İlim, Fikir, Kültür ve Sanat Dergisi...
0539 924 64 98
editor@seriyyedergisi.org
“Politika”, Aristo’nun en önemli eserlerinden biri… Aristo bu eserinde “Polis” isimli Yunan kent devletlerinin anayasalarını irdeler. Platon’un, ismi Türkçeye “Devlet” olarak çevrilen meşhur eseri “Politeia” da, hayalindeki “polis”i, yani devleti tariflendiren bir denemedir. Ayrıca Platon’un “Politikos” isimli eserinin ismi de Türkçe’ye “Devlet adamı” olarak çevrilir. “Politika” kavramı bu manada “Polis-Devlet” aygıtı etrafında gelişir ve “Polis’e-Devlet’e ait etkinlikler” gibi bir mana kazanır. Eski Yunanca’nın, “Politika” kavramına yüklediği mana “Devlet yönetme sanatı”dır ve bu kavramı bizde karşılandığı kelime “siyaset”tir. Kelime kökeni, Arapça’dan… Onun da manası temelde, “devlet yönetimi”… Ama “siyaset”in, dallanıp budaklanan ve başka anlamlar kazanan bir yanı da var. Mesela “Siyaset”in, “seyislik” kelimesiyle kök birliği vardır. Zaten “siyaset”, “at terbiyeciliği” ile mana olarak da bir paralellik arz etmekte… At terbiye etmek, itina isteyen bir iş… Devlet de, hem terbiye edilen, hem de dışındaki dünyayı terbiye ederek saadete götürecek organizasyonun ismi… “Siyaset” kelimesi, “ceza, karşılık” gibi bir anlam da kazanmış devrinde… Topkapı Sarayı’ndaki meydanlarından birinin ismi “Siyaset Meydanı”dır ve burası cellâtların kelle düşürdükleri bir infaz alanı… Devleti, milleti ve hayatı kokuttuğu tespit edilen nicesinin kellesi burada koparılır, durumuna göre bu baş ya teşhir taşında, ya da başsız gövdesinin koltuğu altına yerleştirilerek teşhir edilir… Bugün dünyanın ekser kısmında “Siyaset Meydanı” halâ işletilen bir müessese... Çin, Amerika, Hindistan, Rusya denince zaten, dünyanın ekser nüfusu bir kenara ayrılır. Bu yerlerdeki idam ve infazların önemli bir kısmı, devlet yönetme mevzuu etrafında gelişen hadiselerin bir neticesidir. “Terör” suçundan idam edilen kimseler bile, devletin idaresine talip olmaktan kaynaklı işlerin içerisindeyken kıstırılmıştır. Devlet yönetilecek tamam ama kim yönetecek? Bu mevzu… İdam nerdeyse Avrupa ile beraber bir tek Türkiye’de yok… Buna rağmen buralarda “Siyaset Meydanı” gene de durur, tek fark, buralarda kelleleri satırlar değil, entrikalar düşürür!
Ne ise ne… “Politika”dan “Siyaset”e, müntehasında yaşadığı coğrafyanın idaresine dair ideali olan herkes, bu kavramlarla ilintili olmak zorunda… Fakat Türkiye’de bu iki kavram da, foseptike düşmüş olmaktan beter, kokuşmuş bir anlam derekesine düşürülmüş vaziyettedir… Aslında bu biraz da, kokuşmuş sistemin kasten kurguladığı bir şey… “En imanlı” ve “en akıllı” insanlar, partiler arası didişmek manasına eşitlenmiş siyasetten geri durmalılar ki; “en imansız” ve bu sebeptendir ki “en ahmak” insanlar ele geçirdikleri devlet idaresi yoluyla toplumu “daha az imanlı” ve bu sebeptendir ki “daha fazla ahmak” bir vaziyete doğru sürükleyebilsinler. Düşünün ki; mümin için “siyaset”, şerlilerin şerrinden emin olabilmek için takınılması gereken tedbirler cümlesiyken, şerrinden sığınılmak için Allah’a sığınılan bir şeytanlık müessesesi gibi algılanmış… Önce şu istiaze cümlesine bakın:
“Siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım!”
Sonra da aklınıza ilk elden, Kemalizm zulmüne maruz kalmış bir din büyüğü olan Sadi Nursî’nin geldiğini itiraf edin… Ve düşünün: Mesele şerden Allah’a sığınmaksa, şerrin bulaşmadığı yer mi var? Bu manada pazarın, ticaretin, müziğin, sanatın, bürokrasinin, sohbetin, erkeğin, kadının şerlisinden ve şerrinden de Allah’a sığınılmaz mı? Elbette… Öyleyse “siyaset” kavram ve müessesesine şerlilik tahsisi niye? Kelime tasarruf ve tedaileri etrafında bir karışıklık olmuş muhakkak… Kast edilen, söylenen değil, söylenen, kastı tam isabetleyebilmiş değil… Bu anlaşılmayınca da, yanlış anlama ve yanlış istikametlenme durumu tahakkuk etmiş… Yanlış anlayanlar için en azından… Hal böyleyken; evvela; “siyasetin şerrinden Allah’a sığınma” yolunun da bir siyaset içerdiğini, bu manada gerçek hüviyetiyle siyasetten kaçınılamayacağını söyleyelim ve sonra da, takipçilerince yanlış anlaşılan ve yanlış aktarılan bu cümlesine rağmen Said Nursi’nin, alenen Allah ve Peygamber düşmanlığı yapan CHP’ye karşı gene alenen Demokrat Parti’yi desteklediğini, bu parti için müminleri seçimlerde oy kullanmaya daima alenen davet ettiğini, hatta birçok Nur talebesine Demokrat Parti idaresinde bizzat ve gene alenen görev aldırdığını kaydedelim…
Maatteessüf bugün Türkiye’de siyaset üretme kurumları olması gereken partiler, asli ve mücerret manasıyla “siyaset” kavramının ismini kötüye çıkarmıştır. Fikirsiz politikalar ve politikacılar neticesinde pelteleşen ve makarna gibi dilimlenen toplu insan tasavvurumuz, “siyaset” kelimesini gündelik lisanımızın daimi kelimeleri arasına “yosmalık” gibi bir manayla sokmuş ve insanımızı, en halisane işleri bile “siyaset umacısına” karşı korur gibi bir vaziyete geçirmiştir:
“Bu işe siyaset karıştırma!”
Diyoruz ya; siyaseti dışta tutma tavrı da, kaybeden-kaybettiren tarzından olarak bir siyaset belirtmekte… Seçimleri kaybedince mahalle parkına getirttiği oyuncakları kıran-kırdırtan eski muhtar, esası yitirilmiş siyasetin maatteessüf esasoğlanıdır ve bütün ulvi fikir bakiyesiyle güzel insanlarımız, hayatının orta yerine dikilmiş bu korkuluk vesilesiyle hayatının idaresini böyle tiplere bırakmıştır.
Siyaset, Anadolu’ya hep “kuru politika gürültüsü” olarak takdim edildi. Yalancı, göbekli ve vaadkâr siyasetçi tipi, siyaset peynirinin kalıbına paraşütle bir kurtçuk gibi indirildi, bu yolla Anadolu’nun bu taptaze peynir kalıbından tiksinmesi sağlandı ve aynı peynir kalıbına dört yön cihetinden serbest fare hücumları tesis edildi. Bu peynir kalıbı, gerçekte vatan ve milletin mukadderatı ve bu peynir kalıbına serbest hücum eden fareler, içinden ve dışından Anadolu’ya musallat olmuş düşmanlar… Düşmana karşı sabanlı, oraklı, tüfekli, sopalı mukavemet devri ve üslubu şimdilik ertelendi ama ne düşman çekildi, ne de hücum sona erdi. Bunu idrak eden bir mümin için yeni mukavemet devri ve üslubu şundan başka ne olabilir ki: Dıştaki ve içteki farelere karşı siyaset müessesesinin peynir kalıbını korumak, yağlı farelerin bu peyniri kemirmek suretiyle semizlenmelerini ve semizlendikçe bizi ruh ve madde mafsallarımızdan daha fazla kemirmelerini engellemek, “kanun yoluyla zuhur” imkânına erdikten sonra da faraşı ele almak…
Siyaset, “devleti yönetme sanatı” ise evvela “yönetebilecek bir devleti olma” vasfına ermek lazımdır ki; onun da yolu siyaset… Vatanın tarım siyasetini idare etmek için bugün “Tarım Bakanlığı”nı inhisarınıza almanız şart… Eğitim, sağlık, aile, enerji, spor, sanat, kültür vesair… Bütün bu alanlarda, her alanın fikrinize göre siyasetini tatbik için eğer, siyaset yoluyla belirlenen mücadelenin içine girmez ve her birinin sevk makamındaki bakanlığını idarenize almazsanız, tarım siyasetinizi köyünüzdeki üç karış genişliğindeki tarlanızda, eğer köyünüz ve tarlanız yok ise balkonunuzdaki bir karış derinliğindeki saksınızda uygulamak durumunda kalırsınız! Bu devir, devlet idaresini ele geçirmek için Akıncı hamlesiyle Tekfur sarayı basmak nevinden yolları zaten tıkamış vaziyette… Ruh ve madde mafsallarında her zaman Akıncı zindeliğini korumak ve Tekfur varlığını sadece Bizans’a tahsis etmemek şartıyla kaydedelim ki; rejimi değiştirmek emelindeki bir topluluğun bile, içinde bulunduğu rejimin idare vasıtalarına hulul etmekten başka kayda değer bir yolu kalmamıştır. Kolda Akıncı zindeliği, kafa ve kalpte Tekfur nefreti, ahlâksızlığı, hırsızlığı, cinayeti, dinsizliği salık veren bir rejime “kanun yoluyla zuhur” ettikten sonra, yapılacak iş, inşa hareketinin yanına koyulacak ve onunla yekpare işletilecek bir imha hareketidir. Yol alınacaksa, ancak böyle alınacak… İmhasız inşa hareketi, her öfkelendiğinde sizi kızartan bir ejderhanın ağız ateşini, ejderha uykusunda iken onu gebertmeden ateşini harlamak gibi bir vaziyet belirtir ki; 1950’den beri kavruk Anadolu insanının desteğiyle ve Cumhuriyet devresinin azılı ejderhası CHP’ye karşı yürütülen siyasî hareketlerin en umumi vaziyeti ve en temel kusuru da bu olmuştur. Anadolu, esas ve asil manasıyla CHP’ye karşı bu nevi hareketini en çok Recep Tayyip Erdoğan şahsında zirveleştirdiğinden, bu nevi bir harekete ve gene Recep Tayyip Erdoğan şahsında avazımız çıktığı kadarıyla şu sayhayı çığırmamız bundandır:
“Bizim için yaptığın yol ve köprüler kadar değil, CHP’yi yıktığın kadarsın…”
Sadece bizim için mi; istikbâlin maziye dönüp bakacak bütün müminleri için… Biz işi devrinde göreniz… İstiyoruz ki; bütün müminler de bu işi devrinde görebilsinler… Kurtuluş bu yolla olacak…
Türkiye’de, “devleti yönetme” ile “devleti sömürme” vaziyetleri arasındaki sınırı silikleştiren ve birinciyi, ikincinin istilasına açan bir felaket en başından beri zaten vardır ve hayatı yaşanmaya değer kılacak gerçek bir fikrin bağlıları için, birincinin idare malikliğiyle ikinciyi, bütün bağlı-bağımlılarıyla topyekûn tasfiye etmek de, güdülmesi gereken ulvi bir siyaset hedefidir. Devleti sömürenler, milleti de sömürürlerken, millete düşen esas vazife devleti ele almaktan başka ne olabilir ki? Hangi yolla peki? Demokrasi ile mi, halk ihtilâli ile mi? Türkiye’de yaşayan hakiki müminler için özlü bir istikamet ve fiil rotası çizelim: Birincinin, kanlı ve emperyal yüzünü modernite peçesi ardında saklayan manası, ikincinin artık mezara ya da müzeye kaldırılmış manası karşısında kötü de olsa canlıdır, böyleyken, düşmanın silahına inanmadan ama onu da, düşmanın aleyhine kullanmaktan geri durmadan hareket etmek, bu yolla mezardaki ya da müzedeki “halk ihtilâlini”, “demokrasiye” derç etmek ve ortaya “demokrasi yoluyla halk ihtilâli” isimli bir vasıta ve hedef çıkarmak, böylece ele geçecek devlet idaresini, “halkın eliyle tesis edilmiş Hakk’ın hâkimiyeti” emeli uğrunda kullanmak… “İki rekât namazla Müslümanlık olmaz!” hakikatinin sırrına ermişler, bu rotanın nasıl da takip edilmeye değer olduğunu da anlarlar. Şimdi: Demokrasi, hakikate kelle başı adedince hâkimiyet payı biçtikten sonra, elindeki bozucu-iğdiş edici imkânlarıyla köpekler gibi düzine düzine doğurma safhasına geçer. Öyleyse onun karşısında, teker teker doğuran masum koyun vasfıyla hakikat nasıl temsil olunabilecek ki? Köpekler, koyunlaşmayacaklar… Bu kesin… Öyleyse koyunlar mı, kelle adedini lehlerine çevirmek için köpekleşmeliler? Asla! Ya öyleyse? Hilkatten temiz koyunlar, koyunluklarını muhafaza edip teker teker doğurmaya devam etmeli, düzine düzine doğuran köpekler karşısında Hakk’ı temsilde dirayet göstermeli, bu yolla batıl olanı galebe çalıp, hakikati üste çıkarmanın esrar kanununa sığınmalı ve sonra işlerini Allah’a havale etmeli… Heyhat ki; teşbihsiz ve öz hüviyetiyle gerçek koyunlar teker teker doğurmalarına rağmen, düzine düzine doğuran köpekler karşısında kendilerini sürüleştirecek hilkat bereketine uygun yaşarlarken, müminler, sürülerini yitirme evresine girmiş vasıfları ve köpeklerin hem diş kuvveti, hem de sayısal çoğunluk baskısının zulmüne maruz kalmış hallerinden de anlaşılmaktadır ki; “Hakk’ın hâkimiyetini istemek” bereketinden mahrum bulunmaktadırlar. Büyük Veli’ye sual edilmiş:
“Neden tek tek doğuran koyunlar sürü sürü de, düzine düzine doğuran köpekler adet adet ve azlar?”
Büyük Veli cevap vermiş:
“Köpekler geceleri gezer, güneşin doğuş evresinde uykuya geçerler… Koyunlar gece uyur, bereketin dağıtıldığı seher vaktindeyse uyanırlar… Allah da, nesillerini bu sebeple bereketlendirir…”
Koyunlar için köpekler karşısındaki “seher bereketi” ne ise, müminler için de kâfirler, Kemalistler ve zalimler karşısında “Hakk’ın hâkimiyetini istemek bereketi” odur. Bunu istemeyi unuttuğumuz için hem “kelle başı” istatistiğimiz eksilmeye, hem de kuvvet baremimiz düşmeye başlamıştır. İnandığımız gibi yaşayamadık ya, yaşadığımız gibi inanma aşamasına geçmişiz, haberimiz yok…
Demokrasi, varlığına inandığımız bir şey değil… Antik Yunan’a ve onun demokrasi eliyle arzda tepeleştirdiği pisliklere inanıyor muyuz ki; demokrasiye de inanalım? Fakat bu inanmamak tavrı, hastanın, ciğerinde peyda olmuş urun varlığına inanmaması gibi değil de, onun bir şifa unsuru olduğuna inanmaması, tersinden de bünyesindeki bütün halsizlik ve hastalıkların bu urdan kaynaklandığına bilmesi durumuna tekabül eder. Varlığına inanıyoruz yani, şifasına değil! Böyleyken; bünyede peyda olmuş bir ura karşı tıptaki ilk mukavemet hamlesi, bu urdan parça alınarak atomlarına kadar incelenmesiyle başlar. “Ne karşısındayız ve ona karşı, onun zararını giderici en iyi hamle nasıl teşekküle getirilebilir?” diye şifa rotası çizmekle de devam edilir. Bugün için demokrasi kaba hatlarıyla “Çoğunluğun dediği olur!” mottosuna dayanır ki; bizim için bu ölçülendirme, tezgâh ardı fenalık ve operasyonlarıyla birlikte düşünüldüğünde, batıllar batılı bir ölçülendirmedir. Zira demokrasi; keyfiyeti değil, kemmiyeti öne alıcı vasfıyla, ruhaniyeti değil, balçık karşısında ateş maddesini öne alan Şeytan için muazzam bir yönetim aparatlığı belirtmektedir. Mesela insanları içlerindeki şehvet contalarından gevşetecek bütün şeytanlıklar tatbik olunduktan sonra, erkek-kadın mahremliğine dair toplum kanaatini oylama yoluyla ölçmeye kalkmak, hem şeytanlıktır, hem de Şeytan lehine bir sonuçla noktalanması kaçınılmazdır! TRT’nin tak kanallı devrelerinde, Rahibe Teressa giyimli kadın haber spikerlerinin yüzüne bile bakmaktan ar eden muhafazakâr ve dindar televizyon izleyicileri, bugün ip donlu insanların yarışmalarını televizyon karşısında ailecek izlemekteler. Neyin neticesi bu? Devlet televizyonlarının erotikvarî yayın yapılmasına tepki gösteren Anadolu insanına, dindar Cumhurbaşkanı Özal’ın “Düğmesi var kapatın!” şeklinde cevap vermesinin bir neticesi… Mevcut devlet politikalarının bir semeresi olarak, bir nesilde nereden nereye gelinmiş, görebiliyor musunuz? Yüze masumane bakmaktan bile ar edişten, ipli don kaçan apış arasına pişkin bakışı masumane görüşe… Bir sonraki neslin, ip donluları ekran berisine çekip, fiilî icraya “masumane masumane” girişmeyeceklerine kim garanti verebilir ki? Boz boz boz, sonra da bozuk mamule “Hangisi doğru ve sağlam?” diye kendi bozuğunu oylat! İdrakleri iğdiş et, sonra da hayatı yaşanmaya değer kılanın hangisi olduğunu idrakleri iğdiş edilmişlere sor! Düşünün ki; on kişilik bir ahalinin idare anayasası tesis edilecek olsa ve bu on kişiden dokuzu ateist olsa, kıymet hükmüne varılmak üzere yapılacak:
“Allah var mıdır?”
Türünden bir oylamanın neticesi 1’e kaşı 9 oyla “Allah yoktur!” diye neticelenir ve cinaî bu kıymet hükmü anayasaya aynen eklenir! Şimdi söyleyin, çoğunluğun dediği oldu da, hakikate muvafık mı oldu? Demokrasi için bu sualin cevabı şöyledir:
“Evet! İşine gelirse!”
İşimize geldiği ya da gelmediği için değil, her şeyin, Allah ve Resulü’ne göresiyle tanzim edileceği bir vaziyeti hayatımızın işi görmek mevkiindeyiz… Öyle olmalıyız yani… Ama öyle değiliz…
Her seçim arifesinde ortaya çıkan ve “Oy vermek şirktir!” diye böğüren sözümona bir dindar tipi var. Kendisi oy verse, İslam ahkâmına zıt bir sistemi kalbi ile tasdik etmiş olacağından, koyduğu bu kıymet hükmü belki kendi için geçerli olabilir. Ama biz İslam ahkâmını kabul etmeyen bir sistemi asla kabul etmemekle beraber, İslâm ahkâmının hususen eliyle engellendiği siyaset arenasına da kör kalmıyoruz. Yani vurguncu düzenle büyük ve bütün bir kavga halindeyiz ve bu kavganın bütün ahvalinin belirlendiği bu arenaya sırt dönmüyoruz. İslam’a zıt bir sistemin temessülü, Anadolu kuzusunu bir asırdır dişleyen bir sırtlan ise, bu sırtlanı gebertmek için sırtlan inine girmek ne sebeple sırtlanlaşmak olsun ki? Muhtar azalarının köy çeşmesi için toplanmalarından, Birleşmiş Milletler’in ülke işgalleri için toplanmasına kadar arz üzerindeki her icraî ve cinaî kıpırdanma, siyaset müessesesinin bir iştigal semeresi ve bir işgal neticesiyken, bu müesseseye bigâne kalmak ve hassaten ona İslam namına “Şirktir!” demek, sırtlanlara kuzu kemirme mesailerinde “Rahatınıza bakın! Afiyet olsun!” demekle eş değer bir şey midir, değil midir? Biz eşdeğer görüyoruz ve İslam’ı engellemek kastıyla ortaya çıkarılan demokratik her tantanayı:
“Demokrasi mi? E buyur o zaman, onu kendi gerçekliğinde ortaya koyun da, gerçekler gerçeği tek gerçeğin hakikatini size onun üzerinden de gösterelim!”
Diyoruz. Bir Elazığ meselidir:
“Biz adamı memleketinde döverik!”
İslam düşmanı “demokratikleri”, İslam’ın hakikatleri için gerekirse demokrasi sahasında da dövmeye kalkmak, aynı “demokratiklere” karşı başı toprağa gömülü devekuşu olmaktan daha evla ve daha asil bir davranış değil midir?
Bir de, her seçim sonrasında siluetini gösterip bir sonraki seçime kadar, toprak çatlağına çekilen gölgeler gibi kaybolan bir tip daha vardır ki; “Oy vermek şirktir!” diyen sözde dindar tipinin aksine, oy verme sistemini idealleştiren, Müslümanlık davası açısından ona nihai bir son durak vasfı yükleyen ve hayatı, yaşanmaya değer kılınana kadar bütün batıllardan temizlenmesi gereken bir mücadele sahası görmektense, insan ölçütlerine göre şen, şakrak, mutlu, varlıklı, kavgasız, pembe bir mesai podyumu gören bu tip, dindar ama fikirsiz, muhafazakâr ama neyi muhafaza etmesi gerektiği noktasında aklı karışık, mümin ama imanı, et ve kas dolgularıyla mücehhez iken iskeletten halî bir akamet şahsiyetini temsil eder ve ilk tiplemenin seyrekliğine nazaran, kemmiyet ölçüsüyle ciddi bir kalabalık belirtir. İlk tipleme, yaşanan bir kadın tecavüzü vakıasını kenardan izleyen ve kadını kurtarmak için bulunulacak her hamleyi de tecavüz cümlesinden sayan vasfıyla nasıl yıkıcıysa, ikinci tipleme de, tecavüz edilen kadını kurtarmak için hamlede bulunan ama kafasına aldığı darbeyle ne için hamlede bulunduğunu unutan, böyle olunca da başlangıç emelinin aksine olarak aynı tecavüze iştirak eden vasfıyla ondan daha fazla yıkıcı ve Türkiye siyasetine iştirak eden fikirsiz Müslüman tipine bir kene gibi dimağından yapışıktır. Müslümanlar, 20. asrın ilk yarısında “CHP siyaset dozerinin” altında sadece düzlenen stebilize bir yol gibiyken, aynı asrın ikinci yarısında çakıl tanesi kıpranışlarıyla temessüle gelmek atılımı göstermiş ama var oluş gayesine uygun bir istikamet tutamadıklarından, kemmiyet hesabıyla boyunu aştığı bu dozeri ezememiş, aksine bu dozerin sırtına binmişliğiyle kendi altta kalanının daha bir ezilmesine sebep olmuştur. Üstadımız Necip Fazıl Kısakürek’in:
“Ya ol, ya öl!”
Diye seslendiği ama bir türlü olamadığı için her defasında ölmek durumunda kalan kesim, bu kesimdir. Düşmanına öldürücü darbeyi vuramadığı için bütün kazanımları, düğün takısı gibi düşmanı tarafından kendisine takılmış vaziyetine düşen bu kesimin müzmin akamet tavrı her devir aynıdır:
“Olamıyorum merhaba, ölüyorum elveda!”
Menderes, ezanı Anadolu insanına iade etti, Tayyip Erdoğan, başörtüsünün serbest kullanımının yolunu açtı! Bunlar hep, “düğün takısı”laştırılan şeyler cümlesinden…Göremiyoruz ki; varlığımızı yok etmek için var olandan, bahşiş kabilinden aldığımız bütün kazanımlar, asrın ikinci yarısını on yıllık etaplara ayırdığımızda görülecektir ki, nihai manada hep sıfırlanmıştır ve istikbâlde de sıfırlanacaktır. Niye? Çünkü küfrün bütün halde bizi yok etmek emeli karşısında biz, küfrü bütün halde yok etmek emeline eremiyoruz… Çünkü canımıza kast etmiş kindar yılanın, her defasında kuyruğunu koparıyor, bu muvaffakiyetle zafer kazanmış havasıyla rehavet hamağına yayılıyor ve başını koparmadığımız yılanın her defasında yeniden taze ve sinsi hücumlarına maruz kalıyoruz… Çünkü kendi “hep”imize toptan sarılamıyor, kendi “hep”imiz etrafında asla tavize yanaşmayan tahammülü göstermiyor, bütün idareyi kendi “hep”imizin lehine ele geçirmeyi gözetmiyoruz. Böyle olunca da her on yılın bidayetinde onu tokatlıyor ama her on yılın nihayetinde de onun tarafından bıçaklanıyoruz! Bir kısır döngü halinde de bu süreç uzayıp gidiyor! Hepimiz, “hep”imiz İslam’a toptan sarılmadıkça, hiçlik rejiminin bütün topları tarafından dövülmeye devam edeceğiz. Bunu anlayabilsek ah…
Yılan, can düşmanı kartalın boynuna dolansa ve tam o an kartalı boğmak şuurundan boşalsa, aynı kartalın boynunda kolyeleşir ve bir anda öldürmek zorunda olduğu kartalın süs aksesuarı haline dönüverir. Kartal, kıvrımlı gıdası yılanı pençelerine alsa ve tam o an yılanı parçalamak şuurundan boşalsa, aynı yılanın tepesinde salıncaklaşır ve bir anda yemek zorunda olduğu yılanın eğlence aparatı haline dönüverir. Karşılıklı cenkleşmenin, yılan ve kartal arasında göstermeye çalıştığımız şuur tablosu, tam varlığı, bir diğerinin tam yokluğu anlamına gelecek bütün zıtlar arasında da kaimdir ve işin hilkat kanununu çerçeveler. Gece tam gitmeden gündüz, kış tam geçmeden bahar nasıl gelmez; batıl tam zail olmadan da Hakk tam gelmez ve Hakk tam gelmeyince de, batıl tam zail olmaz… İlahi ölçülendirme, Mekke’yi fethettiğinde Kâbe’deki putları elindeki asa ile yıkmaya başlamadan evvel Peygamberler Peygamberi’nin mübarek ağızlarından kaydedildi:
“Hak geldi ve batıl zail oldu!”
Hak gelse, batıl zail olacak ama Hakkın tam gelişi, batılın tam zail oluşu ile ayrık iki eylemi değil, ardışık, yekpare ve senkronik tek bir eylemi ihtiva eder. Kelâm-ı Kibârdandır:
“Padişah konmaz saraya, hane mamur olmayınca…”
Allah’ın sevgisi kalbe gelmek için, kalpteki masiva putlarının yıkılmasını bekler… Ama bu putları kim yıkacak? Allah sevgisini davet eden mekânın sahibi… Kalbin sahibi yani… İmam-ı Rabbanî Hazretleri ne demiş:
“Cem-i zıddeyn muhaldir!”
İki zıt, bir arada durmaz yani… Duruyor gibi durduğuna kimse aldanmasın, gerçekte durmuyordur ve durduğu zannediliyor olan, zerresi feda edilince tamamı da gidecek olan Hak değil, zerresi kabul görünce tamamı da gelecek olan batıldır. Hakkın da, batılın da kaim gibi durduğu bir kalpte, hanede, ülkede hâkimiyet gerçekte batılındır. Kelâm-ı Kibârımızı uyarlıyoruz:
-Padişah konmaz haneye, batıl zail olmayınca…
Daha da uyarlıyoruz:
-Hak gelmez vatana, batıl zail olmayınca…
Gündüz gelmez vatana, gece zail olmayınca… Bahara gelmez vatana, kış zail olmayınca… Şimdi geceyi gündüzü, kışı baharı bir kenara koyalım ve Türkiye’de, Hakkın tam tamına gelemeyiş sebebinin, batılın tam tamına zail edilemeyişinde olduğunu işaretleyelim… Batılı tam zail edecek şuur yok iken, Hakkın tam gelişi için çırpınmak, ne kadar beyhude bir çabadır, farkında değiliz. Bu sebeple siyaset arenasına kızgın bir boğa olarak çıksak, matadorları değil, sadece onların sahte hedef olarak gerdikleri kırmızı mutelayı kovalıyor ve uyuşturucu batırılmış matador oklarından yiye yiye bir süre sonra uysal bir kediye dönüyoruz. Ya da aynı arenaya usta bir matador olarak çıksak, kırmızı mutelamızı yanımıza almayı unutuyor, bu sebeple yağlı boynuzların direkt hedefi haline geliyor ve bir süre sonra boynuzlu kafalarda sektirilen bir paçavraya dönüyoruz. Bir kere şu suali sormalı: Müslümanlar dönem dönem ne sebeple bazı partilerin etrafında toplaştılar ve onları bir araya getiren düşman kim idi? CHP içinden çıkma Adnan Menderes’in, CHP’ye karşı sırf ezan serbestisini savunduğu için bir anda mümin omuzların tahtırevanında gezinmesi, bu sebeple ilk serbest seçimlerde iktidara taşınması, ilk icraat olarak ezanı asli suretiyle okutması sonrasında da “İslam kahramanı” olarak taltif ve takdir edilmesi… Siyasi mücadele tarihimizin hemen başındaki bu hadise, sualimize de cevap olabilecek bir mahiyet arz etmekte… Başka bir sual: Ezanı şarkıya çevirmekte vatan ve millet salahı gören zihniyet, aradan geçen 69 senede bir sivilce başı gibi sıkılarak yok edilebildi mi? Hayır… Oysa bu 69 senede Anadolu insanı, bu İslam düşmanı zihniyete karşı, ona karşı çıkmak iddiasıyla ortaya çıkan siyasi hareketleri destekledi ve onlara kuvvet buldurdu. Ama netice ne oldu? Demokrat Parti, müesses nizamın müesses partisi CHP tarafından, Adnan Menderes’le birlikte deport edildi… Adalet Partisi, foterli biblosu Süleyman Demirel’in foterinde cem ama CHP’ye ram olmuş bir vaziyette sönüp gitti. CKMP’den MHP’ye, milliyetçi hareketler, müesses nizamla yaptığı zihniyet birliktelikleri çapında yaşadı, yaşatıldı. Milli Nizam Partisi’nden, Saadet Partisi’ne uzayan serüveninde, Milli Görüş siyasi organizasyonlarından Refah ve Fazilet Partileri CHP’yi temsil eden müesses nizamca kapatıldı, Saadet Partisi ise CHP ile Müslümanların ekser çoğunluğuna karşı ittifak yapar hale geldi. Geldikleri nokta: Hak gelsin diye batılı zail peşine düşenler, batılın kuvvet bulması için Hakk’tan emir almış gibi ihlâsla çalışmaktalar… Maddede ve manada hepsinin yok oluş serüvenini ise Turgut Özal’ın Anavatan Partisi örnekleştirmekte… 80 İhtilâli sonrası askerlere rağmen iktidara gelen sofi Başbakan Turgut Özal, uzun yıllar siyaseti domine eden kuvvetinden, Cumhurbaşkanlığı makamına kurulunca düşmeye başladı ve partisi ANAP da, ona müsavi eridi. ANAP’ın bugünlerde, tam 17 yıldır Türkiye’yi tek başına yöneten AK Parti’yi kritik eden şu cümlede ismi geçmekte:
“Acaba AK Parti, ANAPLAŞMA sürecine mi girdi?”
Yani yok olmaya mı başladı? Bu vaziyet evvela “Recep Tayyip Erdoğan’dan sonra ANAPLAŞIR MI?” diye kritik edilirken, şimdilerde Recep Tayyip Erdoğan halâ Ak Parti başındayken konuşulmaya başlandı. Bunun sebebi ise 31 Mart 2019 belediye seçimlerinde CHP’ye karşı kaybedilen büyük şehirler… Türkiye’nin en büyük iki şehri İstanbul ve Ankara, AK Parti’den CHP’ye geçti… Üçüncü büyük şehir İzmir zaten CHP’nin tapulu malı gibi… Ayrıca CHP, ilk on büyük şehir içinde olan Adana, Antalya, Mersin gibi büyükşehirleri AK Parti-MHP ittifakına karşı kazanarak ellerinden aldı. Zaten CHP’de olan ve CHP’de kalan Eskişehir, Hatay, Aydın, Tekirdağ, Muğla gibi büyükşehirleri de sayınca ortaya çıkan tablo, AK Parti’den CHP’ye doğru bir ibre evrilmesi durumunu ihtar etmekte… Herkesin yakından uzaktan hissettiği bu ibre evrilmesi durumunu bir kenara bırakalım ve kendi fikrimizin röntgen camından “AK PARTİ ve ANAPLAŞMA” vaziyetini, sağ-dindar siyasetin tarihi tüm sürecine şamil olarak tablolaştıralım. Bir sualle başlayalım:
“Mekke’nin Cahiliye devrinde tam hâkimiyet belirten inanç putçuluk iken, içindeki bir dünya puttan başka Kâbe’nin iç duvarında Meryem Ana ve İsa Mesih resimlerinin ne işi vardı?”
Tam burada kulağıma “Ne alaka?” diye serdedilen iç sesleri gelmeye başladı. Öyleyse alâkasını arz edelim… Allah Resulü’nün, çok zor geçen ilk tebliğ zamanlarından sonra İslam Mekke’de neşv-ü nema bulmaya başlayınca müşrikler aciz duruma düştüler ve onca baskı ve tehditten sonra Peygamberler Peygamberi’ne karşı bu defa uzlaşı ve teklif devresine geçtiler. Uzlaşı için neler teklif edilmedi ki? Mekke’nin en güzel kızları, Kâbe’nin anahtarları, mallar mülkler ve hatta Mekke’ye krallık… İnsanlık Fahri’nin, bir eline güneşi, bir eline ayı verseler bile kabul etmeyeceğini söylediği bu tekliflerin, Mekke’deki şirk düzenini muhafazaya odaklı özlü ifadesi gerçekte şu idi:
“İstersen seni başımıza geçirelim ve bizi, bizim kanunlarımızla yönet…”
Allah Resulü, özlü ifadesi bu olan teklifleri zaten şiddetle reddediyor… Zira İslam, yıkmak için bayrak açtığı küfür, şirk ve zulüm düzenini, sırf kendi idaresine geçti diye sürdürecek değildir! Çünkü İslam, küfür ve şirkle karışma ve uzlaşma gösteremeyecek hakikatin kendisidir. Çünkü İslam, Hakkın ve hakikatin tam gelmesi için tek yolun, batılın tam zail olmasında olduğu gerçeğine maliktir. Ya bu gerçeğe malik olamayanlar, böyle bir teklif karşısında ne yaparlardı, ya da ne yapmışlardır? Cevaptan hemen önce, Mekke şirk ve küfür diktatoryasının Allah Resulü karşısına çıkardıkları uzlaşma heyetinin mantık ve lisanını orta yere serelim:
“Ey M…..d! Gel etme! Hadi bir gün sen bizim ilahlarımıza hürmet ve kulluk et, bir gün de biz senin ilahına hürmet ve kulluk edelim… Zaten senin ilahın yüceyse, ziyanı yok, faydalanmış oluruz. Bizimkiler yüce ise, senin ne zararın olur, bu defa sen de onlardan faydalanmış olursun!”
Putlardan razı olarak put gölgesine seccade serilmesine asla rızası olmayacak İslam’ın bu cevap karşısındaki tutumundan bahsettik… Ama işte hakikati evvela bozulmuş ve Hakkın gelişi için batılın zail olması gerektiği şuurundan soyunmuş Hristiyanlık da bizce, Mekke’yle ilk temasında böyle bir teklife maruz kalmış ve bu teklifi olumlu karşılamıştır. Bu olumlu karşılayışın Hristiyanlık namına semeresi ne olmuştur peki? Kâbe iç duvarının bir köşeciğine Meryem Ana ve İsa Mesih resimlerinin işlenmesi! Peki, buna rağmen Hristiyanlık Mekke’de hayat hakkı bulabilmiş mi? Elbette hayır! Bir nevi, küfür ve şirk karşısında uzlaşma tavrı göstermek, Mekke’ye sokulmak isteyen Hristiyanlık için Mekke’de bir “ANAPLAŞMAK” süreci başlatmış ve varlık gösteremeden Kâbe iç duvarında iki resim özelinde kaybolup gitmiştir. Oysa hakikati, tek zerresini feda etmeksizin ve müşriklerin tek putuna saygı ve tazim tavrı göstermeksizin yüklenen, yetmedi nice sıkıntı ve zulme göğüs geren İslamiyet, bir süre sonra bütün Mekke’yi ele geçirmiş ve içindeki putlarla beraber Kâbe’yi Hristiyanlık figürlerinden de temizlemiştir. Böylece Kâbe içinde İsa Mesih ve Meryem Ana resimlerinin ne aradığının en mantıklı cevabını vermiş bulunuyoruz. Sıra, vatan Kâbe’sini asli hakikatine kavuşturmak için tam saha pres uygulamak ve tüm sıkıntılara göğüs germek ile CHP şirk diktatoryasıyla bazı ilahlarda ortaklaşmak arasında kalan Ak Parti’nin, bu teşbihten alması gerektiği hissesinde: Bizce AK Parti’nin içine düştüğü en derin siyaset hendeği “Kemalizmi Kemalizmin kanunlarıyla yönetmekten zevk almaya başlaması” durumudur.17 yıldan sonra solucanlaşması gereken CHP, yağlı bir piton olarak yattığı yerden doğruluyor ve Anadolu’yla beraber Ak Parti’nin boynuna dolanıyorsa sebebi kaba halde şudur: CHP, Anadolu’yla beraber Ak Parti’ye karşı bütün varlığını yok etmek topyekûnluğu ile nefret beslerken, Anadolu’yu temsil makamındaki Ak Parti’nin CHP’ye karşı “Senin ilâh addettiklerine ben de hürmet ediyorum, uzlaşalım!” tavrı göstermesi… Bu vaziyet, Mekke’yi hakikate kavuşturmak için Medine’ye hicret etmeyi bile göze alan, evinden, yurdundan, malından olan ama en nihayetinde hakikati muhafaza ederek güçlendiği Medine’den Mekke’ye dönen Muhammedî siyaset tarzına sırt dönüp, Kemalizmi vatanın salahı için yenilemekten, İzmir şarabını dünya markası yapmak emeline kadar uzayan ve Kâbe iç duvarının bir köşesinde resimleşmeye razı olan Hristiyanî siyaset tarzını kucaklama vaziyetine denk düşer ve maatteessüf, Ak Parti’de bu vaziyetin müşterisi oldukça fazlalaşmıştır. Ve gündelik politika diliyle söyleyeceksek, bu “ANAPLAŞMA sürecine girmeye” denk bir durumdur. Oysa İslam, küfrün, zulmün, şirkin, pisliğin uzlaşma davetine ilahî fermanın diliyle şöyle mukabele eder:
“Senin dinin sana, benim dinim bana…” (Kâfirun Süresi)
Ama asla:
“Senin dinin biraz bana, benim dinim biraz sana!”
Demez… Lisanda değilse bile manada böyle denilen yerde –kalpte, fikirde, fiilde!- İslam durmaz… Tescilli vatan haini ve aleni İslam düşmanı Can Dündar, 1995 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde kaleme aldığı “Elhamdülillah Laikiz” isimli yazısında, Kemalizm namına İslam’dan rol çalıyor ve “dalaletle uzlaşmayan hakikat” pozu takınarak aslında İslam’la asla uzlaşmayacak olan dalaletlerini ortaya koyuyor:
“Son zamanlarda Atatürk’ün de iyi bir Müslüman olduğunu anlatan nutuklar türedi. Yapmayın dostlar! Bu yolla Atatürk’ü Refah’a (Müslümanları kast ediyor) sevdiremeyeceğiniz gibi, halka da yanlış tanıtmış olursunuz. Benim önerim şu: Herkes anneannesinin nasıl giyindiğini kendine saklasın. Kenan Evren, Kuran’dan ayet okumayı seviyorsa, kürsüde değil, evinde okusun. Tansu Çiller, ezan sesi seviyorsa, yalısının bahçesine cami yaptırsın. Ama kimse laiklik namına bize dinî masallar anlatmasın! Atatürkçülerle İslam tartışacaksa, hadi gelin Mustafa Kemal’in yıllarca gizlenen konuşmalarını raflardan indirelim… Göze alabiliyorsanız, O’nun Kazım Karabekir’e ‘Her şeyden önce din anlayışını kaldırmalıyız!’ dediğini ortaokul din kitaplarına koyalım. Bir İngiliz yazara söylediği ‘Benim dinim yok! Bazen bütün dinler denizin dibine batsın istiyorum!’ sözlerini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın önüne asalım…”
Can Dündar’ın dostlarına seslendiği bu yazıdan 8 sene sonra Ak Parti, tek başına olarak idareye geldi ve 17 sene boyunca da tek başına idarede kaldı. Ak Parti, bu 17 yılın son devrelerinde, “15 Temmuz darbe kalkışmasının” da hasıl ettirdiği sersemlikle Kemalizmi abdest aldırılmış haliyle teklif ve takdime başladı. Atatürk, Atatürk’ü gerçekte olumlamadığı düşünülen AK Parti eliyle Müslümanlar nezdinde kayda değer miktarda sevdirilirken, CHP ve temsil ettiği müesses, laik ve seküler nizamın İslam’a karşı nefret hissinde asla eksilme olmadı. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir şeyi kaydetmeliyiz: Ak Parti’nin, laik ve Kemalist rejime net olarak düşman addedildiği devrelerin hepsinde Anadolu onu tutmuş, asla düşmesine müsaade etmeksizin arkasında durmuş ve her seçimde, bir öncekinden daha da güçlü çıkarmışken, Neokemalist bir söylem ve eylem gözlenmeye başlanan işte bu birkaç senenin sonunda gelen 31 Mart 2019 yerel seçimlerindeyse Ak Parti’yi ilk kez olarak tökezletmiştir. Recep Tayyip Erdoğan’ın 1994’teki belediye başkanlığıyla beraber başlayan kesintisiz 25 senelik idareden sonra İstanbul’un kaybedilmesi, bizce ekser miktarda “E senin bundan ne farkın kaldı?” yollu Anadolu sitemini ortaya çıkaran bu vaziyetten doğmadır. Kemalizmi yeniden yorumlayayım derken, şimdiye dek Kemalizm karşısına çıkardığı İslamî duruşunu örseleyen, böylece idaresi altında doğan 20 yaş altı nesli CHP lehine kaybeden, ortadan yürüdüğü için ortayı kapamadığı gibi sağdaki ve soldaki yolu da yitirme emareleri gösteren Ak Parti, keskin ve öz hüviyetiyle Kemalizmi İslam karşısında müdafaa eden Can Dündar ve onun temsil ettiği CHP’nin, kendi kitlesini tam tamına müdafaa etmekten başka, bir de hainlikte potansiyelli FETÖ’yü, ihanet anlarında monte edilmeye müsait halleriyle Saadet Partisi’ni, MHP’den koparılmış ipiri bir dilim halindeki İyi Parti’yi kazandığını görmez mi, hatta kendi içindeki, ilk sarsıntıda topuklamaya müsait kitleler deruhte eden sekülerleşme-laikleşme-Kemalistleşme potansiyeline dikkat etmez mi? Cevabı onlara kalsın, biz kıymet hükmümüzü toparlayalım:
Allah Resulü’nün koyduğu şu ölçü kaybedilmeye görsün, müminler için girdikleri herhangi bir mücadelede müminlik dâhil kaybedilmeyecek ne vardır ki:
“Kim insanlar gücense bile Allah’ın rızasını gözetirse, insanlardan gelen sıkıntılara karşı Allah ona yardım eder. Kim de Allah’ın gücenmesini göze alarak insanların rızasını gözetirse, Allah, onu insanların insafına bırakır…”
Bize göre Anadolu’yu temsildeki Ak Parti’nin seçimlerden sonra girişmesi gereken en derin muhasebenin çerçevesi içine giren sual tablosu şudur:
-Kâbe’nin iç duvarında putlara nazır tersim olunmuş resim mi olacağız, yoksa katlanılan sıkıntılardan sonra Kâbe ve çevresindeki put ve resimlere karşı Hakk’ın baltası ve spatulası mı olacağız? Biz, biz olarak kalırsak, insanların nihai rızasının da Allah’ı razı etmekten geçtiğini zaten anlayacak, Hakk’ın baltası ve spatulası olmak için silkelenecek ve “Elhamdülillah Müslümanız” diyeceğiz. ANAPLAŞMAMAK için, ANADOLULAŞMAK şart!
Anaplaşmak ile Anadolulaşmak arasındaki bir arafta duralım ve Ak Parti’nin 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde ne sebeple geriletildiğini birkaç başlık altında irdeleyelim:
24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce CHP adayı Muharrem İnce, onlarca mitingde şöyle haykırdı:
“Eğer Recep Tayyip Erdoğan seçilirse dolar 8 lira olacak ve memleket batacak!”
Bu cümle, altı çizile çizile defaatle söylendiğinde dolar 4 lira civarındaydı. Merkez bankasının yükselme eğilimi gösteren dolara karşı politika faizlerini birkaç kez arttırması, kredi faizlerinin % 25’lere gelmesi ve böyle bir ortamda yatırımın cazip olmaktan çıkması gibi durumlar belki Muharrem İnce’yi görünen köyün klavuz istemeyen kâhini olmaktan çıkarıyordu ama Muharrem İnce’nin bu cümlesi gizli bilgilere de dayanıyordu. Yani Recep Tayyip Erdoğan’ı yıpratmak için çekilecek “Dolar operasyonunu”, birileri uzanmış ve kulağına inceden fısıldamışlardı. Muharrem İnce, bunu miting konuşmalarına açıktan malzeme yaptı. Ama örtülü olarak bu bilgiyi CHP hinterlandında bir yatırım tüyosu olarak kullandılar da… Bu toplumda yaşıyoruz, gözlemleme mesafemizde bulunan CHP’li birçok isim, elinde parası varsa parasını, yok ise eğer evini, arsasını, arabasını, ofisini, dükkânını satarak istiflediği parasını dolara yatırdı. Tüyo, sağlam yerdendi! Seçim geçti… Gerçekten de Muharrem İnce’nin dediği oldu ve dolar tam iki kat artarak 8 liraya ulaştı. Yani evini 500.000 liraya satıp dolara yatıran CHP’li bir kimse, birkaç hafta içinde 500.000 lira kâr ederek 1.000.000 lirası olan bir milyoner oldu. BDDK’nın seçimden 4 ay sonra, Kasım 2018’de yayınladığı rapora göre bankada milyon üstü parası olan milyoner kişi sayısı 37.340 kişi artmıştı. Bu rakamın çoğunu, Muharrem İnce’nin seçim kürsülerindeki danışmanlığını, CHP kulislerindeki gizli fısıldaşmalarla birleştiren CHP’lilerin oluşturduğunu anlamak için herkesin şöyle bir etrafına bakması kâfi… Şimdi bu manzaranın üzerine bir de seçimden önce Ak Parti’nin “Ülkemiz için dolarınızı bozdurun!” kampanyasını koyun, üzerine de sos niyetine seçimden hemen sonra baş gösteren ekonomik kriz ve anormal fiyat fırlamalarını ekleyin. Manzara, parası olan ve olmayan milyonlarca kimsenin dillendirmeden içlerinde taşıdıkları bir öfkeye tekabül etmekte… Türk lirası mevduatını Muharrem İnce’yi dinlemediği için dolara yatırmayan ya da dolar mevduatını Recep Tayyip Erdoğan’ı dinlediği için “Dolar daha da yükselmesin!” kaygısıyla 4 lira iken bozduran kalabalıklar, seyrek CHP kumpanyası halinde karşılarında sırıtan ve “3’üm 6 oldu!” diye gerinen tipleri gördükçe döndüler, dolaştılar ama öfkelerini daima Ak Parti tabelası dibinde harladılar. İşin kısa hikâyesi budur ve bu hikâye, ay sonunu zor getiren ve birikmiş tek kuruş parası bile olmayan kimselere kadar havidir. Bu vaziyetteki kimseler, karşılarında çevrilen “fırsatlardan istifade” isimli başarı hikâyeleri karşısında figüran bile olamamaktan kaynaklı bir duyguyla gıcıklandılar ve pamuk tarlasında düş kuran pamuk işçileri gibi hayalleri öfkeye tebdil olundu. Şimdi herkeslerin gözden kaçırdıkları bir duruma dikkat çekiyoruz: Muharrem İnce’nin “Kalkıyor! Binin!” diye seçimden önce başlattığı Dolar-Türk lirası ekspresine ilk etapta binenler, CHP kumpanyasıydı, bindiler ve dünyalık nevinden kazandılar. Recep Tayyip Erdoğan’ın, aynı anda serd edilen ekspres ilân kampanyasıysa vatandaşa “Sakın binmeyin!” demekteydi ve bu çağrıya uyanlar dünyalık nevinden kaybettiler. Seçimden sonra olanlar olmuş, Dolar 8 liraya yükselmişti ama bu andan sonra ikinci bir Dolar-Türk Lirası ekspresi daha hazırlandı. Ama bu defa bu ekspresin “Kalkıyor! Binin!” diye bağıranı CHP değil, CHP fırsatçılığına öykünen kesimdi ve ekser kısmı Ak Parti’yi desteklediği için ekonomik manada kaybettiğini, en azından komşusu gibi “3’ünü 6 yapamadığı” için kaybettiğini düşünen kalabalıklara müteallikti. Bunlar da, Doların daha da yükseleceğini umarak yüksek fiyattan Dolar aldılar ama bu defa Dolar, 2018 sonbaharında 5 liraya kadar geriledi. Bu defa Dolar yatırımlarının yarıya yakını bu defa erimişti.
İşte; Muharrem İnce ve CHP ekspresine dur diyemeyen ve 3’ünü 6 yapan AK Parti aleyhtarlarının maddede iki kat zenginleşmesini ancak izlemekle yetinen Ak Parti ekonomi siyaseti, Ekonomi Bakanı Berat Albayrak’ı bu ikinci devre yatırımcılarının karşısına sık sık çıkardı ve tam da stadyum amigosu ağzıyla:
“Hııı… Ne oldu uyanıklar… Dolar 10 lira olacaktı hani… Hııı… Sizi gidi gidi… Gitti mi mangırlar…”
Diye dalga geçirtti. Oysa kedinin kendi kuyruğunu fare sanıp ısırmasındaki gibi bir hamakat tavrı sergilenmekteydi. Bakan Albayrak’ın, vatan ambarını kemirip semizlenen Muharrem İnce-CHP kumpanyasını değil de, gerçekte Recep Tayyip Erdoğan-Ak Parti yanlısı tayfayı rencide eden bu nevi sözleri, 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde Ak Parti’ye büyükşehirler özelinde çıkarılan faturada elbette kendi masraf kalemiyle yer buldu. Hatta Berat Albayrak’a, dost ve düşman kutuplarından ama tek nakaratla seslendirilen tepkinin taşıyıcı kolonlarını bu vaziyet oluşturmaktadır da, bu vaziyet kimse tarafından halâ görülememektedir. Berat Albayrak bu manada kameralar karşısına çıksa ve Tebareke okusa, gönül iç sesleri “Waldo sen neden burada değilsin?” şeklinde iç geçirmektedir. Mevzu malumdur ve 19. asırda Amerika’da geçmektedir: Meksika’ya karşı yürütülen savaşa yakıt olmasın diye vergi vermeyi reddeden filozof Henry David Theoreu, bu sebeple Amerika’da kodese düşer ve onun gibi özgürlükçü olan düşünür dostu Ralph Waldo Emerson, kendisini kodeste ziyaret ederken:
“Henry sen neden buradasın?”
Diye sorar ve Henry’den iğneleyici şu karşılığı alır:
“Waldo sen neden burada değilsin!”
İşte Berat Albayrak, ekonomiye dair konuştukça iç geçirenlerin ve iğnelemesini sandıkta gösterenlerin çoğu:
“Berat! Sen neden üzgün değilsin?”
Gibi suretsiz ve tanımsız bir hisle CHP hattında değil, Ak Parti hattında durmaktadır ve ızdırapları görülmedikçe, duvardan peyderpey dökülen sıva tabakaları gibi Ak Parti’den gönül düşürmektedir. Sıddık-ı Ekber Hz. Ebubekir’e ait muazzam şu ölçülendirmeyle meseleye çerçevesini takalım:
“Ağlayabilenler ağlasın, ağlayamayanlar da ağlıyor gibi yapsınlar…”
Anadolu maddede ve manada sular seller gibi ağlarken, Berat Albayrak’ın madde ve mana suratında ne ağlayan, ne de ağlıyor gibi yapan bir adam maskı vardır ve ona karşı bütün irritelik, bir fırça gibi kullandığı suratından ortaya, pembe bir Rönesans tablosu çizme çabasından doğmaktadır… Bizse, dost lisanının fırçasıyla sadece toplumda olanı resmediyor, kendi kanaatimizin keskin çizgili ve acı renkli tablosuna yer bile vermiyoruz…
Ak Parti tandanslı araştırma şirketlerinin verilerine göre 18-25 yaş arası gençler arasında Ak Parti’yi olumlayanların oranı % 30’dur. Yani Ak Parti’yle beraber doğan ve büyüyen her yüz kişiden 70’i Ak Parti’ye karşıdır. Bu istatistikî veri aklı olan herkese demektedir ki; Ak Parti’nin tek başına iktidar evresi boyunca ektiği eğitim ve aile politikalarının buğdayları başak vermiş ama kendi hissesine bu başakların sapı, emeksiz mahsul kaldıran beleşçi çiftçi vasfındaki CHP’nin hissesine ise bu başakların tanesi düşmüştür. Zira Ak Parti, bütün çabalarına rağmen ne milli ve manevi değerlerimizle senkronize olmuş bir eğitim politikası üretebilmiştir, ne de bir aile politikası… Hatta, CHP kabağının üzerine bin tonluk bir kayanın hacim ve ağırlık heybetiyle binmesi için millet tarafından doğrultulan Ak Parti, bu kabağın karşısına çoğu zaman ezik bir karpuz tavrıyla çıkmış, bu manada eğitim müfredatlarındaki Kemalizm kıvamını yerine göre arttırmış, Avrupa Birliği karşısındaki aynı eziklik de, Kuran ve Sünnet’e muvafık aile politikaları üretmek yerine, Brüksel esaslı aile politikaları husule getirmesine sebep olmuştur. İtalya’nın Faşizminden, Almanya’nın Nazizminden, Bolşevik Rusya’nın Komünizminden örneklenen ve vatanımızda Kemalizm tentesi altında palazlandırılan bağnaz, tutucu ve tefekkürü baltalayıcı Kemalist eğitim müfredatının ciğerini deşmesi gerekirken, saçını bile kesemeyen Ak Parti, ona kuaförlük belirten süslemeler yapmaktan başka da ayar çekememiştir. Hele Avrupa’da yıkılmış aile üzerinden hiza alınarak uyarlanan aile politikaları, fikirsiz ve idraksiz tatbikçileri elinde milli aile modelimizin adeta canına okumuştur. İnanmayanlar, Ak Parti’nin 17 yıllık tek partili iktidar devrinin başı ile sonunu, evlenme ve boşanma oranları üzerinden kıyaslasınlar da görsünler… Ya da son on yılda kendini “muhafazakâr dindar” diye tanımlayan 19-25 yaş arası genç sayısının % 28’den % 15 indiğine baksınlar da, bu düşüşün nasıl bir eğitim ve kültür ikliminden kaynaklandığı üzerine düşünsünler. “Nafaka” başlığı altında çıkarılan kanunlar ve 6284 sayısıyla tatbikata konulan uygulamalar, adeta bir pitpull köpeği gibi aile kurumumuz kapısına kimseyi yaklaştırmamak üzere bağlanmış vaziyettedir ve iş ehlince yapılan bütün eleştirilere Ak Parti’nin ilgili tatbikatçıları kör ve sağırdır… Bekâr olan gençlerin sayısı son on yılda % 60’dan % 75’e çıkmıştır, evlilerin oranı % 39’dan % 19’a düşmüştür ama bu felaketin burcuna ne bir çıkan, ne de oradan sallanan felâket sancağını görünce tansiyonu düşen vardır! Düşünün ki; temelleri ta Aristo devrine kadar inen “Gender” kavramı, Avrupa’dan talimle bize “Toplumsal Cinsiyet” ismiyle ithal edilmiş ve Allah’ın hilkat kanununu hedef alan bu şeytanî proje hükümet tarafından topuğundan saçına bir hoşamedi tavrıyla karşılanmıştır. Hususu nazarlarına arz etme şansı bulduğumuz bürokratlar “Eyvah! Haklısınız!” demekteler ama hem ağlayıp, hem de koca evine giden nazlı gelinler gibi Toplumsal Cinsiyet fecaatinin nezdlerine ulaşan uygulamalarını işletmektedirler. Milli Eğitim Bakanlığı, Ayşe için sofra kurmayı “zûl”, Ali için top atmayı “eksiklik” gören ve Ayşe ile Ali’yi cem edip ortaya “Aliş” çıkarmayı hedefleyen “ETCEP” projesini millet tepkisinden çekinip iptal eder. YÖK başkanı, üniversitelere Toplumsal Cinsiyet için verdiği talimat ortaya çıkınca afallar, emelini erteleyip revize edeceğini söyler ve rafa kaldırır ama hiçbiri, bu Avrupa dayatmasındaki şeytanlığı gördüğüne dair bir eda belirtmez, hatta bu geri çekiş ve ertelemeleri, Anadolu insanının bağnazlık ve tutuculuğundan dolayı yaptıkları izlenimini verici tavırlar takınırlar. Daha neler neler… Adaleti değil, kadının beyanını esas alan politikalarla ailesi dağılan kitleler, nafaka emperyalizmiyle hayat enerjisi sönen kalabalıklar, yanlış eğitim ve aile politikalarıyla Ayşe ve Ali aleyhine olarak sayıları artan Alişler, bu seçimde sandığa gidenleri ve gitmeyenleriyle hep Ak Parti aleyhine bir vaziyet belirtmediler mi sanıyorsunuz?
Burası Anadolu… Toprağının altı üstünden kalabalık, üstü altından hareketli… Ama alttaki kalabalık mana plânında, fezalarda kanat çırpmak çapında üstünden hareketli… Alttaki şehitler, üsttekilerin mülk tapusunda şahitleri… Can verenler, vatan verenler… Din, iman, namus, ahlâk, mukaddesat… Vatanı vatan, milleti millet yapan mana gerdanlıkları… Dini olmayan vatanı olmaz, kümesi olur… Fareye lağım, kızılelma… Tavuğa kümes, mukaddes vatan… Mümine vatan, Allah’tan ve ahlâktan öz hakikatleriyle bahsedebilmek hinterlandı… Dağınık ve savruk konuşuyoruz farkındayız… Ama bu dağınıklık, farelerin mukaddes vatanımızı lağıma, tavukların kümese çevirme gayretlerini tebellür ettiren ve alenen ve gururla tabelalaştırılan bir pankarttan peyda:r. Milli Eğitim Bakanlığı, Ayşe için sofra kurmayı “zûl” , Ali için top atmayı “eksiklik” gören ve Ayşe ile Ali’yi cem edip ortaya “Aliş” çıkarmayı hedefleyen “ETCEP” projesini millet tepkisinden çekinip iptal eder. YÖK başkanı, üniversitelere Toplumsal Cinsiyet için verdiği talimat ortaya çıkınca afallar, emelini erteleyip revize edeceğini söyler ve rafa kaldırır ama hiçbiri, bu Avrupa dayatmasındaki şeytanlığı gördüğüne dair bir eda belirtmez, hatta bu geri çekiş ve ertelemeleri, Anadolu insanının bağnazlık ve tutuculuğundan dolayı yaptıkları izlenimini verici tavırlar takınırlar. Daha neler neler… Adaleti değil, kadının beyanını esas alan politikalarla ailesi dağılan kitleler, nafaka emperyalizmiyle hayat enerjisi sönen kalabalıklar, yanlış eğitim ve aile politikalarıyla Ayşe ve Ali aleyhine olarak sayıları artan Alişler, bu seçimde sandığa gidenleri ve gitmeyenleriyle hep Ak Parti aleyhine bir vaziyet belirtmediler mi sanıyorsunuz?
“Ben orospuyum!”
Evet, en masumu bu olan bu nevi pankartlar, Anadolu kadınına, analıktan ve kadınlıktan boşaltılmış kadınlar eliyle ve adeta istikbâl ve istiklâlimizi tehdit edici bir telmihle İstiklâl Caddesi’nde sık sık açılır oldu. Mesela “Ben katilim!” diye bir pankart açılsa, asgarî polis ekipleri bu pankartı tutanı tutar ve “Anlat bakalım!” diye ifadesini alır. Çünkü adam öldürmek kanunen suç… Oysa zina-fuhuş ya da vizitesiz orospuluk, Ak Parti devrinin başlarında suç olmaktan çıkarıldı. Bir mümin nazarında bu adım, mümin idarecilerin orta yere pislemesinden farksızdır. Ama tabi bir de, Aile Bakanlığı’nın geçen sürede aile politikaları noktasındaki attığı yanlış adımların, bu pisliği sıvama devresi var. Mesela 17 yaşında Allah’ın emri Peygamber’in kavliyle düğünlü dernekli evlenen bir Anadolu kızının evini, zina suç olmaya devam ediyormuş gibi basan kanun zaptiyeleri, 17 yaşındaki popçu bir kızın kucaktan kucağa gezmesini “Flört” parantezine alarak dokunulmaz kılmakta… Şimdi bu iş mi? 17’lik nazlı gelini Amazon kumandanesi vasfıyla kocasının elinden alan ve kocasını da kodese tıkan kadın ve Kademci aile bakanları, meşhur komedyeni başka erkeklerle aldatan ve “Canını yakmak için onunla yattım!” diye ifadesi bulunan şarkıcı kadının dayak yediği iddia edilince heyecana geliyor ve kadının eğer attıysa avazı daha evinin duvarına değmeden:
“Davaya şarkıcı kadın lehine müdahiliz!”
Açıklaması yapıyor. Hele kadın ve Kademci başka bir Aile Bakanı ha-nımın, sadece ilgilisine verilmiş bir vaazda:
“Kadın vücut hatlarını ortaya koyucu pantolon giyinmemeli!”
Diye ortaya konulan tam tamına İslamî bir ölçüyü, yüzünü ekşiterek ve:
“Böyle cahil hocalara itibar etmemeli!”
Diye açıklama yaparak karşılaması, mümin gönülleri uğrattığı inkisar çapında unutulur ve yutulur şey değildi. Yerine göre çırılçıplak olmanın, hayal ötesi çıplaklık belirten bazı kapalılık şekillerinden daha az davetkâr olması bir hakikat… İslam’da tesettürün esası da zaten, “setr olunmak”, kadın için namahrem erkek nefsini kendine celp etmekten sakınmaktır… Vücut hatlarını orta yere serici bir kıyafet bu manada, İslamî tesettür adabının tasvip ve tecviz ettiği bir şey değil… En başından beri bu böyle, en sonuna kadar da böyle kalacak… İşte bu basit ve apaçık hikmet ve ölçüyü bilmeyen ya da bilmemezlikten gelen ve yüzünü buruşturan Aile Bakanı, gerçekte yüzünü kendi ilim ve iştigal alanında isteklisine konuşan o Hoca’ya değil, bizzat Allah’ın Resulü’ne, Kuran’a ve Sünnet’e buruşturmaktaydı! Bu dediklerimizi Kuran ve Sünnet kıstasına vurarak değil, Kuran ve Sünnet’i Ak Parti’nin kadın bakanlarına yalaklık için şu nevi gazetecilerim nefsî kıstasına vurarak dinlerseniz, bizimle beraber elbette Anadolu’yu da anlamamış olursunuz:
“Ne yani! Şimdi bizim Ak Partili kadın bakanlarımız da pantolon giyiniyor. Şimdi onlar günah mı işliyor! Yuh!”
Bir sefalet moziği gibi, çivisinin üzerinde dans ettiği her oyuğu hakikatin yuvası bilen böyle kafalar bilmezler ki; güneşlenmek için sırtını güneşe döndürmek yerine, güneşi tam turla arkasına geçirmek isteyen ahmak bir adamın emeli bir gün gerçekleşir de, Kuran ve Sünnet’in ahmaklara göre konum alması durumu asla gerçekleşmez! Hz. Ömer’e Müslüman olmak için gelen bir kabilenin temsilcisi:
“Ya Ömer! Filan ayetin filan harfindeki nokta, üstten alta inince istediğimiz manaya gelecek… Müslümanlık için şartımız bu…”
Deyince, O’ndan aldıkları karşılık:
“Vallahi siz o harfin üstündeki noktaya bir çengel taksanız ve bu çengele de ağırlık olarak bütün dünyayı assanız, o nokta gene de aşağıya gelmez!”
Niye? Çünkü o harf, üstündeki nokta ile beraber Allah’ın! Şeriatı koyan Allah ve Resulü… Zaman değişti diye “Bu devirde böyle şey!” hıçkırıklı havalelere yakalananlarsa, şeriat koymak pozuyla ortaya öbek öbek nefsî necaset koyarlar. Şu kadarının farkındayız: Laik ve Kemalist bir ülke burası, isteyene yağlı bir ipten ibaret bir donla gezme hakkı da verilen bir ülke burası! İsteyen istediği şeyi giyinebilir, giyiniyor da! Ama neyin günah olup olmadığı hususu, mührü Allah ve Resulü tarafından vurulmuş bir ferman halinde bellidir, belirlenmiştir. Buna da isteyen inanır, isteyen inanmaz. Ama hiç kimse, İslam’la esasına dair bir rüknü, şahsına ait bir ürünü kıstas tutarak ödün hanesine yazamaz. Anlamıyor musunuz; bizleri rencide olmuş mümin keyfiyetiyle tartamıyorsanız hiç bari kelle sayısı hiç de az olmayan kemmiyet hesabıyla tartıya çıkartın ve şarkıcı-zinakâr-sarhoş-lezbiyen kadın kadar olsun ihtimam gösterin… Anadolu ruh köküne bağını koruyan milyonluk kitlelerimiz içinde, bu dediğimizden ümit kesen ve Ak Parti ile gönül bağını koparan kimseler yok mu? Elbette var… Seçim faturasındaki sürpriz rakamı inceleyecekler için işte bir fatura kalemi daha…
25 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Recep Tayyip Erdoğan, % 51,79 oranında oy aldı. Bu seçimde MHP, Ak Parti’nin hışımla karşısındaydı. 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeyse Recep Tayyip Erdoğan’ın aldığı oy % 52,9 idi. Bu seçimde ise MHP, Ak Parti’yi hışımla destekledi. CHP, HDP ve İP’in, sırasıyla Muharrem İnce, Selahattin Demirtaş ve Meral Akşener şahsında aldıkları toplam oy ise % 46,33’te kaldı. Bu iki seçim arasında yapılan ve Ak Parti’nin gene MHP’nin desteğiyle gittiği 2017’deki Anayasa değişikliği referandumda ise alınan oy % 51.41 oldu. Oy oranlarındaki pek değişmez vaziyet, her şeyle beraber bir de şu durumu ihtar etmekteydi: MHP’nin kâh terazinin Ak Partinin olmadığı kefesine, kâh Ak Parti’nin olduğu kefesine konularak yapıldığı tartılarda –seçimlerde!-, terazi dengesi pek de değişmemiştir. Bu değişmezlik durumu, kendini 31 Mart 2019 seçimlerde daha da belli etti ve kaydettiğimiz bu değişmezlik hususunu ilk defa dillendirenler oldu. Bunlar arasında Fehmi Koru gibi sempati alanı daralmış kimselerle beraber, Ak Parti ile mesafeli durduğu düşünülen eski Başbakan Ahmet Davutoğlu da var. Onların bu dillendirmelerini ortaya çıkaran şeyse, 2019 yerel seçimlerinin, matematik kurallarını alt üst eden bazı sonuçlarıydı. Mesela:
Cumhur ittifakınca MHP’ye bırakılan Adana ve Mersin’deki yerel seçim sonuçları… Evvela bu iki ildeki 2014 yerel seçim sonuçlarına bakalım: Adana… MHP/ % 33,6… Ak Parti / % 32… CHP / % 23… Mersin… MHP /% 32… Ak Parti / % 28… CHP / % 28,3… Yani Cumhur ittifakını geriye yürütsek ve 2014 yerel seçimlerine uygulasak toplamdaki oy oranı Adana için % 65,6, Mersin içinse % 60 eder. Peki, 2019 yerel seçimlerinde Cumhur ittifakını temsil eden ve haliyle Ak Parti seçmeninin oyuyla desteklenen MHP adayları bu iki ilde ne kadar oy aldılar? Cevap verelim: Adana’da % 42,83! Mersin’de % 40,99! Adana’da yaklaşık % 25, Mersin’deyse % 20 civarında kayıp… Yani 2+2, 4 etmemişti! Bu durumu bir de tersinden süzelim:
2014 yerel seçimlerinde Ak Parti’nin Ankara oyu % 44,9, MHP’nin % 7,8 idi. Bu iki parti 2019 seçimlerinde güçlerini birleştirdi. Almaları gereken oy ne olmalıydı? % 52,7… Ama Cumhur ittifakı adına Ak Parti adayı Ankara’da % 47,12 aldı. Yani Ak Parti’nin bir önceki seçimdeki oy oranına, MHP’den beklendiği üzere % 8 civarı değil, % 2 civarı oy gelmişti. İstanbul’a bakalım: 2014 yerel seçiminde Ak Parti % 47,9, MHP % 4 oy almıştı. Toplamı % 51,9 eder. 2019 seçimindeki ittifakın Ak Parti adayı nezdinde aldığı oysa % 48,5… Ak Parti’nin oyu % 4 değil, % 0,6 artmış yani… Şimdi sual şu: Adana ve Mersin’de Ak Parti seçmeni Cumhur ittifakını temsil ediyor olmasına rağmen MHP adayına oy mu vermedi, Ankara ve İstanbul’daki MHP seçmeni Cumhur ittifakını temsil ediyor olmasına rağmen Ak Parti’ye oy mu vermedi? Bu eksik suale karşı tamamlayıcı ve toplayıcı cevabımız şu:
Hem Ak Parti’ye her daim oy veren dindar Kürtler MHP faktörü sebebiyle Cumhur ittifakına oy vermediler, hem de Kemalist zihin eşitlemesi sebebiyle sekülerleşen MHP seçmeni, Recep Tayyip Erdoğan nefreti sebebiyle Cumhur ittifakına oy vermediler, iki durumda da, Ak Parti’nin aleyhine gibi durmakta olan bir durum ortaya çıktı ve ismi zikredilen büyükşehirlerle beraber birçok il de kaybedildi. İşin içine bir de, MHP’nin Bayburt, Çankırı, Kastamonu, Erzincan, Amasya, Kütahya, Karaman illerini de Ak Parti’den aldığını katarsanız, günün sonunda zarar ettiğini düşünecek tek parti olarak karşımıza Ak Parti’den başka parti çıkmaz. Devlet Bahçeli, bu minvalde yapılan seçim analizlerine şu günlerde ateş püskürmekte… Ama ateş püskürse ve bu ateş ittifakın demirden suretini kırmızı bir pul haline getirse de, bu andan itibaren bu ittifakın ateş kırmızısı demirine çifte suyun mu verileceğini, yoksa eritilip demir madeni olarak doğaya mı karıştırılacağını kimse kestiremez. Zaten MHP’nin de, Devlet Bahçeli, Recep Tayyip Erdoğan’la birlikte hareket etmeye başladığından beri Ülkücü Hareket tabanını Ak Parti birlikteliğine ne kadar taşıyabildiğini, bu seçim sonuçlarından başka ölçecek analiz de yok… Ama görüntü, 1998’den beri hamuru bizzat Devlet Bahçeli tarafından yoğurulan Ülkücü Hareket’in, hissiyatta ve fikirde Devlet Bahçeli’ye değil de, CHP’den Ankara BB Başkanı seçilen Mansur Yavaş’a daha yakın durduğunu göstermekte… Şunu ancak körler göremez: Recep Tayyip Erdoğan nefreti, Ülkücü tabanın ekser kısmında adeta hava gibi, su gibi bir hale gelmiş… Hele Sekülerlilik-Atatürkçülük kıvamının Ülkücü Hareket’te hakim renk vaziyetine gelmiş olması durumu… Dün Yılmaz Özdil’in, Recep Tayyip Erdoğan’a saldıran yazılarını şurup gibi tüketen MHP eksenli Ülkücüler, bu şurubun tadı henüz dimağlarında ve Devlet Bahçeli’nin, “rejimin muhafazası” yolunda Recep Tayyip Erdoğan’a ettiği “kavgada söylenmez” hitabeleri halâ kulaklarındayken, anlaşılan odur ki Cumhur ittifakına sireten değil, sureten katılmışlardır. Hatta basına düşen haberlere göre, Ankara’nın sağ siyaset için lokomotif vazifesi gören Keçiören ilçesinde MHP ilçe teşkilatı, Cumhur ittifakının adayı Mehmet Özhaseki’ye değil, CHP’nin adayı Mansur Yavaş’a çalışmıştır. Basına düşmeyen ve vicdanlarla değil, sandıklarla baş başa kalınan bir noktada bu oyların kime ve hangi ittifaka yönelmiş olacağını kestirmek içinse, gündelik sohbet ve siyasi değerlendirme durumlarına bakmak kâfidir. Aslında kriminal oy takipçiliğine gerek yoktur ve hakikatin kriminale ihtiyaç duymaz fikir lisanı apaçık demektedir ki; maddede eşitlenenler mana zıtlığı belirtirlerken gerçekte birbirlerine çok uzak, manada eşitlenenler madde zıtlığı belirtseler de gerçekte biribirlerine çok yakındırlar. Bu manada kıymet hükmümüzün sadece tabelasını asalım ve öylece bırakalım:
-Üç Hilâlli ve dolaylı Atatürkçülük ile Altı Oklu ve doğrudan Atatürkçülük, maddede kuzey ve güney kutuplarına yerleşmiş çapta biribirlerine uzak dursalar da, manada aynı ekvator çizgisi üzerine ve yan yana yerleşmiş olarak biribirlerine yakınlık belirtirler…
Oysa manada ve maddede Osmanlı ruhlu Üç Hilâl, Habis ruhlu Altı Oku manada ve maddede haklamaya tahsisli bir nur sancağı olmalıydı. Ama olmadı… Burada öyle olmamasından ibret alacak ve Ak Parti’deki sekülerleşme-Kemalistleşme meyillenmelerinin de, başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, Ak Parti ve Anadolu’ya hiçbir rahmet meltemi estirmeyeceğini anlayacak bir çift fikir gözüne ihtiyaç vardır. Bu bir çift fikir gözü, başımızdaki mahallinden çalınmış bir efrad teleskopuna ve bir ağyar mikroskobuna taalluk eder ki; bunlar olmadığı için “ağyarını mani, efradını cami” bir şuurla gerçek dost ve düşman kutuplarını göremiyor, şahsiyet eyvanımızdan ağyarı dağıtıp, efradımızı oraya toparlayamıyoruz. Ufuktaki dostu ve rahmeti, bedendeki düşmanı ve mikrobu görememek, mikropluğu ufuk görmek demektir ki; eyvah ki ne eyvah… Anadolu’yu, ruh köklerinden kopuk dallara doğru süren kim ve hangi parti olursa olsun, hakikatin cimcikleyici alarmı onlar için şöyle çalmaktatır:
-Eyvah ki, ne eyvah! Eyvah ki, ne eyvah!
Cimcik acısını hissetmeyecek çapta ten ölmeden, bu alarmı duymak lazımdır…
“Küresel ısınma” dedikleri şeyin felaketi bir de, kutuplardaki buzdağlarından eriyen su miktarının, okyanuslardan buharlaşan su miktarının çok fevkinde olması şeklinde tecelli etmekte… Türkiye’nin, 17 yıllık Ak Parti idaresinde gözlerden kaçan “milli aşınma” felaketi ise, seküler-laik yaşam tarzına sahip ailelerin çocukları seküler-laik kalmaya devam ederlerken, muhafazakâr-dindar ailelerin çocuklarında ciddi mikyasta sekülerleşme-laikleşme durumu yaşanmaktadır. Laikliğin buz dağları eriyor ama dindarlığın okyanusları o miktarda buharlaşmıyor! Böyle olunca da, mana vatanımızın toprakları, manamıza düşman olanların su taşkınlarıyla aleyhimize olarak küçülüyor. Peki, bu durumun suçlusu kelaynak kuşları mıdır? Yoksa eğitim müfredatının halâ ve belki daha kuvvetli vurgularla seküler-laik Kemalizme göre oluşturulmasından, aile hukukumuzun halâ ve daha yıkıcı esaslarla Brüksel normlarına göre düzenlenmesinden midir? Bu sualin cevabı muhakkak, “milli aşınma” cürmünde kimlerin parmak izi varsa onları işaret edecektir.
Kazara televizyonu bir an “Fox Tv”de açık bıraksak, haber bültenini de istemsiz baştan sona izlesek, kapı eşiğinde oturmuş ve cereyana kapılmış bir adamın vaziyetine düşüyor ve sanki de az sonra başlarında Hülagu, Moğol ordusunun Anadolu’yu istila edeceği hissiyatına kapılıyoruz. Zira Amerika sermayeli bu kanal, vazifesini icra ediyor ve kalabalık halk kitlelerini, yalan, iftira ve perspektif hokkabazlıklarıyla Recep Tayyip Erdoğan aleyhine olarak devşirmeye çalışıyor. “Fox” zaten “tilki” demektir ve Anadolu kümesinde bu tilkinin ne aradığını anlamak da güç değildir… Peki, bu tilkiye karşı, tam tamına bir köylü tüfeği, kapanı, küreği olması gereken yerli ve milli medyanın vaziyeti nedir? Cevap verelim: Ulusal medyanın handiyse % 90’ını inhisarında bulunduran Ak Parti’nin, bu medya organlarının amiral gemisi mesabesindeki “A Haber”ini kazara açık bıraksak ve gene istemsiz haber bültenini baştan sona izlesek, bu defa babaannesinin yeşil reçeteli ilaçlarını, bonibon şekeri niyetine bir bir yutan ve uyuştukça uyuşan bir çocuğun vaziyetine düşüyor ve sanki de Lale devrindeymişiz de, yakılı kandillerle kabuğu süslenmiş tosbağaların geçit törenini rehavetle izliyormuşuz gibi bir hissiyata kapılıyoruz. Yaşadığımız vatanda olanları anlamaksa, ifrat ile tefrit arasında adeta dimağı çitilenen bizlere düşüyor ve formülü şudur:
-Fok Tv’de denilenin % 10’unu al, A Haber’in demediği % 90’la karıştır, iyice çalkala ve iç!
Böyle bir hengâmda, yıkmaya çalışan “Fox Tv”, yapmaya çalışan ama derin fikirsizlik ve ağır yaranma tavrı arasında yaptığından fazla yıkan “A Haber” karşısında avantajlıdır. “A Haber”in, Ak Parti’yi savunayım derken çoğu zaman büründüğü şahsiyetsizlik kütlesi, Anadolu insanının haber göğünde çıplak gözle görebileceği bir iriliktedir ve kendisine merakla bakınan insanlara güneş gibi aydınlatıcı ışık saçmak yerine, peyderpey yaklaşan vaziyetiyle bir göktaşı gibi sokulmaktadır. Ne yazık ki; olayları oldukları gibi ama derin fikir ağıyla kuşatarak ele alacak, memlekette olanları, olmayanlar-olamayanlar üzerinden kritiğe tabi tutacak, CHP ve hempalarındaki ciğer lekesini göstermekle beraber, kendindeki akamet ve atalet yamasını adeta “kurtuluş kesesi” olarak göstermeyecek bir medya teşekkülü halâ oluşturulamamıştır. Bu vaziyet aklımıza eskilerden kalmış bir hikâyeyi getirmekte: Sevdiğini görmek için her gün azgın bir nehri yüzerek karşı kıyıya geçen delikanlıya, sevgilisi bir gün:
“Yarın artık gelme!”
Der. Delikanlı anlamaz ve bir gün sonra yıllardır yüzerek bir çırpıda geçtiği nehre gene dalar ama bu defa geçemeyip boğulur. Peki, genç kız, delikanlının nehri bir sonraki gün geçemeyeceğini nasıl anlamıştır? Şöyle: Çünkü delikanlı o gün kendisine “Senin gözünde az şaşılık var galiba!” demiştir ki; genç kız en başından beri şaşıdır ve delikanlıya nehri, bu şaşılığı yıllardır gördürmeyen sevdası geçirmiştir… Şimdiyse delikanlı bu şaşılığı fark etmiştir, demek ki sevdası azalmıştır ve bu sebeple nehri geçecek kuvveti bir sonraki gün kendinde bulamayacaktır. İşte Recep Tayyip Erdoğan için de böyle bir vaziyet vardır; Anadolu insanı ile arasındaki sevdanın kazağı iplik ucundan dallara takılmış, çözülme sürecine girmiştir. Çözülme, bu takılma durumu fark edilmezse eğer başlayacaktır. Böyle bir tabloda değişen Recep Tayyip Erdoğan değilse bile, onu savunmak gayretiyle fikirsiz ve düşman kutbun medya ağıyla tersinden benzeşen medya organları böyle yansıtmaktadır, onlar böyle yansıttıkça da Anadolu insanı gönülden sevdiği Recep Tayyip Erdoğan’a dönecek ve “Senin de gözünde az şaşılık varmış!” demeye başlayacaktır. Bu durum; Amerika sermayeli tilkiler için ortaya bir tavuk bayramı vaziyeti çıkaracak ama yerli ve milli olmak iddiasındaki fikirsiz medya organları aynı çapta onlara kürek, tüfek, kapan olamayacak… Bugün için gerçek fikir adamları ve halis dava adamlarına kapalı ekranlar ve gazete köşeleri, başta o an her kim ise onu övmekten geri durmayacak tipler tarafından adeta bir amigo mahfili gibi kullanılmaktadır. Recep Tayyip Erdoğan sevdalısı birçok kimse bile, yaşanan toplumsal bir hadisenin aslını öğrenmek için A Haber’e “Az bekle geliyorum!” dedikten sonra Fox Haber’e gitmekte, dediği gibi dönse bile artık zehirlenmiş olarak dönmektedir. Bu bir umumi vakıadır ve bu vakıayı, Ak Parti’ye göbekten bağlı bir kimsenin ihbar etmesi muhal, etse bile bunu olgunlukla karşılayacak ve incelemeye alacak Ak Partili yetkiliye denk gelmek çok zordur. Bir muhal ile birçok zor arasında bize bu durumu gördüren ve söyletense, uğrunda kimseden bir bardak içmeyi bile zûl gördüren fikrimizdir. Ak Parti’nin de, böyle bir hengâmda en çok ihtiyaç duyduğu şeyimiz…
Ak Parti iktidarının imkân hinterlandında semizlenen ve Ak Parti’yi amigo ruhuyla destekleyen medyacı tipinin, Anadolu insanının gözüne ne kadar tipsiz göründüğüne dair bir misal… 15 Eylül 2018… Doların havaleler geçirdiği ve pazarın yangın yerine döndüğü devreler… CHP’nin kaykılmaz selüliti Muharrem İnce, bu vaziyeti istismar için, market arabasıyla çekilmiş bir resmini sosyal medyadan bir mesajla birlikte paylaştı:
“Dünyanın en çok yakan arabası! 20 dakikada 300 metre yol yaptım 450 TL yaktı…”Kafasına göre, mevcut ekonomik krizi bahane eden ve hükümete sallayan bu adamın hafiflik ve düşüklüğü, bu espriyi bir karikatür dergisinde görmesi ve aynen uygulamak için hemen markete koşmasından zaten belli de; onu bu hafifliği içinde kıstırmak ve vakarlı bir tavrın ağırlığıyla ezmek varken, onu ondan daha hafif bir üslupla karşılayan, böylelikle hükümete destek olayım derken köstek olan medyacı tipine ne demeli? Özel isimler üzerinde hususileşmeden ve böyle bir tipin medya sahasında umumileşme emaresi gösterdiğine dikkat çekerek kaydedelim: Mesela Ak Parti destekçisi (!) bir “gazeteci-televizyoncu-radyocu”nun Muharrem İnce’ye sosyal medyadan nasıl bir mealde karşılık verdiğine bakalım:
“Muharrem İnce, vatandaşa çok yabancı olduğu için normal bir ailenin markete gidince öyle 450 TL alışveriş yapmayacağını da bilmiyor!”
Vatandaşa gerçekte Muharrem İncenin değil, kendisinin yabancı olduğunu ele veren bu mesajıyla bu “gazeteci-televizyoncu-radyocu”ya en kabasından bir market listesi çıkartsak ve sadece üç kalemde -5 kiloluk siyah çay, 5 litrelik sıvı yağ, 5 kiloluk deterjan!- neredeyse 450 TL bandına erişildiğini söylesek ne çıkar? Bizim söylesek de duyulmayanımızı zaten vatandaş kendine edilmiş bir hakaret olarak duymakta ve siyaset arsasından topladığı parsalarla okkalı zengin olmuş Muharrem İnce ile Ak Parti iktidar ikliminde soluduklarıyla geliri fiyakalı olmuş “gazeteci-televizyoncu-radyocu” daha da gelir getiren işleriyle uğraşırlarken, okkalı fakir ve fiyakasız gelirli vatandaşın içinde Muharrem İnce’ye karşı bir yakınlık, malum “gazeteci-televizyoncu-radyocu” vesilesiyle de Recep Tayyip Erdoğan’a karşı bir uzaklık peyda olmakta… İdaresine gazete ve televizyon verilmiş bir başka Ak Partili “gazeteci-televizyoncu-radyocu”nun “70’lik rakı alırsan tabi 450 TL tutar!” yollu hafifler hafifi ve fakirliği sarhoşlukla eşitleyen ucuzlar ucuzu mesajına, rakı içmeyen, namaz kılan ve Recep Tayyip Erdoğan’ı destekleyen milyonluk kitlelerin en azından bir kısmı sizce nasıl karşılık verebilir, bu adamlara karşı harlanan içlerinin hararetini nasıl söndürebilirler? Önce nasıl söndüremeyeceklerini söyleyelim: Gelirlerini kabaca hesaplayınca “50 milyardan ziyade” gibi rakamlara erilen bu “gazeteci-televizyoncu-radyocu” tipleri tek tek bulup tokatlamak suretiyle değil elbette, bir çift lafı yüzlerine astar diye çekmek suretiyle de değil… Nasıl o zaman? Cevap verelim: Hıncını seçimlerde Ak Parti’den alarak! Ak Parti idarecileri sesimizi duyar ve kolay tarafından bizi “Fetöcü mü bu?” diye geçiştirmezlerse, çevremizde böylesi yüzlerce insan gördüğümüzü dost keyfiyetiyle ihbar ederiz…
Topluyor ve soruyoruz: Fikirsiz sünger Muharrem İnce’ye, fikrin aleviyle mukabele etmek ve onu bir anda pöfletmek varken, ona bir dünya fikirsizlik sıvısı sıkan ve onu şişirdikçe şişiren fikirsiz “gazeteci-televizyoncu-radyocu” familyası, takip edildiği avcı namlusundan kaçarken Ak Parti tabelasına konan ve tetik düşürüldüğünde konduğu yerden sıçrayan fırlama bir saksağan gibidir ve her defasında kendi yerine kurşun yiyen Ak Parti’ye minnettarlığı arttıkça artmaktadır… Ya milletin?
Hırsızlık ve hırsız… İlki fiil, ikincisi fail… İlki suç, ikincisi suçlu… İslam’da ceza hukuku, suçun kökünü kurutmak ve böylece yaşam ağacına etrafından zehirli sarmaşıklar halinde musallat olan bütün suçluları da yok etmek şeklinde işler. Suçun kökünü kurutmadan suçluyla mücadele, beyhude bir uğraş olmakla beraber çoğu zaman suça meyli arttırıcı bir etki de yapar. Ayıya dost olup, sanki ondan ayrıymış gibi pençesine düşmanlık eden bir adamın ayı dostu da bitmez, yediği pençe de… Bütün suçlara da teşmil edilebilir bu keyfiyeti FETÖ ile mücadele mevzuuna hasredelim ve soralım:
“15 Temmuz darbe girişiminden sonra Fettullahçılar’la mücadele edildiği gibi Fettullahçılık’la mücadele edilebildi mi?”
Bu sorunun cevabı bizce “Evet!” değildir. Zira Fettullahçılar’ın, yedikleri ve yemeye çalıştıkları kazurat burunlarından getirilirken, Fettullahçılık’ın, aynı kazuratın getirileceği müşahhas bir burnu yoktur, onun mücerret burnunu bulmak için kişiye mücerretin kokusunu aldıracak bir fikir burnu lazımdır ve bu burun maatteessüf, FETÖ ile mücadele sahasına sürülmüş kadrolarda yoktur. Baş koparmanın, yerine göre gazoz kapağı açmak kadar kolay olduğu bir hengâmda, vatan ve milleti dumura uğratan zihniyet urunu kazımak zorlar zoru bir iş iken, Fetullah Gülen’den “baş” plânında gönül düşürmüş ama Fettullahçılık’tan zihin plânında gönül düşürememiş kimselerin misal, madde yanları Fetullah Gülen’i kıyma makinesinde öğütmek isteyecek kadar ona nefret beslese, mana yanları Fettullahçılık köftesi yoğuracak çapta bir tezadın içindedirler ve bu tezat vaziyeti, Fettullahçılar’la beraber Fettulahçılık mikrobunun da yaşamını sürdürme şartlarını deruhte etmektedir. Düşünün ki; 20 yıl önce Fettullahçıların dershane kantininden bir çay içen genci bile devlet memurluğu sınavlarından tekmeleyerek kovan Fettullahçı avcıları içinde Fettullah Gülen’i halâ “Duasıyla insanları efsun eden kötü hoca” gibi görenler vardır. “Kötü hoca” da dese, ennihayetinde ondaki hocalığı da ibkâ edici ama ondaki “istihbaratçı” hüviyeti gözden kaçırıcı bu anlayışsızlık, görmediğine nişan almak kadar yersiz bir fiile mütealliktir. Gene düşünün ki; “Çağrı” filminden “Savaş sahnelerini çıkartalım, gençleri şiddete yönlendiriyor!” diye rahatsızlık duyan ve bize göre zihniyette Fettullah Gülen’den daha fazla Fettullahçı olan adamlar, FETÖ ile mücadele eden hükümetlerin reislerine başdanışman sıfatıyla atanabilmektedirler. Hayatın kaçınılmaz bir gerçeği olan “savaş” kavramıyla, Çağrı filmindeki birkaç dakikayla resmedilen Bedir ve Uhud savaşlarını da kuşatacak şekilde problemli olan tipler, galiba kanlarına karışmış Fettullahçılık zihniyeti sebebiyle milletimizi, 15 Temmuz’da darbeci tankları ikna yoluyla yolundan döndürmüş sanmaktadırlar! Gerçi onlarınki sanmak değil, tam tamına inanmaktır ve bu inanç türünün kapsamında misal İbrahim Peygamber’in elinde balta yoktur, mazide var olmuş olanı yok sayılmakta, istikbâlde de zaten olmayacağı öngörülmektedir. Böyle bir anlayışın nihai muradı, Batılı sırtlanlar için aslanı kuzulaştırmak ve sonra sofra garnitürü olarak hazırlamaktan başkası değildir. Fettullahçılık ile mücadeleyi, salt Fettullahçı enselemekten ibaret sanmak anlayışının, Fetö ile mücadelenin yönetim kademelerine hâkim olması, bir felâkettir. Platoncu müktesebatla söyleyeceksek, Fettullahçılar, asıl olan Fettullahçılık ideasının dünyaya düşmüş gölgeleridir ve Fettullahçılık ideası var oldukça Fettullahçılar, baltalarla üzerlerine vurulan gölgeler gibi var olmaya devam edeceklerdir. Hal böyleyken, Platonculuk gardıyla savunmaya geçmiş Fettullahçılık’a, materyalist bir algıyla balta hücumunda bulunmak yersizdir, faydasızdır, yorucudur, hasarı tamir etmek yerine büyütücüdür!
Toplumda “Gerçek Fetöcülerle mücadele edilmiyor!” gibi bir algı vardır ve sebebi ikidir. Bir: Fetö ve hempalarının bu algıyı, Fetö ile mücadeleyi sekteye uğratmak için kasten doğurma çabaları… İki: Fetö ile alakası olmadığı halde mağdur edilen ve alakası olduğu halde pas geçilen kimselerin gerçek varlığı… Zira kendilerine her türlü kefil olacağımız birçok tanıdık, ya 20 yıl önce dershane üzerinden girilen bir kontak, ya da yakınlarından birinin Fettullahçı olması hasebiyle Fetö mağduru insan siloları içine katıldı da, Fettullahçılık ile yakın ve örgütsel bağına emin olduğumuz bazı Fetö yöneticine, tek bir soru sormak için olsun karakol daveti bile gönderilmedi. Yani toplumdaki bu algı ne tam yerinde, ne de tam yersizdir ve yersiz kısmının cürmü, hükümet içindeki maddesi Fettullahçı düşmanı ama ruhu Fettullahçı kimselere aittir. Zira aleni vebalıyı, gizli vebalı ile tecrit etmeye kalkmak, veba aleyhine değil, veba lehine çaba sarf etmektir. Misal misal tekrar ediyoruz: Usta ördek avcılar yerine, tüfeği görünce sopa sanacak adamları ördek avına çıkarırsanız; birkaç ördekle beraber köyün birçok masumunu da vurdurursunuz ve bu da, köy hinterlandında size karşı olumsuz bir kanaatin yerleşme sürecini başlatır. Fetullah Gülen’i eleştirmenin, terörist olmakla eşdeğer görüldüğü devrelerde şahsım, yüz binlerce insana Fetullah Gülen’in münafıklığını anlattım da; Fetullah Gülen’in münafıklığı tescillendikten sonra bana ve bağlandığım harekete bu konuda herhangi bir şey danışıldı mı? Hayır… Hatta darbeye karşı gösterdiğimiz “silahlı” ve “tehditli” caka, halis Anadolu insanı tarafından alkışlanırken, Ak Parti hinterlandında “sakıncalı olmamızın” bir delili olarak görüldü, “çok sert” olmamızdan dem vurulurken ortaya atıldı ve hakkımızda kanaat oluşturulurken adeta bir gündelik yaşam sivisi olarak kullanıldı. Hatta Fettullahçılık yanlısı olarak Recep Tayyip Erdoğan’a olmadık hakaretler eden ve gıyabımızda bizi Recep Tayyip Erdoğan’a satılmış olmakla itham eden adamları, tuhaf ama kısa süre sonra Ak Parti milletvekili olarak gördük… Dünde Fettulah Gülen’in fikirsiz sevdalısı, bugünde Fetullah Gülen’in fikirsiz düşmanıdır ve her iki durumda da, Fetullah Gülen’in değirmenine su taşımaktadır. Düşünün ki; Fetullah Gülen, küfür ve zulüm coğrafyasından gelen sipariş üzerine İslam dünyasında yeni bir kimlik inşa etmeye çalıştı. Bunun için 40 yıl boyunca ağlaya ağlaya vaazlar verdi. Gözyaşlarını üstten akıttı ki; altından akıttığı kazuratı insanlara yedirebilsin! Fettullahçılık zihniyeti, mana gıdası 40 yıl boyunca ekser miktarda bu kazurat olan kimselerin kanına karışmış vaziyetteyken, Fettullahçılık ile mücadeleyi böyle kimselerin idrak çapı ve plân istikametinde yürütmek, FETÖ ile mücadele muvacehesinde ortaya çıkan bütün şikâyet ve rahatsızlıkların da ana kaynağını teşkil etmektedir. Yani bu mücadelede aksayan bir şeyler olduğunu herkes bilmekte ama bu aksaklıkları, onları ortaya çıkaran sebepler üzerinden değil, onlarla ortaya çıkan sonuçlar üzerinden dile getirmekte, böyle bir vaziyette de toplumun afakını “hasta avazı”ndan başka sada doldurmamaktadır. Millet duvarına asılan ve kenarları bin parça canbandıyla duvara yapıştırılan “FETÖ ile mücadele andının kâğıdı”, bantların çoğu gevşediğinden ve kâğıt ile duvar arasındaki murabıtlıklarını bıraktıklarından sallantıdadır ve böyle bir vaziyette bütün himmet umudu, kâğıdı duvara bir başına asılı tutan Recep Tayyip Erdoğan raptiyesine bağlanmıştır. Recep Tayyip Erdoğan –Allah hayırlı ve uzun ömürler versin!- Perşembe günü ölse, Cuma hutbesinde Fetullah Gülen’i ima eden ve “Küsler barışmalı!” başlıklı bir hutbe irad edilmeyeceği garanti değildir. Bu durumda toplumda saklı bir güvensizlik duygusu estirmektedir ki; faturası, Recep Tayyip Erdoğan’a rağmen bir miktar Ak Parti’ye kesilmektedir. Bu miktarı ölçebilmek için bile bir miktar fikre ihtiyaç vardır…
Akromegali… Orantısız büyüme hastalığı… Beyin tabanındaki hipofiz bezinin ön lobunun, normalin üstünde büyüme hormonu salgılanmasından kaynaklanan bu hastalığı, vücudun baş ve gövde kısımlarına, hem de Ak Parti özelinde tatbik edin bakalım… Recep Tayyip Erdoğan’ın, dünya çağında büyümüş bir baş olarak ortaya çıktığı böyle bir durumda Ak Parti, Türkiye siyasetinin ancak çeyreğini domine edebilen CHP çapında kalmış bir gövde olarak belirecektir. Böyle bir bağlamdaki hormonel bozukluksa, Recep Tayyip Erdoğan’ın büyümesi durumuna değil, Ak Parti’nin ona ayak uyduramayıp büyüyememesi ve hatta küçülmesi durumuna tekabül etmekte… Ak Parti siyaset gemisine doluşan ama işi geminin yürüyen aksamında vida olmaktan, sürükleyen yelkenlerinde kumaş olmaya kadar bir şekilde işlev görmektense, gemi ambarında tıkınan fare olanların varlığı ise, baş ile gövde arasındaki bu uyumsuzluğu derinleştirmekte… 31 Mart 2019 seçimlerinin tenazur ettiği manzara, harfsiz kelimesiz bir lisanla derinlerdeki aksaklığı bize şöyle ihbar etmekte:
“Reis dümen başında, tayfa dümen peşinde…”
Bu aksaklığı gidermek için Ak Parti’nin derhal, fikri temelde muhasebe, murakabe ve mukaşefe kuleleri yükseltmesi ve “farelerini manî, vidadan kumaşa gemi levazımatını camî” bir diyalektik ve topuktan alına bir şumuliyetle tazelenmesi şarttır… İstanbul ve Ankara’nın kaybedilmesi en çok da, Recep Tayyip Erdoğan’a muvafık ve layık olmayan fare tipi tayfaların varlığına tepkiden…
Ankara’da sağır sultan dâhil herkeslerin duyduğu ve siyaset üstü halk lisanının dillendirdiği şu tekerlemeyi galiba bir tek Ak Parti duymadı:
“Melih Gökçek’e ayıp ve yazık ettiler…”
Ankara’ya gelişim, 28 Şubat sürecinin bir şampanya şişesi gibi rejim sahiplerince kafaya dikildiği ve Müslümanların üzerinden gırla geçirildiği dönemle beraber, Melih Gökçek’in başkanlık devrelerinin de başlarına rastlar. Dile kolay, başkanlığı çeyrek asra yakın sürdü. Kendisini bu devreler boyunca, CHP’nin hadsiz, ukala, İslam düşmanı tiplerini sirk maymununa çevirici ve müminlerin gönüllerini ferahlatıcı bir uğraşta gördük… CHP kodamanlarından aldığı tazminatlarla vatandaşa dağıttığı döner silindirleri, gövdelerinden yağ akıttıkça ciğerlerimizin yağı eriyor, İslam’a ve Müslümanlara teklifsiz küfreden bu adamları madara eden Melih Gökçek’le de övünüyorduk… Yaşı ve mana baremi müsait olanlar bu dediklerimi hatırlayacaklardır. Melih Gökçek adeta, elinde ucu kurşunî topuzlu kırbacı ve yakasında “CHP terbiyecisi” unvanıyla bu kavganın hep baş at adamlarından oldu. Baskın vasfı kafasız ve imansız adamlar için “kafa koparıcılık” idi. CHP’nin, gözde prens ya da prenses diye sahneye sürdüğü birçok ismi, üzerine oynaya oynaya tarihe gömdü. Gömdükleri o kadar çok idi ki, onları unuttuk ama Melih Gökçek’in bütün bu yaptıklarını da bizce Ak Parti unuttu. Hırsızlığı, arsızlığı, yolsuzluğu var ise görevden alındıysa ortaya konulmalı ve dile getirmeye çalıştığımız bu ukde vatandaşın gırtlağından sökülmeliydi. Ama yapılmadı. Bir hırsız, arsız ve yolsuz gibi görevden alındı ama bağra basık haliyle de öylece bırakıldı. Ama yerine Ak Parti tarafından göreve atanan Mustafa Tuna, “CHP terbiyecisi Melih Gökçek”i, CHP’lilerin önüne “Hırsız ve yolsuz bu!” diye atmaya kalktı. Yetmedi, Melih Gökçek’le çay içmiş herkesin peşine düştü, içtikleri çayları burunlarından getirmekte rahmet gördü, belediye bürokratlarının peşine adeta narkotik köpekleri saldı. Oysa Ankara’yı birazcık tanıyan herkes bilir ki; Melih Gökçek, çoğu muarızının bile küfrede küfrede kendisine oy verdiği ve haksız olarak ama hakkını teslim ederek:
“Adam çalıyor da, çalışıyor da kardeşim napalım!”
Diyerek başarısı karşısında teslim olduğu biriydi. Buna rağmen şöyle bir gerçeğin varlığını da kaydetmeliyiz: Ak Parti kadrolarındaki atalet ve sakaletin yerel ölçekteki bir benzeri, Melih Gökçek’in kadrolarına da hâkimdi. Fakat nasıl Ak Parti kadrolarındaki atalet ve sakaleti Recep Tayyip Erdoğan’a da teşmil etmek derin bir hata olacaksa, aynını yerel ölçekte Melih Gökçek’e teşmil etmek de derin bir hata olacaktı ve oldu. Mansur Yavaş’ı terbiye etmek, baskın vasfı, belediyecilik tecrübesinden başka “aile terbiyesi görmüşlük” olarak takdim edilen Mehmet Özhaseki’nin değil, belediyecilik terbiyesinden başka “edepsizi terbiye edebilicilik” vasfıyla Melih Gökçek’in işiydi. Bu iş ona bırakılmalıydı, kaybedilecekse onunla kaybedilmeliydi ki; hiç bari kaydettiğimiz türden bir ukde içlerde kalmamalıydı. Kaldı ki yazıyoruz ve seçimlerde alenen gördüğümüz bir şeyi kaydederek topluyoruz: Binlerce belediye çalışanının, sırf Kanuni Melih Gökçek zamanında çalışmışlar diye Sarı Mustafa Tuna Hazretleri tarafından gadre uğratılmasının nefsî hıncı, bu çalışanların Ak Parti bayrağı asarken bile “İnşallah Ankara’yı kaybederiz!” diye beddua etmeleri şeklinde tecelli etti… Bunu çok net olarak biliyoruz… Kulaklarımızla duyduklarımız, gözlerimizle gördüklerimiz de bizlere kalsın… Seçim faturası mı; işte Ak Parti aleyhine Ankara’da şişirilen faturanın plastik balonunun üfleyen bir soluk da bu mevzu…
Ak Parti, CHP yılanının millet bünyesine akıttığı zehri, milletin kan çeperlerini emip tükürerek gidermeye çalışan bir sıhhiyeci gibi ortaya çıktı. Böyle olunca millet onu 13 seçim boyunca sırtında taşıdı. Fakat 31 Mart 2019’daki yerel ve 14. seçimde aynı millet, damarındaki zehri emen bu sıhhiyecide, damarındaki kana iştahıyla abanan bir vampirlik damarı vehmetti ve ikaz kartı manasına ona sarımsak gösterdi. Bu vehim ki; halüsinasyondan damıtılma bir hayal ürünü değil, Ak Parti bünyesinde 17 yıldan sonra oluşan muhafazakâr elitist zümrenin ürünü… İllerinde Napolyon Bonapart edasıyla gezen ve il bürokrasisinin tepesinde Voyvoda gibi kazıklar istifleyen il başkanları, gönül hareketine gönüllü iştirakleri seyreltirken, mecburî iştirakleri yoğunlaştırmış ve bir çok kimse Ak Parti taraftarlığını ceketinin dıştaki Ak kumaşında resmederken, sandık başında aynı ceketinin kara astarıyla oyunu mühürlemiştir. Düşünün ki; İslam davası uğrunda yırtık çarık ile çelik cant sahibinin gözyaşı ve ihlâsla birlikte omuzladıkları Ak Parti’nin sonradan peyda olan bu elitist zümresi, milyonluk dairesinin bulunduğu sitede zengin CHP’liyi görünce içi açılmaktayken, fakir Ak Partili ile yolda bile karşılaşsa içi kararmaktadır. Sağcı çelik cant sahibi ile solcu çelik cant sahibinin birlik olup, sağcı yırtık çarıklı ile solcu yırtık çarıklıyı bir tutarak ötekileştirdiği ve iktidar ikliminde kazanılmış servetleri koruma refleksiyle hudutları iman ve dava kardeşliğine göre değil, nakit ve gelir blançosuna göre çizdikleri bir hengâmda çare, Ak Parti’nin kapılarını ve koltuklarını gerçek dava ve fikir adamlarına sonuna kadar açmasından, her devrin menfaat ve fikirsiz bitivericilerine de sonuna kadar kapatmasından geçmekte… Olur mu? Zor… Ama olmalı… Sultan fikir davet edilmeli, Ak Parti şehrine arka kapıdan değil, protokol yolundan ve bütün âleme göstere göstere alınmalıdır. Zaten o hepten gelmezse, muzdarip sultanı ve muhteris ahalisiyle beraber bütün şehir elden gidecek…
Eller üstünde tutulmak mı, ellerin kendisine mahkûm olması mı? Ak Parti, bu iki uç arasındaki araf alanına girmiştir. Eller üstünde tutularak bugüne gelen ama dimağının bir yanıyla Anadolu için kendisinden başka alternatif olmadığı şizofrenisine yakalandığından zindeliğinin yerine atalet tavrı geçmeye başlayan Ak Parti, millet için ölçüp biçerek çıkardığı:
“Nasıl olsa CHP’ye oy vermezler!”
Hesabı 31 Mart 2019 seçimlerinde şaşma evresine girmiştir. Biz, bütün Türkiye, hatta bütün dünya CHP’ye oy verse, imanımızdan vazgeçmeyecek tavrı gene de gösterir, ölmek pahasına da olsa CHP’ye asla oy vermeyiz. And olsun! Ama ya bu şuurun burcuna kadar çıkamayan garip Anadolulu? Ak Parti’yi, CHP lehine küçülmek tehlikesi ile beraber, Anadolu insanını CHP’ye destek olma dalaletine düşürme tehlikesi birlikte bekleyedursun, Anadolu, Ak Parti’nin dava şuuruna sahip yegâne ve en büyük başı Recep Tayyip Erdoğan’dan şu çığlığı duymasını beklemekte:
“Yolunda kurtlar kuşlar tarafından parçalanmaya razıyım ama çantada keklik görülmeye razı değilim!”
Hükümetin Belediyeler, Bakanlıklar, Genel Müdürlükler üzerinden kalkınmaları için muazzam imkân ve kaynaklar tahsis ettiği kimi dernek ve vakıflar, mum yakılı pastaların etrafında kızlı erkekli toplanmış doğum günü partisi organize ederlerken, yapmaya değil, yıkmaya odaklanmış zehirli fikir ve müesseseler Ak Parti’yle beraber bütün Anadolu’nun ölüm günü için mezar kazmaktalar… “İdeolojik şuurlu bir gençlik oluşturamıyoruz!” diye yakınan bir liderin, ideolojik şuurlanmayı sırnaşma ve samimileşme olarak algılayan gençlik tabanı, “zehirle pişmiş aş” yemek için “sağına soluna bakmadan, başını ellerinin arasına almadan, ‘Ben varım!’” diyen muzdarip ve asil gençlik namına tebdil edilmezse, varlıklarıyla Ak Parti’yi, iş, atama, servet, kariyer, koltuk peşinde koşan bufalo sürülerinin ezdiği bir buğday tarlasına döndürecek… Oysa bu tarla, başak tanelerinin her birinden, ruh ve fikir adaleleri şiş şiş birer mukaddesatçı genç fışkırtmalı değil miydi? Demek ki; bu iş salt para ve imkânla olmuyor. Tam parasız ve imkânsız da olmuyor. Öyleyse ne olacak? Devlet ve iktidar imkânları, yasal ve açık yollardan ruh ve fikir belirten müesseseler önüne serilecek, böylece mumlar da doğum günü pastaları üstünde değil, kalp, akıl, fikir ve irfan kuleleri üstünde yakılacak… Kaydettiğimiz bu işin hayat bulması içinse, devlet ve hükümete, bu nokta-ı nazardan toplumu tarayacak fikir kuleleri ve bu kulelerden gözetleme yapacak fikir gözleri lazım… Zira Ak Parti hükümeti eşiğine doluşan ve bir curcunayla menfaatini cukkalayan kesimlerin aksine, gerçek fikre meftun ve ideolojik bağlılık belirten fert ve topluluk zümreleri, temsil ettikleri fikrin haysiyetini ele ayağa düşürmemek için eşiklerde beklemezler. Onlar beklemeyip, fikir kulesiz ve fikir gözsüz olanlar da görmezlerse ne olur? Bir dilaltı hapının koltuk döşemesi arasına kaçması, bulunamayınca da kendisine acil ihtiyaç duyan kalp hastasının ölümüne yol açması gibi bir vaziyet doğar… Bu yolla gelen idealsizlik ve fikirsizlik ölümü ise toprak üstünden cenazeli-salalı-ağıtlı değil, sessiz-sadasız-ağrısız olur… Oldu mu acaba, oluyor mu acaba? Aman olmasın, illa olmamalı… Bu dediklerimiz, hiçbir vechesinden anlaşılmıyorsa, hiç bari Devlet ve Hükümet bahçesinden bu manada tek bardak çay içmemiş haliyle Seriyye fikir ve hamle hareketinin, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden 15 Temmuz darbe kalkışması ve sonrasına kadar, ortaya çay bahçeleri çapında fikir ve hamle verimi çıkartmasından anlaşılsın… Anlaşılsın ki; imkânsız imanla ortaya gene de verim çıkıyor da, imansız imkânla ortaya verim çıkmıyor. Ya imkânlı iman ile ortaya çıkılsa, ortaya ne verimler çıkacak? 17 yılda imkânlar yanlış yerlere ve yanlış şekillerde sunulduğu için çıkmayanımız, Ak Parti lehine döndürülemediği için aleyhine sayılacak saklı ve kayıp bir oy kütlesine de müteallik… Görülmüyor mu? Bizce görülmüyor…
Parti amigolarının “ya ya ya, şa şa şa” lisanlarına tercüme edilmemiş fikir, Ak Parti idare kadroları önemli kalabalığında “gerçekten yaşamanın” değil, “ çoktan yaşlanmış bulunmanın” alameti gibi algılanıyor. Gördüğümüz ve kendimizi kaydetmek borcu altında hissettiğimiz bir problem de bu… Ak Parti, il-ilçe-belediye başkanları ve yönetimleri, Belediyelerinde istihdam ettiği bürokratları vesair, bu toplu zümre içinde umumişleşmek meyli göstermiş bir fikirsizlik ve ondan doğma bir ruhsuzluk hali, onlara kendilerini şehir içlerinin kalabalık otobüslerinde zor yer bulmuş bir genç farz ettirdikten sonra, fikrin kendisine atıfta bulunan kimseleri de başlarında bitiveren ve kendisine yer vermemek için karşısında uyuma taklidi yapılan bir yaşlı yolcu gibi gösteriyor. Hani “Nereden çıktı bu moruk!” hesabı sahte uyku kastıyla gözleri kapanan gerçek bir otobüs genci nasıl koltuk iktidarını kaybetmemek uğrunda çaba sarf ediyorsa, Ak Parti kadrolarında da, fikir ve onun amade temsilcileriyle karşılaşınca benzer bir hâl peyda oluyor. İslam tasavvufu, Batı tefekkürü, Antik Yunan çağının sahteliği, Büyük Doğu dünya görüşünün tam tatbikine olan ihtiyaç, Aile Bakanlığının Batıdan teklifsiz aldığı kimi projelerin 2500 yıllık tarihi arka plânı ve toplumumuzu yıkmaya odaklı zehirleri, ancak gerçek fikrin gerçek hamleye yol vereceği, Kemalizmin idrakleri iğdiş uğrunda büründüğü postlar, değiştirdiği deriler, Kuran ve Hadis bağlamından güncel siyaset için çıkartılacak dersler ve hikmetler diye uzayan ve tarihi akış içerisinde yaşlanmayı önlerken, yaşanmaya değer hayatı yaşatarak gençleştirecek fikrî meseleleri, yüzüne sigara dumanı üflenmiş kediler gibi karşılayıp kaçan, kaçmasa da yüzünüze “Bu fitneciler yüzünden kaybediyoruz!” imasıyla bakan, böyle bakmayanın asgarî “Bunlar kafayı yemiş, idare edelim artık!” diye düşündüğünü ele veren tipler, kafaları içinde horon tepen ve koltuk korumak uğrunda sinsi, hasis ve nefsî hesap halaylarından başka aksiyon göstermeyen yanlarıyla Ak Parti’yi adımlarıyla yürütücü değil, Ak Pastayı dilimleriyle götürücü bir maharet belirtirler… Türkiye ile beraber İslam dünyasının ve hatta tüm dünyanın gerçek ve mutlak bir fikre bilse de bilmese de ihtiyaç duyduğu bir devrede, Türkiye ile beraber İslam dünyasını ve hatta tüm dünyanın ihtiyacını karşılamak borcundaki bir ülke, bir lider ve bir parti böyle mi olmalıdır? Olamazsa, öleceği bir kavşağa geldiğini biz görüyoruz… Olmak için fikre uygulanan tüm siyasî gümrük ve kotaların kaldırılmasıysa, şart üstü şart… Fikirden korkamamak lazımdır, esas fikirden korkanlardan korkmak lazımdır…
Allah için seviyor, Allah için yeriyoruz… Zaten bizi yaratan Allah’ın, bizi dünyaya başıboş eşekler gibi gezelim diye göndermediğini bildikten ve bu bilginin şuuruyla yaşadıktan sonra, başka ne yapabiliriz ki? Recep Tayyip Erdoğan’ı, sadece millet ve ümmetin ayağa kalkışı için bir umut gördüğümüz için destekliyor, ona asla fikirsiz ama nefsî menfaatli bir nispet alakasıyla yaklaşmıyoruz. Zümremize ait bu kıymet hükmünden sonra herkese ataların “Dost acı söyler!” deyişini hatırlatmak isteriz. Dost acı söyler, zira gerçek dost, dostunun aleyhine olan bir durumu o an için dostuna acı gelecek de olsa gene dostunun menfaati gereği söyleyendir, her adım ve söyleminde bakmadan ve dinlemeden ona alkış çalan değildir. Recep Tayyip Erdoğan’ın gölgesinde serinleyenler biz değiliz ama gönlüyle hasretini duyduğu ve lisanıyla tariflendirdiği gençlik zümresini, yakıcı piyasa şartlarına rağmen deruhte eden-etmeye çalışan biziz… Bunu onun için değil, Allah için yapmaya çalışıyoruz… Ve onda “Allah içinliğin” her şeye rağmen var olduğuna inandığımız için umutlarımızı katlayıp, atalet gardırobundaki yerine kaldırmıyoruz. Bu manada devam etsek, hepsini sığdıramayacağımız kritik ve tenkitlerimizin, ihlâs lisanıyla muhatap kılınmışlarından biri de O… Siyaset dünyamızın kral aslanı o ise siyaset ormanının filden karıncaya kadar serdedilen bütün akamet ve yanlışlıklarından, haberdar olmasa da sorumlusu O… Bu manzarayı; bulunduğumuz açıdan daha net görmekte ve gördüklerimizi “göbek ve mide bağsızlık avantajımızla” daha rahat dillendirmekteyiz… Mesela Recep Tayyip Erdoğan, seçim sonrası yaptığı bazı açıklamalar, etrafında zümreleşmiş bir kısım Ak Parti oligarkını memnun etse ve onlarca alkışa boğulsa da, bizce isminin çapından beklenen açıklamalar değil… Aslan, orman ahalisinin etrafında iyi ya da kötü niyetle kümelenmiş zümrelerin çekişmelerine taraf değil, bu çekişmelerden muaf olmalı… Bu sözümüz, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “CHP’nin çatı adayı” olmaya niyetlendiğini ağzıyla söyleyen Abdullah Gül’e şamil değil… Nazarımızda CHP ile yatağa giren ya da girmeyi düşünen, üzerindeki kızamık kızarıklıkları anında kanser yumrularına dönen biridir! Ama bu sözümüz mesela Recep Tayyip Erdoğan’ın, en azından şimdilik liderliğini alenen hedef almamış Ahmet Davutoğlu’na şamildir. Recep Tayyip Erdoğan, kendi etrafında kümelenmiş bazı oligarklar ile Ahmet Davutoğlu etrafında kümelenmiş bazı eski ortakların çatışma tam tamlarına kulak asmamalı, tamamen kendi sikletinin altında ve de menfaatler gereği başlayan bu didişin katına inmemeli ve Ak Parti’nin içinden küçük de olsa başka bir partinin doğmasına müsaade etmemelidir. Bunun için, belirttiği hasbilikle, Abdullah Gül’ün hesabîliğinden farklı olduğunu açıkça belli eden Ahmet Davutoğlu’na “Gel buraya Ahmet kardeşim!” demesi bizce yeterli olacaktır, olmalıdır da… Abdullah Gül’e bile, Recep Tayyip Erdoğan’ın kesin liderliğini hazmettiğine dair derin geğirmeler terennüm ettikten sonra Parti kapıları aralık kalmalıdır ki; Türkiye’nin dışındaki ve içindeki düşmanlarca cendereye alındığı bu demlerde, Ahmet Davutoğlu vakıası, tedbir alınmadığı için kangrene evrilen bir kas sıkışması belirtmektedir ve Recep Tayyip Erdoğan, bu kası sıkıştığı yerden sadece iki parmak hareketiyle kurtaracak güçtedir. Bunun için Ak Parti oligarklarının, Ak Parti bağırsaklarında peyda ettirdikleri gaz sıkışmasını gidermekse, şart… Recep Tayyip Erdoğan bir an için şaşırsa ve muhataplık çapını iyiden iyiye düşürerek:
“Karıncaların tıkadığı yolumuzu açmak için…”
Dese, anında:
“Kahrolsun bütün karıncalar!”
Diyecek ve anında karınca kırımına başlayacak bu oligark zümrenin, kazanımlarını kaybetmemek için Recep Tayyip Erdoğan’dan vatan ve millete kadar kaybettirmeyecek kimseleri yoktur. Oysa mevcut ülke vasatı, Kanuni Sultan Süleyman’ın, saray bahçesindeki ağaçlardan birini kurutmak üzere olan karıncalar için sorduğu:
"Meyve ağaçlarını sarınca karınca
Günah var mı karıncayı kırınca?”
Sualini, Padişahın değil, karıncanın hukukunu düşünerek:
“Yarın Hakk’ın divanına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca…”
Diye cevaplayan Şeyhülislam Ebussuud Efendi’lere ihtiyaç vardır. Oysa bugün için bu siyaset oligarkları, icaplarına bakılmazsa siyaset karıncası vasıflarıyla Ak Parti ağacını mutlaka kurutacak bir makamdalar ve bu gün yaşasa mutlaka:
“Siyaset ağacını sarınca karınca
Günah yoktur karıncayı kırınca!”
Diye fetva verecek Ebussuud Efendi’yi de istismar etmekte ve onun ağzından kendi karıncalıklarını muhafaza edecek tüzükler yayınlamaktadırlar. İş, Sultan Süleyman ile Ebussuud Efendi’yi kendi kalıbında cem etmek durumundaki Recep Tayyip Erdoğan’a düşmekte… Ve iş, aleni ve affedilmez ihanet tavrı takınmayan, kritik ve tenkit ehli herkesi Müslümanlık çatısı altında cem etmek…