, eziklikten doğma bir “Yarası olan gocunur!” durumu… Daha depremin sarsıntısı bitmemiş, günde kırk kez CHP’ye söven, kırk kez İzmir’e çatan adam mesaj paylaşılıyor, “Şerefsizlik yapmayın, bu afettir, geçmiş olsun İzmir, yanındayız!” diye… Halbuki, istemediğini kaydettiği havayı bizzat kendi doğuruyor…
Öff işte, bu kadar… Ne diyelim; Rabbimiz, güzel vatanımızı madde ve mana depremlerinin cümlesinden muhafaza eylesin…