İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
Salgın vesilesiyle artık herkes öğrendi; “Karantina” kelimesi, İtalyanca’dır ve “kırk gün” (Quaranta Giorni) manasına gelmektedir.
Hani Ortaçağ’da, Uzakdoğu’dan iki yılan gibi süzüle süzüle gelen İpek ve Baharat yolları, Avrupa’ya İtalya çizmesinin topuğundan sokulurlar, uzun yollar boyunca yuta yuta getirdiklerini Cenova, Venedik ve Floransa gibi ticaret kentlerine kusarlar ama türlü emtiayla birlikte zenginleştirdikleri bu kentlere bir de, pullukları arasına sıkışmış hastalıkları da taşımış olurlar, tatlı tatlı yemenin bu acı faturasından bir nebze kurtulmak içinse, bu kentlere gelen ticaret gemilerinin kırk gün boyunca deniz açıklarında bekletilmesi gibi bir uygulama başlatılır ve işte; “kırk gün” manasına “karantina” da, salgın hastalıklardan korunma tedbirinin umumi isim olur…
Osmanlı, 19. asrın başında ilk karantina uygulamalarına başladığında, bu uygulamaya karantina demez, ona bizzat isim koyar ve “korunma usulü” manasına “usul-ü tehaffuz” der. Karantina uygulaması yapılan alan ise Osmanlı lisanına “koruma evi” manasına “tehaffuzhane” olarak geçer… Bu devir, Osmanlı’nın, Rus İmparatoru I. Nikolay tarafından “Hasta Adam” olarak nitelendirildiği ve bu tabirin de Avrupalılarca benimsendiği bir devirdir ama Osmanlı hâkim kültür vasfıyla, bir hastalık uygulamasına bizzat isim koymaktadır.
Şimdi öyle mi? Cumhuriyet devrinin, Osmanlıca’dan iğrenme ve mesela “otobüs”e isim ararken, derin tetkik ve tefekkürle (!) “çok oturgaçlı götürgeç”i bulma ruhiyatı devam etmektedir ki; bize, Covid-19 salgınıyla dört mevsim daha geçirsek sanki de, dilimizi dört yüz yerinden eşek arıları sokacakmış gibi bir his tahattur ettirmektedir.
Misal mi? Araba radyosundan haber dinlerken, kulağıma gelen “bulaş riski” tabirini ilk anda haber sunucusunun dil sürçmesi olarak algıladım… Zannettim ki; sunucu, fiilden isim yapan “ma” ekini istemsiz yuttu ve “bulaşma riski” diyeceğine “bulaş riski” dedi… Ama heyhat, sonra fark ettim ki; her defasında ihtiyarıyla “bulaş” demekte… Bulaş riski, bulaş durumu, bulaş sıkıntısı… Sonra televizyon, sonra gazete, sonra çarşı pazar derken, anladım ki; malum Türk Dil Kurumu bile değil de, meçhul Türk Fil Kurumu’ndan şey ettirilmiş haliyle bu tabir, yayılmak açısından Covid-19’la yarışır haliyle bir dil salgınının tezahürüdür.
Ve ucu tutuşmuş bir perde derhal söndürülmezse nasıl evi de beraberinde yakarsa, böylesi dil salgınlarının da, Türk dilinin ucundan başka, her yanını da tutuşturacak bir vaziyeti vardır…
Buyurun, parantezleri bir atın bakalım; öldür(me) riski, söndür(me) kuvveti, daldır(ma) pistonu, fişle(me) komisyonu… Hani siz, arızalı tipleri fişlesin diye bir komisyon kurarsınız da, maazallah, komisyon ismini, komisyona karşı bir emir addeder ve komisyonunuzu fişlerler!
-Fişle komisyonu!
-Tamam, fişliyorum!
Hem sadece “bulaş” mı? “Teşhis”e, “tanı” deniliyor artık… Teşhis ile tanı arasında bölünmüş, ve güya tek lisanlı, iki kişi konuşsun, siz de dinleyin bakalım:
-Kırk!
-Kırk ne?
-Tanı!
-Kimi?
-Ne kimi?
-Kimi tanıyayım?
-Ebeni!
-Ebenin!
Daha neler neler… Haftalardır en üst devlet yetkilileri, günlük salgın verilerini açıklamak için kameralar karşısına geçiyor ve veri açıklarken, dilimizi de eşek arısı gibi sokuyorlar.
-Peak noktasını görmemize az kaldı!
Biz de evde annemize-ninemize her gün, peak noktasının ne olduğunu tercüme ediyoruz.
-Peak, zirve yani…
-?
Soru işaretli karşılık, zirvenin ne olduğu bilinmediğinden değil, “peak”ten tercüme edildikten sonraki haliyle “zirve”nin kendisinedir ve manası şudur:
-E tamam zirve de, pik (peak) ne o zaman?
-Peak, zirve…
-E o zaman, niye pik (peak) diyorlar?
Bu sual gerçekte, kocakarı irfanının, çok okumuş devlet büyüklerini tuş hamlesidir!
-E o zaman, niye pik (peak) diyorlar?
Artistlikten mi, cahillikten mi, kim bilir?
Hele şu “sosyal mesafe” tabiri! Salgının kişiden kişiye geçişini önlemek için, insanların biribirlerine çok sokulmamalarına “salgın mesafesi”, “fizikî mesafe”, “kol mesafesi” gibi bir dünya isim koyulabilirdi. Ama kültür kodları, salgından önce ve sonra biribirine yaklaşmak üzerine kurulu insanların ülkesinde, sanki de insan yakınlaşmalarının canını okumak, sağlıklı iletişimin sosyolojik ve psikolojik manada içine etmek istenmektedir ki; Cuma salasından çok daha fazla:
-Sosyal mesafemizi koruyalım!
Salası okunmaya başlanmıştır! Okunan bu sala, tendeki canımıza değil, ruh ve madde ağzımızdaki, dilimizedir!
Daha ne kadar sayalım… Entübe, filiasyon, pandemi, ümmin, semptom… Canlı yayınlarda her gün, kulağımıza malumat verirken, bir de ağzımıza ucube dil kazuratı dolduruyorlar da, haberimiz yok…
Ya devletin? Devletin haberi var mı?
Ne gezer… Onun da haberi yok… Yoksa umuru mu demeliyiz!
Öyle demeyin, eşek arıları, dilimizi milyon kere soktuktan ve şişkinliklerini dilimizden sonra, irfan ve idrak cihazlarımıza geçirdikten sonra, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Kurulu’ndan İskender Pala “Heyyt!” diye sahneye atılır ve “Onları değil, bunları kullanın!” der!
Hani ağız yolundan geçmiş, dişte öğütülmüş, midede sindirilmiş, bağırsakta sıkılmış ve ifrazat namlusuna yerleştirilmiş “şey”e, “Şey demeyin, şey deyin!” der gibi bir vaziyet…
Ne diyelim?
Devletin bir eliyle bozduğunu, öbür eliyle düzeltmeye kalkması, bozulan bozulduktan ve düzeltmeye kalkanı da ancak “küçük enişte” çaplı ve sesli olduktan sonra, heyhat ki daha çok “çok oturgaçlı götürgeç”lere binecek ve bahtımıza Türk Dil Kurumu’nun tükürmesinden sonra, şimdi bir de onu meçhul Türk Fil Kurumu’nun tepelemesine razı olacağız…